3 Temmuz 2011 tarihinden beri futbol büyük bir kaos içerisinde. Tapeler, görüntüler, fotoğraflar, futbolcular, teknik adamlar, yöneticiler, yönetici ahbapları sözkonusu şike skandalının özneleri. Olaya/konuya uzak yakın herkesin bir kanaati oluşmuş durumda. Kimi ne olup bittiğinden, kimi hiçbir şey olmadığından emin. Kimi de kuşkulanmaya devam ediyor, hiçbir şeyden emin değil. Ama bütün bu süreçte net bir şey var, o da şikenin –ve tabii teşvik priminin- değişen görüntüsü.
Skandal patlak verene kadar futbolla yakından ilgilenen bir kişi için bir maçın şike kokması her şeyden önce o maçın şike için gerekli asgari şartları sağlamasıyla sözkonusu olan bir durumdu. Yani “şikeli” denilen maç son hafta ya da son 2-3 haftada oynanırdı ve şampiyonluğu ya da kümede kalmayı doğrudan ilgilendiren bir niteliği olurdu. Benim hatırladığım dönemlerde özellikle 1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’larda ligde iddiası olmayan bir takımın iddiası olan takıma karşı canla başla oynaması ayıptı. O takımın teşvik primi aldığı yönünde itham edilmesi için yeterliydi. Bununla birlikte bir takımın maçı kolay kaybetmesi yani erken ve sık aralıklarla yenilen goller sonucu oyunun erken kopması “maçta şike var..” demeye yeter ve artardı. Bu ithamlar biraz da fanatik taraftarın kendi takımının başarısızlığını gölgeleme, rakibin başarısını küçümseme ve sevincini kursağında bırakma faaliyetiydi. Taraftarın biraz da olayın böyle olduğuna, rakibin kendisini ancak şikeyle/teşvikle alt edebileceğine inanmak istemesiyle alakalı bir durumdu. Örneğin Mayıs 1988’de, sondan bir önceki hafta Rizespor, 3-1 geride götürdüğü maçta, son 20 dakikada bulduğu gollerle birkaç gün önce Federasyon Kupası’nı (şimdiki Türkiye Kupası) kazanmış güçlü Sakaryaspor’u, deplasmanda 4-3 yenince, kümede kalma mücadelesinde çekiştiği Denizlispor’un üzerine çıktı ve son haftada Bursaspor’u yenerek ligde kaldı. Denizlispor taraftarı bu maçı yıllarca unutmadı. Hatta kaderin bir cilvesi 1994’te tekrar 1.lige (şimdiki Süper Lig) çıkarken şampiyonluk maçını kendi evinde Sakaryaspor’la oynadı. Maç sırasında taraftarlar 1988’deki o maça sürekli atıf yaptı, hem Sakarya’yı hem de Rize’yi pek hayırla anmadı. Şu da bir gerçek ki, kimsenin elinde kesin bir bilgi yoktu, 1988’deki Sakarya-Rize maçının “şikeli” olması gerektiğine inanıyor, o maçın öyle addedilmesini istiyordu.
2000’lerde de görüntü genelde aynıydı. Yine ligin son haftalarında söylentiler çıktı. İddialara karşı, “maçta şike/teşvik olsa o futbolcu hiç o pozisyonda öyle yapar mı?..”, “Aziz Yıldırım her maçı aldı da bir tek 2006’daki Denizli maçıyla 2010’daki Trabzon maçını mı alamadı..” tarzında savunmalar iddiaları çürütür, sonra her takım taraftarında ve futbolseverde pek belli edilmese de bir tatmin duygusu oluşurdu. 2000’lerde aynı olmayan, belirgin bir şekilde değişen, iddiasız takımların “biz kimseye yatmayız, ya da çocuğumun ağzından bugüne kadar haram lokma geçmedi..” güdüsüyle canla başla mücadele etmeye başlamasıydı. Örneğin Mayıs 2001’de “Fenerbahçe teknik direktörü Mustafa Denizli ile Erzurumspor teknik direktörü Behzat Çınar 80’li yıllarda milli takımda beraber çalıştılar, Erzurum’un da zaten ligden düşmesi kesinleşti, yatar artık fenere..” diye bir söylenti çıktı. Erzurum’un hırslı oynaması sağlandı. Maçta da ilk yarıyı 1-0 önde kapattı. İkinci yarı maçı 2-1 kaybetse de kimse herhangi bir şike kokusu almadığı, yani sahada maçın genel gidişatına ters düşen bir şey olmadığı için herkes de oyundan memnun kaldı. Açıkçası şike skandalına kadar maçları temiz olduğunu değerlendirme ölçütü buydu. Genel olarak maçın görüntüsünden çoğunluk tatmin olduysa sorun yoktu. Tatmin olunmayan ve söylentisi çıkan maçlar (Sakarya-Rize maçı gibi) elde kesin/net bir bilgi olmasa da tarihteki tartışmalı yerini alır, taraftarlar arasında zaman zaman polemik konusu olmaya devam ederdi.
