“Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın.” Hamlet’ten.
Yukarıya aldığım cümle William Shakespeare’in 1601’de sahnelenen Hamlet adlı oyunundan: “Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın”. Kürt entelektüelinin günümüzdeki içler acısı vaziyetini tartışmak için bu cümleden hareketle kimi spekülasyonlarda bulunmak istiyorum. Ama önce cümlenin bağlamını vereyim. Oyunun birinci sahnesinde geçer bu kısacık cümle. Danimarka’nın Elsinore kentinin Kromberg kalesinin surlarında iki nöbetçi dikilmiştir. Birkaç gündür yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Nöbetçiler gece bir hayaletle karşılaşmışlardır. İki gece üst üste görmüşlerdir hem de. Danimarka Prensi Hamlet’in öldürülen babasının hayaletidir bu. Nöbetçiler korku içindedir. Hayalet karşısında dilleri tutulmuştur. Hayalet oradan oraya hızla süzülüyor, nöbetçilere dadanıyordur. Ama hayaletin bu tekinsiz varlığı karşısında nöbetçilerin elleri kolları, basiretleri bağlanmıştır. Mızraklar anlamsız, kılıçlar beyhudedir. Bu kahrettiren durumu Hamlet’in dostu Horatio’ya açarlar. Horatio evvela hayalet fikrine aldırış etmez, deli saçması bir yanılsamadır ona göre bu. Kaldı ki, kulaklarla işitilene değil, gözlerle görülene inanan biridir. Sıkı bir pozitivisttir bir bakıma. Ne ki, ısrarlara dayanamaz ve bir gece kalenin surlarına Horatio da gelir. Hep birlikte hayaleti beklerler. Gece yarısına doğru hayalet yeniden, üçüncü bir kez görünür. Bütün vakarlığına rağmen Horatio da kesif bir korkuya kapılmıştır. En az nöbetçiler kadar şaşkındır gördükleri karşısında. Hayalet hakikaten de vardır, olanca dehşetiyle işte oradadır. Garibim nöbetçilerin dişleri takırdıyor, ne yapacaklarını bilemiyorlardır: “Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın”. Bilinmeyen karşısında atılan tiz bir imdat çığlıdır âdeta bu cümle. Horatio okumuş adam olmanın mağrurluğuna hiçbir surette halel getirmeden beklentiye cevap vermeye teşebbüs eder. Korkuya galebe çalıp cesareti kuşanmıştır. Hayalete avazı çıktığı kadar bağırır: “Dur, konuş, konuş diyorum sana, konuş!” Maalesef hayalet Horatio’yla konuşmaz. Sessizce, tüm haşmeti ile çekip gider. Az sonra yeniden görünür ama. Horatio kararlıdır, ne yapıp edip konuşacaktır onunla: “Dur ey hayal, / Dilin varsa, sesin varsa, / Konuş benimle!” Horatio bu sefer de eli boş dönmüştür. Hayalet tüm çabalara rağmen bir türlü konuşmamıştır. Neden sonra akıl ederler ki, hayaletle konuşabilecek, bu huzursuz, lanetli ruhun dilini çözebilecek tek kişi, bir başka okumuş adam olan Hamlet’ten başkası değildir.
