Özellikle Doğu Karadeniz bölgesini kafesleyen ve son yıllarda bir işgal ordusu tüm vadileri talan eden büyük şirketlere karşı, insanlar da seslerini yükseltmeye, vadilerini kurtarmak için mücadeleye etmeye başlamışken, bu zorlu durumu belgeleyen yapımlar da birbiri ardına izleyiciye sunulmaya başlandı. Dört üniversite öğrencisinin (Özlem Işıl, Umut Kocagöz, Volkan Işıl ve Ezgi Akyol) hiç bilmedikleri Doğu Karadeniz’e gelip HES vandalizmine yakından tanıklık etmelerinin bir izdüşümü olarak “Akıntıya Karşı” ortaya çıktı. Durumlarını, “ Akıntıya karşı durmak, HES projelerinin ‘asıl’ nedenlerinin ve bu projelere karşı gelişen farklı mücadelelerin varoluş anlamıdır. Bir yaşam felsefesinin sonucu olarak ortaya çıkan bu mücadeleler, yaşam alanlarının tahrip edilmesine karşı, direnişi mümkün ve zorunlu kılmaktadır” sözleriyle açıklayan ekip, Senoz'dan İkizdere'ye, Borçka'dan Loç'a, Hemşin'den Çamlıhemşin'e, Fındıklı'dan Şavşata'a kadar tanık olduklarını anlatmaya gayret etmiş. Hopa’daki Başbakan kargaşasının neticesinde yaşamını yitiren Metin Lokumcu’ya adanan belgeselle ilgili, ekipten Özlem Işıl ve Umut Kocagöz’le görüştük.
HES'lerle ilgili çalışmaya ne zaman başladınız? Sizin gündeminize ne zaman girdi daha doğrusu...
Umut: 2009 yılı Aralık ayı ortasında Ankara'da başlayan Tekel direnişi, var olan direniş biçimlerine önemli bir katkı sağladı. Ankara'nın merkez sokaklarından birinde kurdukları çadırlarla onlarca gün ve gece “nöbet” beklediler. Ankara'da bu direniş sürerken, Muğla'nın Köyceğiz ilçesindeki Yuvarlakçay üzerine kurulması planlanan HES projesine karşı Pınar köyü halkının yine çadırlar kurarak nöbet tutmaya başladıklarını öğrendik. Volkan bu iki direnişi ziyaret etme şansı buldu; okuldan arkadaşlarıyla birlikte çekimler yaptı. Özellikle Yuvarlakçay direnişi ilgimizi çekmişti; çünkü daha önce pek de farkında olmadığımız bir mücadelenin yükseldiğini gözleme şansımız olmuştu. Özlem, yüksek lisans çalışmasını HES karşıtı mücadeleler üzerine yapmaya karar verince, vadilere gidip orada neler olduğunu, neler yaşandığını görmek istedik. Tabii ki Doğu Karadeniz’i de çok merak ediyorduk.
HES'lerle ilgili bir belgesel çalışması yapmaya ne zaman karar verdiniz, sizi harekete geçiren hangi HES çalışmalarıydı?
Özlem: İstanbul'da düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu'nda, özellikle Doğu Karadeniz bölgesindeki HES projelerini daha yakından öğrenme şansımız oldu. Tabii daha öncesinde, ilk çalışmanın Fırtına vadisinde başladığını, Doğu Karadeniz bölgesinde çok önemli direnişler olduğundan haberdardık; fakat bunun kanaat düzeyinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 2010 yazında özellikle Doğu Karadeniz bölgesini kapsayacak bir yolculuk yapma fikrimiz vardı. Özlem, tezini oluşturan konunun ne olduğunu gerçekten görmek istiyordu; Volkan, hep beraber giderek bir belgesel çalışması yapmak niyetindeydi; Umut ve Ezgi ise hem HES mücadelesinin ne olduğunu öğrenmek hem de Doğu Karadeniz'i görmek için yolculuğa katıldılar. Yani aslında yola çıkarken ortada bir belgesel ekibi yoktu; yalnızca bir belgesel çekme niyeti olabilirdi. Zaten yeterli düzeyde ekipmanımız da yoktu yanımızda; bir el kamerası ve bir tripodla geziye başladık. Rize'ye geldiğimizin ikinci günü Senoz vadisine gitme şansımız oldu. HES projesinin nasıl bir şey olduğunu doğrudan gördük böylece. Volkan çekim yapmaya başladı; Umut, Ezgi ve ben de röportajlara dâhil olduk. Böylece yol içinde ortaya çıkan bir belgesel ekibi haline geldik.
