2010 senesinde Avrupa Birliği, Türkiye ile Yunanistan arasında bir duvar örme kararı aldı. Amaç, Türkiye’den Yunanistan’a geçen izinsiz göçmenleri durdurabilmekti. Türkiye’den Yunanistan’a ulaşmaya çalışan göçmenlere karşı oluşturulan bu politika, haberlerde okurken ilk bakışta gülünç gözüküyordu. Geçtiğimiz günlerde ise Alman basınında Türk siyasetçilerinin bu yeni sınır planlarıyla alay ettikleri haberlerini okuduk. Ben Türkiye sınırları içerisinde görüştüğüm birçok kişiden de benzer cevaplar aldım: ‘Ne duvar mı, kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz?’, ‘Çin Seddi gibi mi?’ gibi yanıtlar sıklıktaydı. Brüksel çevrelerinde ise konu epey tartışmalı.
Pekâlâ, şu anda oldukça derin bir ekonomik kriz içerisinde bulunan Yunanistan, bu işe nasıl milyonlarca Euro harcamayı düşünebiliyor? Yunanistan’a destek sağlayacak olan Avrupa Birliği ülkeleri, Yunanistan’ın kendi ekonomisini bir yana bırakıp, nasıl bu konuyu tartışabiliyor? Bu yazıda ben özel olarak Yunanistan-Türkiye sınırından bahsedeceğim, ancak daha geniş boyutta, örülen duvarların, hangi koşullarda örülmeye başlandığını, bu tür inşaatların sosyal alanlarda ne anlamlar ifade ettiğini tartışmak istiyorum. Yazımda değiştirilmesi planlanan Yunanistan-Türkiye sınırlarını, duvar örme, dâhil olma, beden, şiddet ve Kristeva'nin iğrenç/iğrençlik (abject/abjection) kavramları üzerinden açıklayacağım.
Doğası itibari ile iki ülke arasında örülen duvarlar, herhangi bir şehir içerisinde örülen duvarlardan farklı değildir. İstanbul içerisinde Levent’te bulunan 24 saat güvenlikli bir site ile komşu ilçe Rumelihisarı’ndaki bir ev arasında örülen duvarın, Yunanistan-Türkiye arasında örülmesi düşünülen duvardan materyal, amaç ve anlam açısından farkı azdır. Ancak ülkeler arasında inşa edilen duvarların ikinci bir uzantısı, vatandaşlık hakları ile ilgilidir. Bir ülke sınırından geçmeye hak kazanamayan kişinin, en basit tanımıyla, hareket hakkı kısıtlanmıştır. Bununla beraber sınırın ötesinde sağlık, eğitim ve çalışma gibi insan hakkı sayılan haklardan mahrum bırakılmıştır.
Ülkeler arasında örülen duvarlar, bu hakları belirli bedenler üzerinden uygular. Vatandaşlık çoğu ülkede – en ‘liberal’ sayılan ülkelerde dahi – belirli bir beden-hak ilişkisi üzerinden tasarlanır. Bu inanca göre, herhangi bir toprak üzerinde bulunan/yaşayan/çalışan kişi değil, belirli bir renge, dile, ‘insani sermaye’ye sahip olan kişiler sınırları geçebilir.[1] Burada sosyal alanları beden üzerinden inşa etme fikri, Foucault’nun anlattığı biçimiyle belirli bir ‘yönetimsellik’ (governmentality) sürecini de gerekli kılar. Duvarlar herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda örülmez. Duvarların örülebilmesi için, belirli grupların tehlikeli görülmesi, belirli grupların ise güvenliğe ihtiyacı olanlar olarak hissettirilmesi gerekir. Duvarların çizilebilmeleri ve inşa edilebilmeleri için, ‘istila ediliyoruz’, ‘kullanılıyoruz’ fikirlerinin akıllara yerleştirilmesi gerekir. Burada politikacıların günaşırı yaptıkları konuşmalar bir yana, medyanın – genellikle çok az sayıda gruba ait medya holdinglerinin – etkisi büyüktür. Burada ‘güvenliğe ihtiyaç duyan’ kesim, diğer ülkeler ile olan ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini, bu ilişkilerden ne derece fayda sağladığını göremez (ya da görmek istemez). Ancak bedenen var olan tehdit, ürkütücüdür. Bir başka deyişle herhangi bir Afrika ülkesinden gelen ucuza mal edilmiş spor ayakkabı iğrenç değildir, ancak o ülkeden gelmek isteyen kişi iğrenç olabilir.