Üç Özne, Bir Nesne ve Muammanın Gücü
Kelam etmeye çalışacağım mevzu için bu kadarı kâfi. Şimdi bazı sorular soralım entelektüelin “popüler marazlarına” ilişkin. Edebiyatın alegori ile olan ilişkisini bir parça eğip bükerek yol alacağım. Karşımızda birbirleriyle bağlantılı üç özne var: nöbetçiler, Horatio ve hayalet. Üç öznenin arasında da yer değiştiren bir nesne var: dil. Spekülasyona hayaletle başlayalım. Hayalet neden ilk göründüğü andan itibaren nöbetçilerle konuşup iletişime geçmemiştir? Karşılıklı konuşulacak bir özne olarak görmüyor mudur onları? Nöbetçilerin mutlak değersizliğiyle mi ilişkidir bu ketumluk? Görünen ama bir türlü işitilmeyen garip varlığı, nöbetçilerde neden salt korku duygusunu harekete geçirmektedir? Hayaletin muhataplarını korkutması, siyasi iktidarın doğasını ele vermez mi? Üçlü ilişki içinde hayalet korku hassasıyla iktidar hissinin, tahakküm dinamiğinin ta kendisidir. Son soruyu şundan ötürü siyasetle ilişkilendiriyorum: Bir başka İngiliz, Thomas Hobbes da, 1651’de yayımlanan meşhur eseri Leviathan’ı, yani deniz canavarı olarak modern devleti 17. yüzyılda korku duygusundan hareketle tartışmış, siyasi ve hukuki teşekkülün mayasını korkuyla karmış, siyasi teçhizatı korkudan hareketle temellendirmiştir. En saf haliyle öldürülme korkusudur bu. Modern burjuva devlet yapılanmasının bir yüzünde öldürebilme gücü bulunuyorsa, öte yüzünde de yaşatmagücü vardır. Öldürmeye muktedir olan yaşatmaya da muktedirdir. Devlet ölüm ve hayat üzerinde hâkimiyetini ilan etmiş emsalsiz güçtür. Düzen, huzur ve güvenlik: devletin siyasi Bir olma halinin kapılarını açan bu üç anahtar ancak mahut iki unsurun (öldürmenin ve yaşatmanın) istikrar ve sürekliliğine bağlıdır. Teolojik-ilahi tasavvurun dehşet saçan Tanrı anlayışından, bu kez dünyevi alanda korkutan devlet fikrine geçişin kaçınılmaz sonucudur bu. Egemen, öncelikle korkutandır. Korkutma vasfına sahip olmayan egemen, egemen olamaz. Hayaletler, canavarlar, şeytanlar; devlet adamları, savcılar, hâkimler; ölümler, idamlar, hapishaneler, işkenceler... Canavar-devlet zavallı uyruklarıyla asla konuşmayacaktır. Bunun için aracılara, nakliyecilere ihtiyaç vardır. Uyruk ve devlet arasındaki tek bağlantı noktası korkudur. Siyasi iktidar tüm çıplaklığı ve fütursuzluğuyla korkuda gizlidir; egemen korkutma fiilinin faili, uyruksa nesnesidir. Modern devlet ve iktidar yapılanmasının efsunu korkudur. Hayalet, bu anlamda gerçek iktidardır.
Halkın Kara Yazgısı: Susmak, Hep Susmak
Nöbetçilere geçelim şimdi. Nöbetçilerin hayalet karşısındaki dilsizlikleri sadece okumamış olmalarından mı kaynaklanıyor? İktidara söylenecek söz için, okumuş olmak mı lazım? Bilgi ve bilgi ile gelen türlü statüler (Horatio sarayda devlet adamları arasında yaşamaktadır) sözün tasarrufunu tekeline mi almıştır? Bu çerçevede nöbetçiler ve halk arasında bir ilişki kurulabilir mi? Bana kurulabilir gibi görünüyor. Kuşkusuz bu ilişkiyi tamamen biçimsel bir açıdan kuruyorum. Nöbetçiler güvenlik için oradadırlar. Bu doğru. Modern devlet örgütlenmesinde güvenliğin tesisi ve bunun ön koşulu olarak Yasa’nın zorlayıcı gücünün faalliği için silahlı güçler şart. Lakin Yasa’da tecessüm eden siyasi sözün kullanımıher koşulda egemene aittir, ona bağlıdır. Yasa söz konusu olduğunda, Cemal Bâli Akal’ın belirttiği üzere, “silahı elinde tutanın, güvenliği sağlayanın ya da uygulayıcının söyleyebileceği bir şey yoktur”. Silahın gücü, Yasa koyucu iktidarın “gücünün gölgesi” olabilir ancak. Halk ve nöbetçiler arasında kurulabilecek ilişkinin ortak paydası, hayalete söyleyebilecek hiçbir şeylerinin olmaması, siyasal alanda gölgemsi varlıklar olarak tezahür etmeleridir. Dolayısıyla halk da hayaletin huzurunda nöbetçiler kadar konuşma kabiliyetinden, gücünden mahrum kalacak ve korkacaktır. Halk iktidar karşısında dilsizdir. Zaten dilsiz olduğu için korkmaktadır. Hayaletin korku saçmasının ilk nedeni nöbetçilerle konuşmamasıdır. Nöbetçileri dinleyip dinlemediği bile belli değildir. Konuşabilseler, hayalet onları bir