Karadeniz'e gelmeden önce bir çekim planı yapmış mıydınız yoksa mevcut bölgelerdeki inşaatları mı takip ettiniz?
Volkan: Daha önce Trabzon'dan “öteye” geçmiş kimse yoktu aramızda. Bölgeyi bilmiyorduk yani. Bu nedenle gerçek bir planımız olduğu söylenemez. Aslında neyle karşılaşacağımıza dair de bir fikrimiz yoktu. Eş dosttan bulduğumuz, ASF'de edindiğimiz çeşitli telefon numaraları vardı elimizde. Rize'de Karadeniz İsyandadır Platformu'nun düzenlediği “Yaşam Yolculuğu” gezisindeki arkadaşlarla karşılaştık. Yolculuklarına bizden önce başlamışlardı ve bizim gitmek istediğimiz yönden geliyorlardı. Onlardan da bir sonraki istikametimize dair bilgi edindik. Böylece, Senoz vadisi sonrasında, daha önce çeşitli biçimlerde duymuş olduğumuz, çeşitli kanaatlerimizin olduğu vadilere doğru yola çıktık. Her gittiğimiz vadiden bir sonraki istikamette gidebileceğimiz ve konuşabileceğimiz isimlerin numarasını istedik. Örneğin seninle de bu şekilde, bize verilen adreste senin olman vesilesiyle tanışmış olduk. Eklemek gerekir ki, Akıntıya Karşı'nın bir yol hikâyesi olabilme koşulları, aynı zamanda karşımıza çıkan misafirperver insanların bize yardımcı olmasına bağlıdır. Evlerinde kaldık, sofralarına misafir olduk, bir sonraki gideceğimiz vadiler hakkında bilgiler aldık.
Bölgeye geldiğinizde belgesel olarak kaydetmeden karşılaştıklarınıza dair ne hissettiniz?
Ezgi:Daha önce hiç birimiz Rize ve Artvin’e gitmemiştik. Aslında bu iki şehrin kapsadığı bölgeye dair düşüncelerimiz de kanaatin ötesine geçecek nitelikte değildi. Bölge için çayın önemini elbette ki biliyorduk; Çernobil'in etkisini de... Fakat derelerin bölgede yaşayan insanlar açısından nasıl bir öneme sahip olduğunun farkında değildik. Sonbahar ve Bal gibi bölgede geçen ve bölgeye temas eden çeşitli filmlerin hafızamızda bıraktığı imajlar, Kazım Koyuncu'nun müziğinin tanıttığı Hemşin ve Laz dilleri dışında, aslında bölgeye dair çok da fikrimiz olduğu söylenemez: Yeşili muhteşem yaylaları, yoğun emekle çalışan kadınları gibi bilindik kanaatleri pek aşamıyorduk. Tabii öncelikle, daha adım atar atmaz Senoz'da HES'le karşılaştık. Yani bölgeye dair bütün kanaatimizin sıfırlandığı bir noktadan başladı gezimiz. Daha sonraki duraklarımızda ise, özellikle Hemşin ve Laz kültürlerinin yoğun olduğu yerlerde, farklı halkların ve çeşitli kültürlerin yaşadığına tanıklık ettik. Resmi Türk anlatısının bölgede yaşayan bütün insanları Laz olarak belirlediğini, hâlbuki Laz halkının bölgede yaşayan başka halklar gibi bir halk olduğunu; yani Karadenizliliğin eşittir Laz olmak olmadığını bizzat deneyimledik. Borçka'da Gürcüler'le tanışmamız ve çok sıcak ilişki kurmamız da bizim için çok önemli bir deneyimdi. Bunları belgeselin arka planı olarak değerlendirebiliriz. HES meselesinde ise yaşanan doğa katliamının yarattığı çeşitli duyguları; sinir, nefret, üzüntü vs…belgeleme istencine dönüştürmemiz aynı ana tekabül etti diyebiliriz. Bu açıdan yolculuğun kendisi aynı zamanda kayıt altına almakla paralel olarak başladı.
