20 Mayıs 2012 Pazar akşamı NTV kanalında “Eurovision’un Gizli Tarihi” adlı BBC yapımı bir belgesel yayımlandı. “Gizli” denilen ve belgeselde de ana hatlarıyla bahsedilen, Eurovision’un bir Soğuk Savaş –tam olarak bu kelimelerle olmasa da- ürünü olduğuydu. Yarışma, Batı Avrupa ülkeleri devlet televizyonlarının oluşturduğu yayın birliği tarafından ilk kez 1956’da düzenlendiğinde ABD ve SSCB arasında bütün şiddetiyle bir Soğuk Savaş yaşanıyordu. Belgesele göre yarışmanın amacı, Batı’da “işlerin yolunda ve herkesin mutlu olduğunu” Doğu Avrupa’ya göstermekti. Orta ve üst sınıfa hitap eden yarışma o dönemin şartlarında görsel bir şölen sunuyordu. Batı’da sadece belli bir kesimin değil herkesin tüketici olduğunu göstermeye çalışırken, “perhiz yapan insanın önünde kebap yiyen görgüsüz” misali Doğu’yu kıskandırma mücadelesi veriyor, Doğu’nun Batı’daki hayata öykünmesi için elinden geleni ardına koymuyordu. Doğu Avrupa’nın Eurovision’a alternatif olarak Polonya’da 1961’de düzenlemeye başladığı Sopot Müzik Festivali, Eurovision’un popülerliğine yetişememişti. Doğu Avrupa ülkeleri Eurovision yayınının izlenmesini engellemeye çalışıyor ama yine de bu ülkelerde Eurovision hayranlığının oluşmasının önüne geçemiyordu. Hatta SSCB’de Gorbaçov’un Glasnost (Açıklık) politikası işlerlik kazandığında halkın Eurovision Şarkı Yarışması’nı izlemesini engelleyecek bir şey de kalmamıştı. Batı, popüler kültürü ile Doğu’ya saldırmış ve başarılı da olmuştu.
Açıkçası belgeselde anlatılanlar, küçüklüğünde ya da gençliğinde heyecanla bu yarışmayı izleyenleri, (benim gibi) Eurovision Şarkı Yarışması ile arasında nostaljik bir bağ kuranları hayal kırıklığına uğratacak cinstendi. Bununla birlikte, anlatılanlar, “hadi canım, olur mu öyle şey” denecek, akla mantığa uymayacak türden şeyler de değildi. Bu noktada şu soruyu sormak gayet yerinde olurdu. Eurovision Şarkı Yarışması, Batı’nın SSCB ve Doğu Avrupa’yı popüler kültürüyle “vurmaya çalıştığı” bir silah ise Türkiye bu silahın neresinde duruyordu? Bir kere Doğu Bloku ülkesi olmadığından önünde durmadığı kesindi. Arkasında durduğunu söylemek de güçtü. Zira sosyal, ekonomik ve kültürel olarak Batı’yla aynı noktada olmadığı için ortak herhangi bir şey ihraç etmesi düşünülemezdi. 1975’ten itibaren yarışmaya katılmaya başlayan Türkiye, Doğu Bloku gibi silahın tam önünde durmuyordu ama her nerede duruyorsa serseri kurşunlarına hedef oluyordu. Eurovision Doğu Avrupa’da ilgi görmüştü. Batı’ya, müziğine, popüler kültürüne, yaşam tarzına ilgiyi artırmıştı. Hatta Doğu Bloku’nun çözülmesine yardımcı olmuştu. Peki Türkiye’ye etkisi nasıl olmuştu?
Eurovision’un Türkiye’de etkisi iki şekilde görülmüştü. Birincisi, modernleşme sürecinde yönünü Batı’ya çevirmiş bir ülke olarak, onun popüler kültürünü, yaşam tarzını -Doğu Avrupa ülkeleri gibi gizliden gizliye değil- rahat bir şekilde takip etme fırsatı bulmuştu. Eurovision Şarkı Yarışması, Türkiye’ye, hem katıldığı yıllarda dans ve kostümlerle birlikte Batı müziğinden örnekler sergilemesine hem de Türkiye’de popüler müziğin gelişmesine olumlu katkı sağlamıştı.[1] Belki de Batı’nın Eurovision’la Doğu Avrupa ülkelerine empoze etmek istediği –Batı tipi veya Batı’ya öykünen müzik ve yaşam tarzı- serseri kurşunlar biçiminde Türkiye’ye isabet etmişti. İkincisi, yarışma Türkiye’de, Batı’ya –Doğu Avrupa ülkelerinden farklı olarak- olumsuz bir bakış açısı doğurmuştu. Bu, şüphesiz yarışmalarda alınan kötü derecelerden kaynaklanmıştı. 