dinlese, bilinmeyen nedenler çözülüverse, korku da dağılıp gidecektir ama makûs yazgı buna müsaade etmez. Bilmedikleri olaylar karşısında şaşıran, neden ve sonuç ilişkisi kuracak araçlardan yoksun olan halk… Oyunun ilerleyen sahnelerinde Kral tarafından halk, akıl varlığı olarak değil korku ve panik edimlerine teşne, yarı meczup duygu varlığı olarak tanımlanır: “Halk denilen o güvenilmez kitle / Yargılarında akıllarını değil, gözlerini kullanır onlar / Bu yüzden suçu değil, suçluya inen kırbacı görürler”. Siyasi iktidarın bakış açısını, modern tahakküm ilişkilerinin mantığını tam olarak ele veren bir çıkarımdır bu. Halk kabadır, anlayıştan, muhakeme yetisinden mahrumdur. Yönetilen konumunda olmasının nedeni de budur. Siyasi iktidarın örgütlenmesi esnasında halka güvenilmeyecektir. Ne yapacağı belli değildir, davranışları önceden kestirilemezdir. Aklın değil, tutkuların esiridir halk. Çoğu zaman “şapşal” olarak görülmüştür. Durmaksızın kendinden taşan kalabalıktır, hudut tanımaz güruhtur. Halkın bilgiyle hemhal olması mümkün değildir. Sözden nasiplenemeyeceklerdir. Hasbelkader nasiplenirlerse, siyasi iktidar için tehlike çanları çalmış demektir. Mezarlık sahnesinde Hamlet müstakbel tehlikeye işaret eder: “Tanrı hakkı için Horatio, üç yıldır dikkat ediyorum da, öyle bilgiçleşti ki insanlar, köylünün ayağı saraylının topuğuna ulaştı, nasırını acıtmaya başladı”. Siyasi iktidar ayakların yöneliminin -bilgiçlikle bile olsa-, halkın bilgiyle olan ilişkisinin önünü almak durumundadır. Nitekim böyle de olmuştur. Okuma ve yazma uzunca bir süre küçük bir azınlığın ayrıcalığı olmuştur. Hülasa nöbetçiler zihnen bayağıdırlar, hayaletle konuşabilecek meziyetlere sahip değildirler. Nöbetçiler korkunun uç durumu olan umutsuzluktan ötürü Horatio’ya başvurmak zorunda kalmışlardır. Umutsuzluk, korkunun yoğunlaşmış, külçeleşmiş biçimidir. Bu bağlamda bilgi ve dille olan ilişkinin aksıya alınmasından kaynaklanan iki kötücül duygu nöbetçileri felç etmiştir: korku ve umutsuzluk.
Aracıların Varlık Nedeni: Hayaletlerle İlişkilenme
Son olarak, kurtarıcı kahramanımız Horatio’ya değinelim. Dilsiz halk (nöbetçiler) ile korku saçan hayalet arasında bir köprü, uğraktır Horatio. İlk bakışta masumdur. Kader, Horatio’ya bilginin kapılarını açmış, aklın nimetlerinden istifade ettirmiştir, hepsi bu. Onun payına da bu düşmüştür. Kamudan sıyrılmıştır, ayrıcalıklıdır. Dahası halk da bunu böyle görmektedir. Horatio sözün gücüne sahip bir kişiliktir. Ama adlandırılamayan, tanımlanamayan bir şeyle konuşmak neden hep bir bilgi meselesi olmuştur ki? Nöbetçiler ile Horatio arasındaki doğallaştırılmış ayrımın nedenleri nelerdir? Horatio’da olup da halk da olmayan ne vardır? Şayet hayalet lütuf buyurur da konuşursa nöbetçilerle değil de, Horatio ile mi iletişime geçecektir? Bu böyle olacaksa, fukara nöbetçilerin korkusu ebedmüddet sürecek midir? Suskunluk ne zaman bozulacaktır? Horatio halk ve iktidar arasında bir çeşit temsil işlevi mi görmektedir? İyi de, bu temsil işlevini nasıl gerçekleştirecektir? Daha da çetrefili, Horatio nasıl olur da, nereden ve hangi kaynaktan çekip çıkarıp da nöbetçilerin isteğini, hiçbir sorgulamaya tabi tutmaksızın yerine getirmeye çalışır ve hayaletle konuşmaya kalkışır? Şunu sormak istiyorum: Horatio, temsilde açığa çıkan sözün meşrulaştırılmasını nasıl mümkün kılabilmektedir? Temsiliyeti çarpıtarak aksettiremez mi mesela? Bunun olmayacağının teminatını kim verebilir? Hiyerarşik olarak hayalet ve halk arasında konumlanmış Horatio’nun küstahlığı nasıl değerlendirebilir? Horatio’nun ilk hatası, bağışlanmaz ilk günahı, Efendi’nin sözün tasarrufuna sahip olduğunu, icazeti olmaksızın da Horatio’nun Efendi karşısında bir hiç olduğunu unutmuş olması, hiçbir mesafe almaksızın temsil etme hissinin kuvvetleri tarafından iğva edilmesidir. Tüm bu negatiflikleri içinde tek pozitif tarafı, korkunun sınırlarını aşıp cesarete ulaşmasıdır. Hayaletle konuşmak bu düzlemde cesaret işidir çünkü. Entelektüel söz her şeyden önce cesareti şart koşar.