Buradaki paradoks en iyi şekilde Julia Kristeva’nın kullandığı ‘iğrenç/iğrençlik’ (abject/abjection) kavramları ile açıklanabilir. Şiddet ve güç ilişkilerini psikanalitik yöntemler ile açıklayan Kristeva, bireyin kendisine en çok bağlı olandan ‘tiksindiğini’ ve mümkün olduğu kadar bilinçaltına itmek istediğini yazar. Kristeva, ‘abject’ olanın kurulu sembolik düzenin dışında yer aldığını, dolayısıyla, ‘abject’ ile karşılaşan öznenin (subject) travmatik bir deneyim yaşayacağını savunur. Bu nedenle özne, ‘abject’ olanı mümkün olduğu kadar kendisinden uzaklaştırmak istemektedir.
Beden/vatandaşlık ilişkilerinde, bu durum, belirli bedenleri gözlerden uzağa atmak ile sağlanmaktadır. Belirli koşullar oluştuğunda – tehlike ve güvenliğe ihtiyaç hissiyatları tamamlandığında – örülen duvarlar ile bu süreç (abjection) tamamlanmış olur. Aslında öznenin tam da içinde bulunan ‘abject’, duvarın arkasına itilmiş olur. Psikanalitik düşünceye göre, ‘abjection’ süreci, çocuk ve anne arasındaki ilişki ile ilişkilidir. Burada ‘çocuk’ mütemadiyen ‘anne’yi, onu dünyaya getireni kendisinden uzaklaştırmak ve kendi kimliğini kurmak ister.
Tekrar beden/vatandaşlık ilişkisine dönecek olursak, bu süreçte ‘abject’in elbette yok olmadığını söyleyebiliriz. İstenilmeyen, tiksinilen sadece bedenen uzağa yerleştirilmiştir. Ancak duvarların örülmesi ile istenilen sonuca varılamaz, çünkü bütün güç ilişkileri sonsuz bir şekilde gelişir. Duvarların örülmesi ile ilk bakışta: güvenlik sağlanır. Duvarın içerisinde kalan kesim kendi arasında sadece dilediği bedenler ile iletişime girer. Tehlikeli gördüklerini giderek daha da bilinçaltına itme yoluna gider.
Duvarlar uzun vadede ve daha dikkatli bir incelemeye göre ise, giderek iki grup arasında birlikte oluşturulabilecek değer sistemlerinin önünü kapatır. Berlin Duvarı’nın Almanya’da yarattığı iki farklı yaşayış biçimlerini düşünelim. Duvarların örülmesiyle iki grup arasındaki sosyal alanlar giderek farklılaştı.[2] Dahası, duvarın arkasındaki, giderek daha da tehlikeli hale geldi. Belirtmekte fayda var: ben bu yazı boyunca tehlikeli kelimesini sözlük anlamında kullanmıyorum. Uzun vadede duvarın arkasında bırakılana karşı olan korkunun büyüdüğünü anlatmak için kullanıyorum. İnsanoğlu ne de olsa bedenen görmediğinden ve tanımadığından korkar. Daha doğrusu, insanoğlu görmediğinden ve tanımadığından değil, bunların yaratabilecekleri tehlikelerden korkar. Bir anlamda objeden değil, objenin oluşturabileceği olasılıklardan korkar. Araya örülen duvarlar ise işte tam da bu konudaki bilinmezliği arttırır. Dolayısıyla diğer tarafta olanın daha da ‘tehlikeli’ olarak görülmesine neden olur. ‘Abjection' sürecinde insanoğlu, aslında ona en yakın olanı kendinden en uzak yere iterek, kendini koruduğunu zanneder.