Bölgede HES'e karşı direniş gösteren bir kitle var ancak siyaseten sonuca baktığımızda iktidara oldukça destek çıktığını da görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Umut: Toplumsal mücadelelerin siyasal iktidarla ilişkilenişi arasında doğrudan bir bağlantı kurmak çoğu durumda güçleşiyor. Kimi toplumsal mücadeleler kendi çelişkileriyle birlikte varoluyorlar. Eylemi başka bir anlam yaratabilirken, düşüncesi aynı oranda değişmeyebiliyor. Şirketler mücadelenin tartışmasız ana hedefi olurken siyasal iktidara karşı daha çelişkili bir tutum sergilenebiliyor. Siyasal iktidarın, köylülerin karşısında şirketleri desteklediği köylüler tarafından açıkça hissedildiğinde bile adalet beklentisi yine iktidara yönelebiliyor. Bu duruma ek olarak başka bir pratik sorun da kendini gösteriyor. HES karşıtı mücadelenin temelde köylerden yükseldiğini hatırlamakta fayda var ve köyde HES mücadelesi verenlerin yılın belli bir kısmını büyük kentlerde sürdürdüğünü de görüyoruz. Dolayısıyla seçim sürecine bu kesimlerin ne kadar dâhil olduğunu/olabildiğini kestirmek de güçleşiyor. Tabii aynı zamanda burada direnişlerin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl bir politika izlediklerini de konuşmak elzem. HES karşıtı mücadele, genel olarak “derenin siyaseti” üzerine temelleniyor. Yani, dereler, ortak varlık olarak görüldüğünden ve belirli bir kullanım kültürü içinde dere ile ilişki kurulduğundan, derenin siyaseti o dere boyunca yaşayan bütün insanları ilgilendiriyor: bu insanlar içinde sosyalistler de var, AKP'liler de. Aynı pankartın arkasında yan yana yürüdüklerini biliyoruz. Bu açıdan bu mücadele tabana dayalı bir mücadele olarak şekilleniyor. Siyasal iktidar, makro bir parti olarak hükmünü yitiriyor, şirketi, kolluk kuvvetleri ve bürokratları olarak ortaya çıkıyor. Tabii seçim süreçleri her partinin ya da politik hareketin kendini çok daha makro düzlemlerde kurduğu ve bir çok dengenin aynı bağlam içinde kurulduğu bir zamanı ifade ediyor. AKP bugün, bölge için konuşalım, yalnızca HES'leri ifade etmiyor elbette: Karadeniz sahil yolunu bir “hizmet” olarak görenleri de ele alırsak, yol, özel mülkiyete geçiş, Kürt açılımı, muhafazakâr-Türk kimliğinin güçlü vurgusu vb. gibi birçok makro anlamı da ifade ediyor. Bu da oy verme pratiğini bir çok açıdan etkiliyor. Hemen bu duruma aykırı bir örneği verelim. Genel seçimlerde AKP'nin önde geldiği bazı yerlerde, özellikle HES meselesine yapılan vurgudan kaynaklı olarak, referandum sonucunun HAYIR çıktığını öğrendik. Değişimin anlık ve kesintili olmayacağını, bu mücadelenin uzun yıllara yayılan ve uzun soluklu bir mücadele olacağını söylememiz yeterlidir.
(Harita: Doğakaradeniz dergisinden alıntı.)
Burada yapılan HES'lere alternatif ne yapılırsa bölge bunlardan kurtulur, bir fikriniz/öneriniz var mı?