Kürt Entelektüelinin Horatiolaşması
Bugün Türkiye’nin siyasal alanında Kürt entelektüeli olarak arzı endam eden figürler, hayalet karşısında dilinin tutulmuş olduğu sanısına kapıldıkları Kürtlerin temsiline soyunmuşlardır. Burada türdeş bir entelektüel tipinden söz etmiyorum. Çeşitlilikleri yok saymak, entelektüeli tek ve kuşatıcı bir topluduruma indirgemek niyetinde değilim. Sadece baskın yahut genel bir eğilimi etrafından dolanarak deşmek istiyorum. Horatio’nun içine sürüklendiği yanlışı Kürt entelektüelleri de yaşamaktadır. Kürt entelektüellerinin yanlışı, trajik olduğu kadar tarihseldir de. Entelektüellerin hayaletle konuşma pratikleri, kamusal bir sorumluluk duygusunun, “olanı olduğu gibi anlatma” derdinin tezahürü değildir. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Tespitim şu: entelektüellerin siyasi iktidar tarafından gözleri kamaşmıştır. Entelektüel politikleştirilmiş söz üzerinde kullanım hakkı iddia edebildiği andan itibaren konuşma ediminin faili olabilir. Ne var ki, Efendi’nin menzilinden sözü çalarak, bu sözü halkla buluşturarak hüviyet kazanabilir ancak. Bunun için de öncelikle kamusal bir dil ve ortak bir hissiyat arayışını elden bırakmamalıdır. Oysa Kürt entelektüeli Efendi’nin dümen suyuna kapılmıştır. Efendi’nin kudretinden pay alabilmek için etik yükümlülüklerini hallaç pamuğu gibi savurup atmıştır. Toplumu, bir başka ifadeyle sözcülüğünü yüklendiği kesimleri bir tarafa bırakmıştır. Konformizm, gazete köşeleri, üniversite kürsüleri, televizyon ekranları entelektüelin ruhunu işgal etmiştir. Gelgelelim, tersten işleyen bir süreç var burada da. Kürt entelektüeli rotasını siyasi iktidara göre ayarlamıştır, yani durmaksızın ona bakarak, onu muhatap alarak konuşmaktadır muhtelif mecralarda. Pusulasını şaşırmıştır. Oysa konuşma eylemi bunun tam aksi istikamette cereyan etmelidir. Konuşma siyasi iktidarla olduğu kadar, halkla da olmalıdır. Hatta öncelikle halkla konuşulmalıdır. Ama sadece konuşmak da yetmez, hakiki bir iletişimin gerçekleştirilebilmesi için halk, buna “toplum” da diyebiliriz hiç fark etmez, “dinlenmelidir” de. Halkın dinlenilmesi nadirattandır ama. Ne de olsa, Kralın bahsettiği gibi halk “güvenilmezdir”, aşağı pozisyondadır, değersizdir. Horatio ve Hamlet de Kralın bu kanaatini paylaşır. Okumuş adamlar olarak onlar nezdinde de halk ikincildir, tali ve dilsizdir, tıpkı Kürt entelektüellerinin çoğunda olduğu gibi. Zaten entelektüelin vicdani gıdasını tedarik ettiği yer de burasıdır. Gönlü rahat bir biçimde sözün menzilene girerken halkın cehaletini, dilsizliğini veri almış, kabul etmiştir.