Duvarlar aynı zamanda, bir tarafta ‘güvenlik’ sağlarken, diğer tarafta biriken enerjinin de görülmesini önler. Bu anlamda, tam da duvarı örerek oluşturulan şiddet, yeni bir şiddet biçimini doğurur. Çünkü şiddet dediğimiz, aslında dönüştürücü bir güçtür. Şiddetin girdiği her alanda yeni şiddetler oluşur. Yunanistan hükümetinin, daha doğrusu Avrupa Birliği karar alıcılarının uyguladıkları şiddet, duvarın gerisinde kalacak olanlar arasında yeni şiddet biçimlerine hazırlık yapar.
Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika arasında örülen duvar, bu sürecin tam da en iyi örneklerinden birini sunabilir bize. Medyada ve politikacıların dilinde, iki ülke arasında örülen duvarın Amerika Birleşik Devletleri’ne daha az sayıda izinsiz göçmenin gireceğini sağlayacağı varsayıldı. Oysaki bu uygulama uzun vadede Meksika sınırında yeni bir şiddet türünün daha oluşmasına yol açtı: Giderek artan sayıda insan kaçakçıları ve sınır görevlileri arasında giderek artan oranda yeni yasa-dışı ilişkiler meydana geldi. Şiddet ise yeni boyutunda sınırdan süzülerek girmeye devam etti.
Yunanistan-Türkiye sınırı örneğinde ise, Yunanistan ve üyesi olduğu diğer tüm Schengen grubu ülkelerinin korkusu Türkiye üzerinden gelen ‘kaçak’ göçmenlerdir. Ben hiçbir insanın doğası itibariyle ‘kaçak’ olamayacağını düşünerek, bu yazı boyunca gerekli belgeleri (kimlik kartı, pasaport, vize, vb.) olmayan tüm göçmenleri ‘düzensiz’ göçmenler olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Ne de olsa insanoğlunun doğadaki hareketi kaçmak değil, yer değiştirmektir. Kaçaklık olgusu sadece devletler tarafından kurulmuş, tanımlanmış ve inşa edilmiştir.
Yunanistan ve diğer AB ülkeleri bu amaçla 2001 yılında Türkiye ile bir geri kabul anlaşması imzaladı. Buna göre, Türkiye üzerinden geçerek geldiği tespit edilen düzensiz göçmenler Türkiye’ye iade edilecekti. Ne de olsa Türkiye sınırları üzerinden geçerek AB’ye ulaşan transit göçmenlerin geçişlerinden Türkiye sorumlu idi. Türkiye devleti ise bu anlaşmanın gereklerini yeteri kadar yerine getirmedi ve iadesi istenen birçok düzensiz göçmeni kabul etmedi. Dahası bu konuyu AB sürecinde olabildiğince kullandı. Türkiye sınır yönetiminin ve güvenliğinin her halükarda gelişmiş olmadığını ve sınırdan geçenleri kontrol edebilecek yeterli kapasiteye sahip olmadığını savundu. (Bu sav geçtiğimiz seneler içerisinde geçersiz hale gelmiştir: AB’nin baskısı ve fonlarının desteği ile Türkiye sınır yönetimi büyük oranda teknolojik açıdan geliştirilmiş ve sıkılaştırılmıştır).