Ezgi: Biz İstanbul, İzmir ve Ankara'da yaşayan dört öğrenciyiz. Bu açıdan o bölgede yaşayan insanlara, buradan, bir alternatif sunmanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Fakat kendi yaşadığımız yer açısından, yani “büyük şehirler” açısından bazı şeyleri konuşabiliriz. Özellikle bölgeye baktığımızda, tarım ve hayvancılık politikalarının son derece yıkıcı olduğunu görüyoruz. Bu aynı zamanda biz şehirde yaşayan insanların temel gıda ihtiyacını çeşitli büyük gıda şirketlerinin eline bırakmanın da bir politikası. Sağlıklı ve nitelikli gıda için çiftçilik yapan insanların desteklenmesi, onların kendi varlıklarını devam ettirebilme (ve elbette isterlerse başka türlü yaşayabilme) koşullarının sağlanması gerekir. Bu da köy ile şehrin dayanışması, birlikte bir gelecek örgütlemesi anlamına gelir. Bunun için kurulmuş çeşitli tüketim kooperatifleri var. Hem çiftçinin (gerçekten) organik üretimini teşvik ediyor, hem de örgütlenerek kendini var etmesini. Aynı zamanda bu kooperatifler kentteki insanların sağlıklı gıda ihtiyacına hizmet ediyor. Herhalde ilk yapılması gereken şeylerden biri gıda egemenliğinin kazanılması, bunun için dayanışmaya, örgütlenmeye ihtiyacımız var. İkinci olarak, HES meselesinin arka planına baktığımızda, belgeselde de sıkça ifade edildiği üzere suyun ticarileşmesi olgusunu görüyoruz. Bir yandan biz kentte yaşayan insanlar için zaten ticari bir meta olan su, ortak varlıkların metalaştırılması ile birlikte tek gerçeklik kılınmak isteniyor. Buna küresel çapta uygulanan ve şu an Türkiye'deki siyasal iktidarın da çok ciddi biçimde yapageldiği neoliberal politikaların neden olduğunu söyleyebiliriz. Suyun, eğitimin, sağlığın, gıdanın ticarileştirilmesi, niteliksizleştirilmesi, köyde de, kentte de yaşanan bir olgu. Genel olarak bu duruma bir alternatif üretmek, buna karşı örgütlenmek ve mücadele etmek gerektiğini düşünüyoruz.
Belgeseli tamamladıktan sonra bölgeye ziyaretleriniz oldu mu? Belgeseli bölgede gösterdiniz mi, nasıl tepkiler aldınız?
Özlem:2010 yazında bölgeden döndükten sonra 2011 yazında tekrar bölgeye gittik. Bu sefer yanımızda, belgeselin 0. versiyonu dediğimiz bir kurgusu vardı. Bu versiyonun gösterimlerini çekim yaptığımız vadilerde, çay alım yerlerinde, köy meydanlarında yaptık. Hem bunu belgesel etiği açısından önemli bulduk, hem de eksik bıraktığımız yerleri birlikte konuşmak, önerileri ve eleştirileri almak istedik. O uzun ve pek kötü versiyona dahi katlanabilen insanlardan çok güzel tepkiler aldık. (gülüşmeler :) Bu bizim motivasyonumuzu arttırdı ve belgeselin son halini vermek için motive edici oldu.
(Fotoğraf: Doğakaradeniz dergisinden alıntı.)
Belgeselin adı neden Akıntıya Karşı?
Volkan: “Akıntıya Karşı”nın bizim için 3 temel anlamı var. İlki, Artvin'de Neşe Karahan'ın bize aktardığı, Çoruh nehrinde akıntıya karşı kürek çekme hikâyesi. Batum'dan Artvin'e, eskiden, Çoruh üzerinden gidilirmiş ve bu pek zahmetli yolculuk akıntıya karşı gerçekleşirmiş. İkincisi, içinde bulunduğumuz süreçle ilgili. Mevcut siyasal iktidar, yalnızca anayasayı değiştirme planları yapmıyor; yargı süreçleri değişiyor, polis yapılanması değişiyor, insanlar gerekçesiz bir şekilde yıllarca tutuklu kalmaya zorlanıyor. Yani bir yandan insanların kendilerini ifade edebilecekleri ve haklarını arayacakları mekânlar ortadan kaldırılıyor, “önlemler” arttırılıyor. Diğer bir yandan ise ki bu çok daha önemli, toplumun yapısı değiştiriliyor: neoliberal politikalar, doğal olarak neo-liberal bireyleri inşa ediyor ve toplum bir açık hava hapishanesine dönüşüyor. Hobbes'un devletli toplum için söylediği şey bugün neo-liberal devlet için tamamen geçerli. Bu bizde, bir “büyük karanlık” hissi uyandırıyor: gündelik hayatın faşizmi siyasal iktidarın faşizmi ile paralel bir şekilde inşa ediliyor. Yani süreç tamamen akıntıya karşı gelişiyor. Ve son olarak, bütün bu süreçlere karşı direnişler, tam da o Çoruh üzerindeki kürekler gibi akıntıya karşı yol almak durumunda. Akıntı üstümüze geliyor (dere geldi derler bölgede). Canımızı kurtarmaktan öte, yeni bir yaşam inşa etmekle yüz yüzeyiz.
