15 ekim 2011 günü küresel çapta yaşanan eylemler Türkiye sathında yankı bulmadı. Bulundukları yerlerde kimi binaları-alanları işgal eden muhalifler, bu eylemi küresel çapta bir işbirliğiyle gerçekleştirdiler. Bu hareket, herhangi bir üst oluşumun ya da kurumun çağrısıyla değil, tamamen yerelden, tabandan örgütlenen bir süreçti. Ardından bu tarz bir eylemin neden Türkiye’de gerçekleşmediğine dair yorumlar yapıldı. Örneğin Milliyet’te Aslı Aytıntaşbaş ve Mehveş Evin, bu eylemler etrafında yazılar yazdı. Aydıntaşbaş[1], medyanın dışarıdaki eylemlere ilgisinden ancak yerel eylemlere ilgisizliğinden; Evin[2] de harekete geçmeme nedenlerimizden bahsetti. Yazarların ortak noktası, her türlü eylem ve hak arama girişiminin devletin şiddetli müdahalesiyle karşılaştığıydı; ve bu eylemlerin Türkiye’de gerçekleşmeyeceğine yönelik karamsar tablo çiziyorlardı. Koray Çalışkan[3], Radikal’deki köşesinde bu eylemleri sosyal demokrat bir uyanış olarak nitelendirdi ama ABD solunu önemsemek gerektiğini vurguladı. Çalışmalarını bir süredir ABD’de sürdüren Mustafa Kemal Coşkun[4], Radikal İki’deki yazısında, alandan gözlemlerine yer verdi ve bu eylemlerin sadece demokrasi talebi olarak kalmasının yetersizliğini vurguladı ve daha alınacak çok yol olduğunu kaydetti. Birgün’deki yazıda da, basının eylemcinin uzakta olanına sempati gösterdiğini, ABD’deki eylemleri öven kesimlerin Türkiye’deki eylemleri kötülediği vurgulandı. Bu son üç örnekte de hareketin sınıfsal vurgusunun belirgin olmaması ya da üst-orta sınıflarca, daha fazla demokrasi talebiyle sürdürülüyor olmasına karşı bir kuşku ve küçümseme (“reformizmle bu iş olmaz” arka planı) olduğu söylenebilir.
“Neden ayaklanmıyoruz” sorusuna verilen yanıtlarda, hem devlet hem de muhalefet açısından, haklılık payları var. Ama hem devletin hem de toplumsal muhalefetin tarihsel olarak çok fazla değişmediğini söylemek mümkün. Küresel değişimler karşısında devletin tepkisi, piyasaların serbestleşmesi olarak kalırken toplumsal muhalefet de hiyerarşik düzeninden vazgeçmeyerek küresel mücadelenin parçası olamaya direndi. En son Avrupa Sosyal Forumu’nun 2010’da İstanbul’da bir başarısızlık hikayesine dönüşmesi, bunun somut örneğiydi. Savunmak istediğim nokta tam olarak budur: 15 Ekim’in yankı bulmaması, devlet geleneğinin engelleyiciliği kadar onun sınırlarını zorlayamayan şiddet karşıtı toplumsal hareketlerin, hiyerarşik sınırlarını aşamamasının da bir sonucudur.
Devlet şiddeti açısından, her yerde aynı manzarayla karşılaşıyoruz. İtalya’da, Yunanistan’da protestocuların polis şiddetiyle öldürüldüğü ancak eylemlerin buna rağmen devam ettiğini görüyoruz. En son İspanya’da “Gerçek Demokrasi” hareketinin uzun soluklu eylemleri, “Arap Baharı”nın da etkisiyle, 15 Ekim eylemlerinin ilham kaynağı oldu. Ancak dünyanın pek çok yerinde eylemler, muhalefet biçimleri değişirken, Türkiye’de hala aynı kurumsal sınırlar ve ortodoks örgütlenmeler içinde hareket etmek gittikçe zorlaşıyor.
Bizi bir arada tutması gereken hukukun, vatandaşın temel haklarını değil devletin tartışılmaz yüceliğini savunan çerçevesi içerisinde (her ne kadar çeşitli değişimlere maruz kalsa da) ruhen aynı kaldığını söylemek (devletin, “dövlet” olarak kalması) yeni bir şey değil. Gazetelerin dergilerin kapatıldığı günlerden, üç kişi yan yana yürümenin şüphe uyandırdığı ve herkesin komünist olduğu günlere, oradan da herkesin Ergenekoncu veya PKK destekçisi olduğu günlere geçerek, sadece şekil değiştirmiş bir gelenekten bahsediyoruz. Polis devletine dönüşmüş totaliter bir anlayış, “ileri demokrasi” tanımlaması ile aynı anda güçleniyor. Kameralar, kayıtlar, dinlenen telefonlar kıskacında, her türlü protestonun polis zoruyla dağıtıldığı, biber gazının bir alışkanlık haline geldiği, garip suç delilleriyle herkesin terör örgütü üyesi olduğu bir ortamda, muhalefetin güçlenememesi bir nebze anlamlı hale geliyor. “Esas duruş” kamunun temeli olduğu sürece, kamusal olanı güçlendirmek ne yazık ki sadece devletin elinde kalan bir hizmet olarak sunuluyor.
Öte yandan “devlet” aygıtının her zaman korumacı olduğunu, sınırları ve kontrolü elinde tutmak, nüfusunu istediği gibi yönetmek istediğini aklımızda tutmak gerekli. Devletin çizdiği sınırların darlığı kadar, muhalefetin buna geliştirdiği cevapları da sorun etmemiz gerekli. Çünkü muhalif hareket, bunun karşısında, her zaman sınırları zorlayıcıdır. Ancak bu noktada Türkiye muhalefeti üzerine de birkaç şey söylemek gerekir. 15 Ekim’in karşılık bulmaması aslında şaşırtıcı değil çünkü farklılıkların bir arada olduğu bir taban hareketi olarak değil kurumlar öncülüğünde hareket eden mücadelenin, bugün de tabandan gelen bir çağrıya cevap vermesi beklenemezdi. ’68 hareketi bile Avrupa’da bir özgürleşme hareketi; kapitalizmin tüketiciliğiyle sosyalizmin bürokratik devletçiliğine aynı anda eleştiri iken, bizde daha çok bir ulusal kurtuluş mücadelesi şeklinde yaşandı. Avrupa’da ‘68’in siyasallaştırdığı gündelik hayat, Türkiye muhalefetinde ancak ‘90larla, önce kadın hareketiyle ve ardından STK’lar aracılığı ile gündeme geldi. Siyaset alanının daraltıldığı bu süreçte kültürel mücadelenin ön plana çıktığı söylenebilir. Ancak kültürel olanın siyasete dönüştüğü süreçte bir kez daha kurumsal sınırlar, lobi faaliyetlerinin ya da parlamentoyla ilişkilerin ötesine geçemedi. ‘70’lerden bu yana, Türkiye’de toplumsal hareket tarihi, partileşme ya da sendika tarihine paralel oluştu. Ancak hareketin, bu kurumsal sınırların ötesinde bir anlamı vardır. Bu anlam da kendi hayatı ile ilgili sorunlarda söz sahibi olan öznelerin, kendi gibi diğeriyle kurduğu temas ve işbirlikleridir. Hareketin, kurumsal siyasetin bir alt dalı olduğu ve nihai çözümün parti veya sendikalarla gelişeceği tezi, yeni toplumsal hareketlerin her türlü dikey hiyerarşiyi eleştiren perspektifinde gittikçe aşınıyor. ‘90ların başında ÖDP’nin “parti gibi olmayan parti” hedefi bu kırılmayı Türkiye’de de yaratmaya çalıştı ancak o da 20 yıl içinde ortodoksinin avuçlarında kaldı.
Hareket-demokrasi ilişkisi karşılıklı bir değişimi içerir. Hareketler, devletin ve kurumsal olanın sınırlarını zorlarken, dolayısıyla demokrasinin gelişimini sağlarken, devletin ve kurumun kendi içindeki demokratik temelleri güçlendirmesi de hareketin hareket alanını genişletecektir. Demokrasi, polis devletine karşı, gerçek anlamda polisin, ait hissedilen-vatandaşların kendini var ettiği alanın adıdır. Daha fazla demokrasi talebi, insanların kendi hayatları üzerine daha fazla söz sahibi olmak istemesidir. Bir yönetim biçimi değil, ortak olanı kurmanın pratiği olarak demokrasi, liberal demokrasinin tercihlerine indirgenemeyecek kadar anlamlıdır.
1970’lerde Türkiye için çok erken bir tarihte, Mehmet Ali Aybar’ın daha fazla demokrasi, sosyalizmi getirecektir şiarı da aslında bu temelden hareket ediyordu. 2000’lerin başında ekonominin, küresel yöneticilerin toplantılarıyla şekillendirilmesine izin vermek istemeyen küreselleşme karşıtları da, her türlü elitizmin karşısındaydı. 10 yıl içerisinde yeni bir küreselleşme hedefi gündeme geldi: “Başka bir dünya mümkün” adı altında, ekonomiden çevreye, kültürel haklardan cinsiyetçi politikalara karşı her alanda daha fazla söz söyleyen ama bu sözü kürenin her yerinde söyleyen topluluklar, ortak olanı yeniden kurma hedefindeler. Negri’nin sözleriyle[5], “küresel hareket, ancak sürekli olarak yerelden, her birimizin tahakküm ile yaratım deneyimi arasında hissettiğimiz farkı oluşturan o küçük ve sürekli devimlerden geçmek suretiyle kurulur”. Yani bugün burayı değiştirirken, aslında başka bir değişimin de parçası olduğunu bilerek hareket etmek. Bu durum parçayı değiştirerek bütünü değiştirmekten daha fazlasını işaret ediyor: Bir ilişkisellik ağı içinde, yaparak öğrenmek.
Parti veya sendikalar, artık hareketin gücüne karşı kendilerini yenileyemedikleri ölçüde geniş kitlelerin temsilcisi olmaktan çıkıyorlar. Hareketin gücü de buradan kaynaklanıyor: Kendilerini temsil edenlere değil, kendi sözünü söyleyen kişilerin yaratacağı bir değişime dayanması. Ne yazık ki Türkiye özelinde böyle bir yenilenmeden söz etmek mümkün değil.
Türkiye solunu uzun süredir domine eden Kürt hareketinin birçok kazanımın öncüsü olmasına rağmen, solu/sosyalizmi kuşatıcı bir hareketi güçlendirememesi (ayrı ve büyük bir tartışma konusu olarak) vurgulanması gereken bir noktadır. Seçimlerdeki işbirliğinin, Kongre ya da Çatı Partisi girişiminin umut vaat ettiğini de yine dipnot düşerek…
Sonuç olarak, her türden toplumsal eylemin, PKK sempatisi ve şiddet çağrısı olarak kodlayan devletin ve polis mantığının ötesine geçebilmek için toplumsal hareketlerin öncülüğünün yeniden düşünülmesi gerekiyor. Hareketi, kurumsalın karşısında ikincil düzey gören bakış açısını aşmamız gerekiyor. Bunun için ilk adım olarak, parti ve sendikaların bu tip taban hareketlerine şüpheyle bakan eski usül politikalarından bir nebze uzaklaşmasını önerebiliriz. Eski ama eskimeyen devrim/reformizm tartışmanın ötesine geçerek, yeni direniş pratiklerini ve buradan doğacak kurucu birliktelikleri aramak, bulmak, zorlamak değişim isteyen kesimlerin eş zamanlı görevi olarak önümüzde duruyor.
[1] http://siyaset.milliyet.com.tr/wall-street-eylemi-turkiye-de-olur-mu-/siyaset/siyasetyazardetay/17.10.2011/1451602/default.htm
[2] http://gundem.milliyet.com.tr/neden-ayaklanmiyoruz-/gundem/gundemyazardetay/17.10.2011/1451607/default.htm
[3]http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1066306&Yazar=KORAY ÇALIŞKAN&Date=19.10.2011&CategoryID=98&Rdkref=6
[4] http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&Date=&ArticleID=1066644&CategoryID=42
[5] Antonio Negri, İmparatorluktaki Hareketler, s. 192, 2006.