1975-1991 yılları arasında alınan en iyi derece 1986’da Halley şarkısıyla Klips ve Onlar grubunun elde ettiği dokuzunculuktu. Başarısız sonuçlar, Türkiye’nin katıldığı şarkılardan ziyade toplumun Türk ve Müslüman kimliğine, Hristiyan Avrupa’nın dışlayıcı tavrına bağlanmıştı. Buna bir de 1989’da Avrupa Topluluğu’na üyelik başvurusunun reddedilmesi de eklenince Avrupa’ya karşı duyulan soğukluk, yarışmaya küskünlüğü getirmiş,[2] 1992’den 2003’e kadar, -1997’deki sürpriz üçüncülüğe rağmen- deyim yerindeyse Türkiye’de Eurovision unutulmuş, yok sayılmıştı. Kasım 2002’de iktidara gelen ve Avrupa Birliği’nden tam üyelik için müzakere tarihi almayı hedefleyen AKP, Türkiye’nin Avrupa’daki imajına büyük önem vermiş, Eurovision’u da etkili bir tanıtım platformu olarak görmüştü. Eurovision politikasında değişikliğe giderek, 1992’den beri Türkiye’den amatör şarkıcıların gittiği yarışmaya 2003’te Sertab Erener gibi ünlü ve güçlü bir sesi –öyle ulusal final de yapmadan- gönderme kararı almıştı. Yarışmada Türkiye, tarihinde ilk kez birinci olunca ülkede Eurovision’a yeniden ilgi duyulmaya başlanmıştı. 1990’lı yıllarda Eurovision’u küçümseyen, zaman kaybı olarak gören şarkıcılar ulusal elemede kaybetme riski olmadan gelen Türkiye’yi temsil etme teklifine balıklama atlıyor, yarışmayı kariyerleri için Avrupa’ya açılan bir pencere olarak görüyorlardı. Fakat toplumda, Eurovision’a olan ilginin aynı oranda Doğu-Batı ayrımın kalmadığı Avrupa’ya da olduğunu söylemek güçtü. Sonraki yıllarda alınan yüksek dereceler ulusal gurur kaynağı olarak milliyetçi duyguları kabartırken olumsuz ya da yetersiz derecelerin sebebi olarak, bize “biz” olduğumuz için ya da her ne sebeple olursa olsun bir türlü oy vermek istemeyen belli ülkeler veya birbirini kayıran komşu ülkeler gösterilmişti. Yarışmaları sunan Bülend Özveren sadece hangi ülkelerin hangi ülkelerle komşu olduğunu ve bu yakınlık temelinde oy verdiğini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda siyasi analizleri ile deyim yerindeyse “Türk düşmanlarının” kolaylıkla ifşa edilmesine yardımcı oluyordu. Yarışmaya milliyetçi bakış açısı, kendi içerisinde çelişkiler de barındırmıyor değildi. Milliyetçi yaklaşım, örneğin 1979’da 21. Peron adlı grubuyla İtalyan asıllı Maria Rita Epik’in,[3] 2012’de Musevi asıllı Can Bonomo’nun Türkiye’yi temsil etmesini sorun etmiyordu. Milliyetçi bakış açısının diğer çelişkisi dil konusunda oldu. Yarışmaya Türkçe şarkılarla katılma kararlılığından ilk taviz 2003’te Sertab Erener’in “Every Way That I Can” şarkısıyla değil, 1980’de bizim “Petrol” olarak bildiğimiz “Pet’r Oil” şarkısıyla verildi. Ardından 1982’de Neco “peşimden koşanlar nerde hani” derken biraz da “hani”yi Avrupalıların “honey-tatlım” şeklinde algılamalarını amaçlıyordu. Ardından 1986’da Klips ve Onlar grubu “Halley” şarkısıyla birkaç dilde Avrupalılara selam göndererek sempati toplamaya çalışıyordu. 2003’ten sonra Türkiye ekseriyetle İngilizce şarkılarla yarışmaya katıldı. Amaç daha çok insana ulaşmak ve oy toplayarak iyi bir derece almaktı. Yine de bu her yıl, şarkı İngilizce mi olsun Türkçe mi olsun tartışması yapılmasına mani olmuyordu.
Türkiye’deki etkisini bir kenara koyarsak, sonuçta Eurovision Şarkı Yarışması belgesele göre hedefine ulaşmıştır. Soğuk Savaş sonrası da varlığını ve etkisini daha da artırarak devam ettirmektedir. Üstelik Doğu Avrupa ülkeleri ve Rusya da bu yarışmaya katılmaktadır. Son on yılda organizasyon, hafif müzik beste yarışmasından Soğuk Savaş dönemini mumla aratacak biçimde kapitalist ruhlu görsel bir şova dönüşmüştür. Müziğin evrenselliğinin binlerce insanı barış ve dostluk sloganlarıyla her yıl bir araya getirmesi ise bu olumsuz görüntüye en büyük teselli kaynağıdır.
[1] Avrupa’da sevilen yabancı şarkıların Türkçe versiyonlarının yapılması popüler müziğin gelişimine ivme kazandırmıştır. Bazı Eurovision şarkıları da yabancı şarkılara Türkçe söz yazılarak piyasaya sunulması furyasından nasibini almıştır. Örneğin 1973 birincisi Ann Marie David’in “Tu te reconnaitras” adlı şarkısını, Nilüfer yine aynı yıl “Göreceksin Kendini” adıyla, 1975’in birincisi Teach-In grubunun "Ding-A-Dong” adlı şarkısını, Füsun Önal yine aynı yıl “Söyleyin Arkadaşlar” adıyla seslendirmiştir.
[2] Küskünlüğün sebebi olarak özel kanalların yayına geçmesi ve halkın kendini mutsuz eden Eurovision yerine farklı kanallarda farklı eğlence programlarına ilgi göstermeyi tercih etmesi de söylenebilir.
[3] