Demokrasi ve Liberal Ayartı

Anayasa referandumunda sol içindeki ayrışma bir kez daha açığa çıktı. Özgürlükçü sol, devrimci sıfatını kullanan muhafazakâr sol ile köprüleri tamamen atma yoluna gitti ve çok da haksız sayılmaz. Çünkü sol, AKP karşıtlığı sebebiyle ister istemez Kemalist muhafazakârlığın yedek lastiği konumuna düşüyordu. Ancak “yetmez ama evet” kampanyasına kuşku ile yaklaşan, bunun yanında AKP’nin demokratlığı konusunda derin bir inançsızlık içinde olanların tümü statükocu soldan da ibaret değildi. AKP’ye ve yapmaya çalıştığı reformlara sakınımlı yaklaşılmasının sebeplerinin başında, AKP’nin ileri demokrasi konusunda bugüne dek ayak sürüyen tavrının yanı sıra demokratik dönüşümü mümkün olduğunca kendi iktidarını sağlamlaştırma yolunda kullanarak olumlu beklentileri sömürmesi geliyordu. Başka bir sebep ise demokrasiden temel hak ve özgürlükler yerine millet iradesi kavramında somutlaşan çoğunluk iradesinin mutlak hâkimiyetini anlayan bir parti olmasıydı. Kısacası “yetmez ama evet demek” yerine “yetmez, o yüzden bu oyunda figüran olmaktansa kinik olmak yeğdir” diyenlerin tavrı, statükocu sol gibi sadece AKP’nin dini muhafazakârlığına karşı değildi. Bunun yanında AKP’nin cemaatçi ve otoriteryen karakterine, klientalizm eksenli popülizmine ve konformizmine oldukça mesafeliydiler ve bu anlayıştan bırakalım liberal bir demokrasiyi, düzgün işleyen temsili bir demokrasinin çıkmasının bile AKP’nin ikinci döneminden beri sergilediği tutumlardan dolayı hayli zor olacağına kani olmuşlardı. Tüm bunların yanı sıra, bu ülkede sağcıların Batı’dakiler gibi liberal demokrat döneme uyum sağlamak yerine “devlet gibi düşünmeye” programlı, güç dilini seven politikacılar olarak hiç demokrat olmadıklarını yaşayarak öğrendiklerinden bu işe bulaşmadılar.

İşte ben de böyle düşünenlerden birisiyim. Dahası, demokrasi tartışmalarının eşitlik meselesinin önüne geçmesinin solu zayıflattığını düşündüğüm için demokrasi paradigmasına hayli mesafeli bir duruş geliştirdim. Şuna inandım ve inanmayı da sürdürüyorum: Eşitlik olmadıkça demokrasiden söz edemeyiz. Çünkü demokrasinin özüne ya da onun uzun soluklu yolculuğuna bakarsak, demokrasi adeta ekonomik eşitlik ile siyasi eşitliğin at başı gitmesi gerektiği inancıyla belirlenmiş. Yani eşitlik demokrasinin ruhunu oluşturmuş. Elbette bu ideal çoğu zaman eksik kaldı. Fakat, demokrasinin güçlü kabul edildiği dönemler, genel de bu yönelimin baskın olduğu dönemlerdi demek hata olmasa gerek. Dindarların haklarını da, Kürtlerin haklarını da, Alevilerin haklarını da, kısacası tüm kimlik mücadelelerini de belirleyen esas düzlem bu. Bu eksenden bakıldığında, temel varoluşunu eşitlik idealine dayandıran siyasi bir düşünce açısından demokrat olmak doğal bir durum olmalıydı. Ancak bu uzun zaman solun temel özelliği olmadı. Başta anarşizm gibi bazı sol anlayışlar dışında solun ana akımı, ekonomik eşitliği siyasi eşitlik ve bu temelde özgürlük olgusuna dayandırmayan bir tutumu benimsedi. Hatta haksız yere Plâtonculukla suçlanan ve totaliter olmakla damgalanan reel sosyalizm, özgürlük konusunda sol akımlara çok kötü bir sicil devretti. Bu nedenle liberallerin sesi daha gür çıktı. Yeni solun alâmetifarikası ise kendini liberal erdemler üzerine dayandırmak; bu zemini temel kabul edip daha ilerisi için mücadele etmek oldu. Bunların hiçbirine kökten itirazım yok. Ancak sol, özellikle bu ülkede, demokrasi konusunda daha eleştirel davranmalı ve mevcut demokrasi paradigmasına en köklü eleştirileri getirmeliydi. Batı’da bunu yapmak, temel demokratik zemin iyi kötü kurulduğundan belki daha elverişli olabildi. Oysa bu ülkede, zaman zaman Birikim’de çıkan düşünce yoğunluklu yazılar da pratikte yansıma bulamadı ve yeni sol ister istemez sol liberal denecek bir duruşla tanımlandı. Özgürlükçü ya da yeni sol olarak adlandırılan grupların temel demokratik zeminin kurulmasının esas olduğu kanısına varmaları ve demokrasi konusunda atılan adımlara ayak sürümemeleri, reformculuk ve özgürlükçülük bayrağını liberal ya da yeni muhafazakârlara kaptırmamak için demokrasi adımlarının daha da ilerisini dillendirmesi de bir nebze anlaşılabilir. “Yetmez ama evet” hareketi de benzer endişeye sahipti. Fakat bu kaygının pratik yansıması niyete uygun düşmedi. Gerçek şu ki, yeni sağcılığın ülkemizdeki en güçlü partisi AKP’nin bu ülkeye demokrasiyi yerleştirme ihtimalinin güçlü olduğu yönündeki düşünce geldiğimiz noktada geçerli olmaktan çıkmıştır. Gerçekleşen durum, demokratların iyi niyetinin AKP tarafından kullanılıp, kendi güç oluşturma gündemine meşruiyet sağlamasıdır.