3 Temmuz 2011’den sonra şikenin görüntüsü değişti. Bilmem kaç maç şaibeli ve üstelik bunların içerisinde ligin ortalarında oynanan ve ilk bakışta “bu maçta bir insan neden şike yapmak/teşvik primi vermek ister?” diye sorgulanmayı hak eden maçlar var. Dahası 18 Mart 2011’de oynanan 1-2’lik Galatasaray-Fenerbahçe maçı bile var.
Şimdi asıl soruna geldik. Bu skandaldan herkes kurtulur. Kimi birkaç sene yöneticilik yapmaz, kimi birkaç sene futbol oynamaz. Hatta belki UEFA devreye girer, birkaç sene Avrupa kupalarına takım gönderilmez hatta belki –bu saatten sonra zor gibi görünse de- ligden düşürme olur. Ama sonuçta herkes kurtulur, hepsi geçer. Taraftarlığı, futbolseverliğine az ya da çok ağır basanlar da mağduriyetten haklılığa geçiş mücadelesi yaparak ve inanmak istediğine inanma özgürlüğü çerçevesinde kendilerini kurtarabilir.
Peki ya futbolsever ne yapacak? Onu düşünen var mı acaba? Futbolu sadece futbol olduğu için seven, futbol sevgisini yüreğinde taşıyanlar. 22 Mayıs 2011’de lig bittiğinde muhtemelen hiçbirinin aklında herhangi bir maçla ilgili bir şüphe yoktu. Fenerbahçe ve Trabzonspor çekişmeli bir ligi burun buruna bitirmişlerdi. Maçlar öyle kolay da kazanılmamıştı. Ne var ki, hiç tahmin etmedikleri, hiç işkillenmedikleri maçlar bile töhmet altında. Futbolsever şimdi, yıllarca Türkiye’de ve Avrupa’da mutlu memnun bir şekilde izlediği maçlardan endişe eder bir konuma geldi. Kendisini kandırılmış/aldatılmış hissediyor ve bunun daha önce kaç kez başına geldiği konusunda hiçbir fikri yok. Futbolsever şike/teşvik primi söylentileri çıktığında maçla ilgili dedikoduları, maçtaki pozisyonlarla birlikte düşünür, analizini yapar ve kararını verirdi. Hatta net bir şey söyleyemiyorsa bu durum o maçın beraat etmesi manasına gelirdi. Bu onun şikeye/teşvik primine karşı en büyük silahıydı. Aslında çok da sağlıklı bir şeydi. Futbolseverin sıkı sıkıya sarıldığı bir davranıştı. Çünkü bu, bir anlamda “o maçta bir sıkıntı var, başka maçlarda yok. Futbol genel olarak güzel bir şeydir..” demekti. O maç ötekileşir ama futbol temiz kalmaya devam ederdi.
Asıl örgütlenip yürüyüş yapması gereken futbolu sevenlerdir. Asıl mağdur onlardır. Kasım 1998’deki 3-3’lük Beşiktaş-Valerenga maçından sonra Şifo Mehmet’e (Mehmet Özdilek) “maç 3-0’dı oğluma yat, nasıl olsa maçı kazandık dedim, sabah kalkınca ben ona ne diyeceğim?” diye soran babadan farkı yoktur futbolseverin. Çocuğuna, yeğenine, etrafında futbolu sevdirmeye çalıştığı kişilere ne diyecek bu adam, fikri olan var mı?
Unutmadan, Türkiye’deki maçlar bir yana, 5-1’in rövanşında 11 Aralık 1985 günü oynanan ve Real Madrid’in Mönchengladbach’ı 4-0 yendiği UEFA Kupası maçına gölge düşürecek, saha dışında herhangi bir olay yaşanmamıştır umarım. Bunu kaldıramam çünkü, her ne kadar Real Madrid’i pek sevmesem de..