Siz mahkeme kararlarının bile uygulanmadığı HES inşaatlarında belgeledikleriniz dışında neler gördünüz? Sizce durum tamamen umutsuz mu?
Umut: Tanıklıklarımızı olabildiğince belgesele yansıtmaya çalıştık. Loç vadisindeki çekimlerimizde jandarma kameramıza el koydu, görüntülerimizi sildi. Belgeselde de bu durumu ifade etmeye çalıştık. Silinen görüntülerde, jandarmanın önce kadınları, sonra da bu duruma direnen erkekleri gözaltına almak istediğini gördük. Bu belki de bizim için süreç açısından bir haberci niteliğindeydi. Daha sonra benzer görüntülere Sinop Gerze'deki termik santral sürecinde, Erzurum Tortum'daki ve Trabzon Solaklı'daki HES sürecinde rastladık. Siyasal iktidar, bu projelerin uygulanması için elinden geleni yapacak, bu açık görünüyor. Gerektiği zaman uydurma kararlarla yargıyı, gerektiği zaman da bizzat kolluk güçlerini kullanarak çatışmanın artacağını söyleyebiliriz. Fakat yukarıdaki saydığımız örneklerde, yani o bölgelerde yaşayan insanlar mücadeleye devam ediyor ve ne pahasına olursa olsun kazanıyorlar. Şunu söylemek belki de yerindedir: bu mücadeleler kaybederse, doğada yaşayan bütün canlılar, bölgede ve coğrafyada yaşayan bütün insanlar kaybeder. Bu yüzden kaybetme lüksümüz yok. Belgeseli 31 Mayıs 2011 tarihinde Hopa'da polis tarafından öldürülen Metin Lokumcu'nun anısına adadık. Bu mücadelede yaşamını kaybeden ilk kişiydi Metin hoca. Fakat mücadelenin neler pahasına gerçekleştiğini bir kez daha gösterdi. Umutluyuz.
HES ve baraj inşaaları var gücüyle devam ediyor bir taraftan, bir devam belgeseli düşünüyor musunuz?
Ezgi:HES'lere dair net bir projemiz olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca belgesel yapmak imkan ve zaman isteyen bir şey. Biz biriktirdiğimiz burslarla yapabildik belgeseli; her zaman bu imkânı bulmak zor. Aynı zamanda biz kendimizi en azından Akıntıya Karşı'nın yapım sürecinde kelimenin profesyonel anlamıyla “belgeselci” olarak konumlandırmadık. Bundan sonra ne yapacağımızı da planlamadık bu açıdan.
Akıntıya Karşı çeşitli festivallerde de gösterildi, yaygınlaştırılması için neler yapıyorsunuz?
Umut: Öncelikle kendi imkânlarımızla bir miktar çoğalttık, belgeselde yer alan insanlara, bize destek olan insanlara ulaştırmaya çalıştık. Elbette ki filmin yaygınlaşmasını, özellikle HES yapılması planlanan yerlere ulaşmasını, izlenmesini ve siyasal iktidar ve şirketler tarafından ortaya atılan kanaatlerin süpürülmesini istiyoruz. Tabii bu yalnızca bir belgesel film ile olacak şey değil, ama bir katkısının olacağını umuyoruz. Kendi imkânlarımız bir yere kadar el veriyor tabii. Çeşitli odalarla görüşmeler yapıyoruz. Çoğaltmak için bir yol bulacağız diye düşünüyoruz. Festivallere katılımımız da sürecek.
Söyleşi ve fotoğraflar: Uğur Biryol ([email protected])