İSTİSNAYA İSTİSNA

Bu sebeplerle, yaşanan değişimleri demokrasi yolunda zikzaklı da olsa ileri bir adım olarak görmek yerine, egemen yer değiştiriyor diye yorumlayan benim gibi kuşkucu solcular ne yazık ki çok da haksız çıkmadılar. Çoğunluk demokrasisini biçimsel bir demokrasi olarak gören, maddi demokrasinin temeli olan müzakereyi güç mantığı gereği dışlayan sağcı AKP, referandumdaki asıl niyeti olan yargının ayağına dolanma halini ortadan kaldırmayı başardı. Ama demokratların esasen istediği gibi vesayet sistemini ortadan kaldırıp, bağımsız ve tarafsız bir yargı ile demokrasinin olmazsa olmazı hukuk devleti olma ereği referandum sonuçlarının da gösterdiği gibi askıya alındı. Ben buna istisna hali demeyi uygun görüyorum. İstisnaya İstisna çekilerek egemen yer değiştirmiştir; o kadar. Uzun erimde bizi bekleyeninin demokrasi görünümlü bir totalitarizm olduğunu söylemek sanırım abartı değildir. Çünkü, Negri’nin tanımı ile totaliterlik devletlerin sivil topluma nüfuz edip orayı belirlemesi ise, bu zaten mevcuttu. AKP eli ile daha güçlenmiş oldu o kadar. Başından beri temel sorunu, demokratik bir düşünme alışkanlığı geliştirmeyip otoriter bir muhafazakârlığı benimserken, diğer yandan da modernleşmeyi talep etmek olan Türkiye toplumunda demokrasi ancak yukarıdan aşağıya kurulabilirdi ve öyle de oldu. Ancak bu doğal olarak hegemonik bir demokratikleşme olacaktı. Yani Gramsci’nin deyimi ile hâkim sınıf aynı zamanda devlete dönüşeceğinden ve bu ülkede devlet yapısı da Batı’da olduğu gibi sınıflar arasında göreli bir denge üzerine oturmadığından böyle bir demokrasinin otoriter yanı ağır basacaktı. Hal böyle olunca, AKP eli ile gerçekleşen demokrasi, çoğunlukçu ve müzakereyi dışarıda bırakan, ben yaptım oldu anlayışı üzerinde temellenen bir demokrasi oldu ve olacaktır da. Eğer bu ülkede de güçlü bir sol muhalefet olabilseydi, özellikle refah devleti dönemindeki Batı’da gördüğümüz bir biçimsel/zayıf[1] demokrasi oluşabilirdi. Ama Batı demokrasinin git gide teknik/ idari bir mekanizmaya dönüşerek siyasetsizleştiği ve Batı’nın da güçlü bir biçimde sağ kimlikçiliğe savrulduğu bir dönemdeyiz. Bu şartlar altında, sol muhalefetin de iyice güçsüz düşmesiyle dışarıdan taklit ile inşa edilebilecek bir demokrasi ancak bu kadar olabilirdi. Kaldı ki, bu ülkenin demokratik kurumları ve alışkanlıkları zaten gelişmemiş, siyasetin daha çok rant paylaşım ekseninde bir borçlandırma siyaseti olarak iş gören bir ülke olduğunu ve devletin sınıflar arasında göreli dengeyi gözetmesiyle sınıfların siyasete katılabilmesinin ve bu katılımla iktidarı etkileyebilme kanallarının açık olduğu bir siyasi anlayışın henüz gelişmemiş olduğunu da hesaba katmalıyız. Nitekim anayasa referandumu sonrası hem AYM seçimlerinde hem de HSYK seçimlerinde görülen otoriter belirlemecilik, yerleşmesi umulan biçimsel/temsili demokrasinin çoğunluk demokrasisinden öteye geçemeyeceğini bir kez daha gösterdi.

Bütün bu sebeplerle bundan sonra solun, iktidar üzerinden bir demokrasi üretme çabasındaki liberal çevrelerin peşine takılmak yerine Latin Amerika’da olduğu gibi hem sol ilahiyat eksenli bir sol dil kurması, hem de yarını bugünden kurma esaslı eşitlikçi kurumlar yaratarak mevzi savaşı esasına dayanan bir sol siyaset inşa etmek için çaba göstermesi elzemdir. Solun, siyasi yapılarını inşa ettiği bu dil ve kurumlar üzerine kurduğu bir siyasi mücadele başlatması da demokrasi açısından çok daha hayırhah sonuçlar verecektir. Siyasi bir güç olarak hesaba katılan bir sol pazarlık gücüne sahip olacağından, evrensel standartlardaki bir burjuva demokrasisinin de gelişimine kapı aralayacaktır. Aksi halde sol, korkarım mevcut iktidar mücadelesinde yeni sınıfın kendi meşruluğunda kullandığı bir figüran olmaktan öteye geçemeyecek.


[1] Biçimsel zayıf demokrasi derken katılımı içermeyen, müzakereci yanını katılımcı bir kamusallığa dönüştüremeyen liberal demokrasiyi kast ediyorum. Sol demokrasi ise tersine katılımcı ve güçlü bir kamusallık içeren demokrasidir.