Ancak Türkiye’nin buradaki asıl amacı, AB ülkelerinin uyguladığı şiddetten kendisine de bir pay çıkarabilmesiydi. Bir an önce AB’ye girerek kendisini daha da kapalı sınırlar arasına almak isteyen Türkiye, geri kabul anlaşmalarını uygulayabilmek için, Türkiye vatandaşlarına vizesiz dolaşma hakkının verilmesi gerektiğini savundu. Ne de olsa hiçbir iyilik karşılıksız kalamazdı. Bugün ne AB, ne de Türkiye verilen tavizlerden memnun değil. İki taraf arasında oynanan bu siyasi oyun ise, her geçen gün arada kalmış birçok transit göçmenin hayatlarına bir miktar daha umutsuzluk eklemeye devam ediyor.
Düzensiz göçmenlerin, ancak özellikle transit düzensiz göçmenlerin yaşadığı en büyük hayat sıkıntısı umutsuzluk. Türkiye üzerinden giden transit düzensiz göçmenlerin yaşadıkları sıkıntılar bir yana, sınırı geçebilmek için insan kaçakçılarına verecekleri ücretleri biriktirebilmek için Türkiye’de geçirdikleri günler, Türkiye sınırları içerisinde uğradıkları pek çok sömürü şekli nedeniyle uzayıp gider ve umutsuzluk artar. Bu sürecin üzerinde durmakta fayda var: Sürekli bir bekleyiş ve beraberinde gelen umutsuzluk, insanoğlunun yaşayabileceği en kötü deneyimdir. Yaşam, umut olduğu sürece anlamlıdır ve yaşamdan umudunu yitirme ölmek ile eşdeğerdir.
Tüm bu hissiyatların nasıl geliştiğini ve bu süreçte yaşanılanları belki de göç üzerinde yazılmış hiçbir akademik teori yeterli düzeyde açıklayamaz. Ancak belgeseller, birinci ağızdan yazılan günlükler ve tanıklık yazıları bu süreci anlamamızı biraz daha iyi sağlayabilir. Bu konuda hazırlanmış en güzel örneklerden biri Berke Baş’ın yönettiği ‘In Transit’ adlı belgesel (2004) olsa gerek. ‘In Transit’, Türkiye üzerinden Batı’ya geçmeye çalışan biri Iraklı Arap, biri Iraklı Kürt, biri ise Nijeryalı üç ailenin öyküsünü anlatıyor. Baş, belgeselinde hiçbir akademik yazının yapamayacağı şekliyle sınırı aşmaya çalışanların hissiyatlarını bizlere birebir yansıtmaya çalışıyor. ‘Kıtaların birleştiği İstanbul’ şehrinin reklamlardan öte farklı sosyal alanlarının nasıl yaşandığını, tüketildiğini ve yeniden üretildiğini gösteriyor. Burada umuda duyulan ihtiyaç, belki de en iyi şekilde belgeselin tek bir karesinde yer alıyor: ‘Onlar, ancak gidecekleri gün için yaşıyorlar’.
Yukarıda bahsettiğim şiddetin dönüştürücü özelliği, sadece bir seferlik de değildir. Şiddete karşı oluşan yeni şiddet biçimleri, bunlara karşı oluşturulan yeni karşı-şiddet uygulamalarını da beraberinde getirir. Batının ideolojisine karşı gerçekleştirilen terör eylemlerini, terör eylemlerine karşı geliştirilen terörle mücadele eylemlerini düşünelim. Şiddet bu ortamda yukarıdaki resimde olduğu gibi, bir spiral halinde ilerler. Ancak asla son bulmaz. Şiddeti çözmek için örülen duvarlar ancak spirallerin kalınlaşmasını sağlar.
Duvar örme ve bedenen dışlama süreçleri, aslında iki farklı yeni alanların açılmasını sağlar. Öncelikle yukarıda bahsettiğim gibi, bedenen diğer tarafın görülmesini önler, dolayısıyla bilinmezliği arttırır. İkinci aşamada bilinmezlik akıllarda tehlike olasılıklarını arttırır ve son olarak bu süreç güvenlik politikalarının arttırılmasına imkân tanır. Bu üç etap, birbirini kovalar ve kısır bir döngü içinde devam eder.