Zemin Kaybında Kürt Entelektüelleri
Kürt entelektüelleri konuşma esnasında sahip olmaları gereken uzaklığı, mesafe duygusunu kaybetmişlerdir. Entelektüellerin kamuya değil, hep ve her defasında devlete konuşmalarıyla açıklanabilir bu kayıp. Tek taraflı işleyen bir eleştirel mekanizmaya bel bağlanması, devletle sabitlenmiş konuşma ediminin apaçık kanıtıdır. Zemin kaybı da bu yüzden yaşanmaktadır. Sözü sarf ederken nerede, nasıl konum alınması gerektiği bulanıklaşmıştır. Entelektüellerin kahir ekseriyeti Kürt siyasi hareketine mesafe almaya çalışırlarken çareyi siyasi iktidara söylemsel olarak yaklaşmakta, ruhen yakınlaşmakta bulmuşlardır. Sözüm ona şiddetle aralarına mesafe koydukları için “temiz” ve “masum” kalmışlardır. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan gelişmelerden entelektüeller de sorumludur. Entelektüel aptal değildir. Yaptıklarının ve yazdıklarının farkındadır. Kürt siyasi hareketi de dâhil olmak üzere, siyasi hareketlere karşı mesafe alınması kalem erbabının selametinedir. Bunu tartışmıyorum. Mesafe ya da özerklik, elbette entelektüel açısından olmazsa olmazdır. Ama Kürt entelektüellerinde ipin ucu kaçmıştır. Ya siyasi iktidara ya da Kürt hareketine angaje olmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini. Bu bağlanma halinin iki türlüsü de yanlıştır, telafisi mümkün olmayacak felaketlere de gebedir üstelik. 18. yüzyıldan beridir sürmekte olan entelektüel algısının feci bilançosu ortada: entelektüel evrensel hakikatin taşıyıcısıdır, toplumun her zaman bir adım önündedir ve yol göstericisi, aydınlatıcısıdır. Bu kavrayışın faturası ezilenler cephesinde pahalıya patladı. İki yüz yılın yıkım ve bozgunlarıyla kayıtlıdır bu. Kürtlerin evrenselleştirilmiş bir hakikati varsa bile, entelektüel bu hakikatin yaratıcısı yahut tek aktif öznesi değil, müşterek, mütevazı bileşeni olabilir sadece. Entelektüelle halk arasındaki boşluğu telafi edecek olan etmen budur. Aydın figürünü toplumun en başında yürüyen bir buz kırıcısı olmaktan çıkaracak, toplum içinde bir kişi haline getirecek olan da, yine bu müşterekliktir.
Entelektüeller ve Temsil Krizi
Kürt entelektüelleri halkla özdeşleştikleri, halkı külliyen temsil ettikleri yanılsamasına kapılmışlardır. Bu yaparken de Horatio’nun günahını tekrarlamaktadırlar. Mutlak dilsel temsiliyet imkânsızdır oysa. Benim tartışmaya açık kanaatim şu: Bugün gelinen evrede bir halk olarak Kürtler dilsiz değildir. Her şeyden önce birikmiş deneyimleri vardır. Çeşitli imge ve sembolleri, yaşadıkları türlü hikâyeleri bulunmaktadır. Halk yaşanan bunca deneyimden sonra bilgeleşmiştir (“halk” kelimesine romantik bir anlam yüklemiyorum). Öyle bir bilgeliktir ki bu, sistematikleşen öldürülme korkusuna karşı kendi hayatta kalma önlemlerini yaratabilmiştir. Ölüm ve yaşam diyalektiğinde devletin ikili işlevine çomak sokulmuştur. Kürtler bu nedenle herhangi bir kesimle, “Hadi konuş onunla Horatio, sen okumuş adamsın” minvalinde bir ilişki içinde değildir. Ama iyi ama kötü bizzat kendi örgütlülükleri, siyasi tecessüm imkânları bulunmaktadır. Ayrıca, eylemsel varlıkları da göz önüne alındığında, hayaletten pek korktukları da söylenemez. Kürt entelektüeli dilsizlik ön kabulünden vazife çıkarma işini artık bırakmalıdır. Deneyimlerin aktarılması işi şimdilik sıkıntı arz ediyor olabilir ama aşılmayacak bir engel değildir bu. Hal böyle olmasına rağmen Kürt entelektüeli siyasi iktidar karşısında Kürtler adına sözalmanın cezbinden paçasını bir türlü sıyıramıyor. Entelektüelin siyasi edimi, hiçbir zaman temsil dolayımı vasıtasıyla politik iktidarla konuşmak olmamıştır. Temsil, temsiline soyunduğu özneyi ikinci bir kez dilsizleştirmek, sözün alanından tecrit etmek sonucunu doğurur. Öznenin, özneliğinin elinden alınarak nesne derekesine indirilmesidir temsil faaliyeti. Böylesi bir pratiğin entelektüeli iktidara yaklaştırdığı doğrudur. Politikleştirilmiş sözün gücü vardır. Siyasi iktidar bu gücün sonuna kadar farkındadır. Gücü terkisine almak için de azami çaba sarf eder. Gelgelelim Nilgün Toker’in kavramsallaştırmasıyla “entelektüelin siyasi sorumluluğu” cezbedilme, büyülenme çabasına karşı koyar. Ne var ki, Kürt entelektüeli fikirle olan ilişkini kopardığı, halkı hizaya getirmek, şekillendirmek istediği içindir ki, sorumluluk hissini de yitirmiştir. Entelektüelin elbette siyasi bir işlevi vardır ama entelektüel siyasetçi değildir. Arada ince bir sınır vardır ve maalesef Kürt entelektüelleri mütemadiyen bu sınırı ihlal etmekte, Kürtler adına söz alırken siyasileşip onlara ideal hayatlar kesip biçmekte, bu yüzden de küçük ve dağınık iktidar bloklarına dönüşmektedirler. Hakikatin şahitliğini yapma iddiası, hakikati oluşturan kuvvetlere eşit bir uzaklıktan ve eleştirel bir perspektiften bakmayla desteklenmediği takdirde kişiyi hakikat tiranına dönüştürebilir. Hamlet’in ölümünün yaşandığı son sahnede, Hamlet’in ölümü üzerine Horatio da kendini öldürmek ister. Hamlet’in göğsündeki son nefesleridir ve şunlar dökülür ağzından: “Her şeyi anlatacak kimse olmazsa geride / Eğer yüreğinde bir parça yerim olduysa / Uzak tut kendini bu mutluluktan / Ve bu haşin dünyada acıyla soluk almaya devam et / Ki hikâyemi anlatabilesin”. Entelektüelin tarih yazımını da ilgilendiren işlevi tam olarak bu değil midir bir yerde: eylemi, onun etkilerini, yani olanı biteni olduğu gibi anlatmak. Hikâyeleri duymayan kulaklara aktarmak… Nitekim Horatio da öyle yapar, acıyla soluk almaya devam eder dünyada. Kürt entelektüeli bu anlamda Horatio’nun bir hayli gerisine düşmüştür. Anlatısına hikâyelerden, eylemlerden mağduriyet kotarabildiği ölçüde kıymet biçmiştir. Başkaları adına sözü kuşanmak yetmiyormuş gibi bir de başkalarının acıları üzerine kimlik kurmak, varlık alanı açmak… Küstahlığın samimiyetsizlikle birleştiği, sözün itibarsızlaştığı eşiktir burası.