Bugün özellikle seyahatlerde uçak yolu ile yapılan seyahatlerde, kara yolu ile yapılanlara göre çok daha sıkı kontroller uygulanıyor.[3] Örneğin Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya gibi ülkelerde bu kontroller 105 ml. Meyve suyunun bile havaalanından içeriye alınmaması gibi gülünç yöntemler uygulanabiliyor. Sınırdan geçme bu kadar kontrollü ve düzenli görünürken, sınırdan geçtikten sonra vize sürelerinden uzun süre ülkede kalanlar veya özel şirketlerin faydalandığı sayısız sayıdaki çalışma süresi dolmuş göçmen için için aynı oranda kontrol yapılmamaktadır. Ne de olsa bu kişiler ya Avustralya örneğinde olduğu gibi çoğunlukla Avrupa kökenli beyaz’lardır, ya da Amerika örneğinde olduğu gibi, ülke ekonomisine büyük katkı sağlıyorlardır. Kara veya deniz yolu ile gelenler ise hala ‘abject’tir: Denizden büyük hayati tehlikeler atlatarak zorlukla kıyıya varan göçmenler, ‘pis, bilinmez ve kara’dır.
Ancak duvarların örülmesi, iki tarafın birbirine gerçekte ne derecede bağlı olduğunu görmemizi engeller. Oysaki duvarın iki tarafındakiler de birbirlerine aynı bu spiraller gibi sımsıkı bağlıdır. Avrupa Birliği ekonomisinin hangi ülkelerden beslendiğini tespit etmek, belki bize bu konuda bir fikir verebilir. Irak’ta, Afganistan’da, Somali’de yerlerinden edilmiş milyonlarca insanın hangi süreçler sonucunda göç etmek zorunda kaldıklarını, bu süreçten beslenen savaş ekonomisinin boyutunu düşünmek bize yine hızlıca bir fikir verebilir. Duvarlar işte ancak iki tarafın birbirine bu derecede muhtaç olduğu koşullarda örülür. Filmin sonu ise her yerde aynıdır: Güvenlik rüyası her zaman son bulur.
Kaynakça
Bas, Berke (2004). In Transit, 55 min.
Candan, Can (2000). Duvarlar/Mauern/Walls, 83 min.
Foucault, Michel (1975). Surveiller et punir: Naissance de la prison, Paris: Gallimard.
Kristeva, Julia (1989) Black Sun, New York: Columbia University Press.
Kristeva, Julia (1982) Powers of Horror: An Essay on Abjection, New York: Columbia University Press.
[1] Sosyal bilimlerde giderek artan bir hızda kullanılan ‘insani sermaye’ kavramı, son derece tehlikeli kavramlardan sadece bir tanesi. İnsan’a ait olan her türlü içsel varlığı sermaye olarak gören düşünce şekli, günümüz neoliberalizminin en temel yapıtaşlarından birini oluşturur.
[2] Berlin duvarından bahsederken, ‘abject’in değişen doğasını en iyi şekliyle Can Candan’ın ‘Duvarlar/Mauern/Walls’ adlı belgeselinin gösterdiğini söylemeliyim. Ancak duvarların yıkılmasından sonra, ‘Alman bedeni’ yeniden inşa edilmeye ihtiyaç duyuldu. Bu süreçte ise Berlin’liler için ‘abject’, Batı/Doğu Berlin’li değil, şehirde yaşayan, büyük çoğunluğu Türkiye kökenli olan göçmenler oldu.
[3] Duvarların ‘sadece yatay hareketliliklere karşı bir sınır’ olduğu, ‘dolayısıyla sadece kara yolundan gelen hareketliliğe karşı olabileceği, ancak ne zihinsel, ne görsel hareketliliğe engel olabileceği’ konusuna dikkatimi çektiği için sevgili Neşe Ceren Tosun’a teşekkür ederim.