Krizden İstifa Etmenin Yolları Üzerine
Temsil krizinden çıkışın yolu, artık iyice suyu çıkmış ve hiçbir şey ifade etmeyen vicdanlara seslenmek değil, sorumluluk duygusuna yaslanarak olanı olduğu gibi aktarmak ve temsiliyet iddiasından vazgeçmektir. Kürt entelektüeli halkın vicdanı olmaktan sıyrılıp, “adalet duygusuna” yatırımda bulunmalıdır. Siyasi iktidarın anti-demokratik uygulamaları akabinde toplumun sadece vicdanı zedelenmez, adalet duygusu da hasar alır. İktidarın diline pelesenk ettiği “kamu vicdanı” ifadesi, politik içeriği yağmalayan boş bir gösterendir. Bir çeşit manipülasyon işlevi gören vicdana prim verilmemeli, her daim temkinli olunmalıdır. Vicdan ve adalet bambaşka olgulardır çünkü! Biri ahlakın diğeri politikanın derdidir. Siyasetin ahlakı değil, etiği olur. Ahlaki söz dünyaya düştüğü andan itibaren, peşi sıra bir “ötekini anlama-ötekine bakma” arzusunu tedavüle sokmaktadır. Kürt meselesi ötekini anlama ve eşanlı olarak ötekine kendini anlatma problemi değil, adaletsizlik üreten bir siyasi yapılanmanın eşitsizlik ilişkisidir. Vicdanın, politik ve etik bir mesele olan adaletin ikamesi haline getirilmesi politikanın sıfırlanmasıdır. Vicdanî bir sese tutunduğu içindir ki Kürt entelektüeli kimliğini mağduriyetle anlamlandırmakta, halkı da salt mazlumluk kodu içinde tasavvur etmektedir. Mazlumluğun “ipine tutundukça” da adalet arayışını sabote etmekte, politik söylemi dar bir “kimlik siyasetine” kilitlemektedir. Hayalet karşısında imtiyazlı söze kavuşmanın bedeli adalet fikrinden vazgeçmek, bu kesitte de hayaletin zorbalığını ikinci bir kez perdelemek, iktidarın eşitsizlikle yükseltilmiş varlığını gizlemek olmuştur. Kürt entelektüeli başkaları adına söz almanın vicdan temelli küstahlığından imtina etmeli, iktidar ve toplum arasındaki ilişkinin eşitsizliklerini ifşa etmekle yetinmelidir. Ayrıca kurban ve cellât, güç ilişkileri düzleminde aynı kefede yer alamaz. Kurbanın dokunulmazlığından, kutsallığından söz etmiyorum. Kurban da değerlendirilmeli, eleştirilmeli ama entelektüel elbette “suçluya inen kırbacı” sorun edecektir. Ama Türkiye’de bu böyle olmuyor. Kırbaç değil, kırbaca maruz kalanlar sorunsallaştırılıyor! Bunun yakın dönem örneği Uludere’deki kıyım sonrasında yazılıp çizilenlerdir. Cellâdın insanlar ve hayvanların yaşamlarına son verdiği akıllı bombalarının sorun edilmeyip kurbanların “kaçakçılık” mesleğini icra etmelerinden dem vurulması... Türkü ve Kürdü ile entelektüellik payesini kendine biçenler adına utanç vericidir bu! Bu payeden derhal istifa edilmelidir. Sorumluluk duygusunun tetiklediği politik-etik bir zemini inşa etmek, şu meşum baş dönmesine bir son vermek gereklidir. Topluma yukarıdan, devlete aşağıdan bakarak akıl fikir vermekten bıkıp usanmak ve nihayet bu yozlaşmış tutumdan vazgeçmek...
Spinoza, Platon’unun geliştirdiği, modern entelektüellerin de şu ya da bu şekilde etkilendiği uğursuz “filozof-kral” fikrine kapılmamanın panzehirini bulmuştur. Spinoza gerek temsil yalanı gerekse entelektüelin yönetim işlerine bulaşmaması için en büyük silah olarak “ihtiyat”a işaret etmiştir. Kürt meselesi gibi hassas bir konuda bir parça ihtiyat bile hakikaten pek çok düğümü çözebilir. Söz patlamalarının yaşandığı bir hadisat toplamı olarak Kürt meselesinde bana kalırsa son sözü söylemesi gerekenler, tüm sancılı deneyimleriyle Kürtlerden başkası değildir. İlle de aracılık edilecekse bakışın odağı Kürt halkı olmalıdır. Entelektüelin bu bakıştan amacı da halkın ayaklarının saraydakilerin topuklarına çarpmasına, egemenleri rahatsız etmesine olanak yaratmak, halkın bilgi ve söz ile iştigal etmesinin yollarını bulmak ve geri çekilmektir. Hayalet karşısında politik söze temas etme cesaretine halkın sahip olduğunu gösterebilmektir. Halkın hayaletlerle konuşabildiği yerde de, Che’nin hikmetli mecazı ile “intihar etmek”, kaybolmaktır. Tek kelimeyle feragattir bu: ihtişamdan, itibardan, ayrıcalıktan, “gölge güçten”... Türkiye’de demokrasi rejiminin inşası biraz da bu intihar sürecine bağlı. İçinde insanların kendilerini olanca çokluğuyla ifade edebildikleri, korku vesilesi hayaletlerin defedildiği bir demokrasi rejiminin ve yeni bir kamusal alanın tesisi akabinde, gerisi kendiliğinden gelir zaten.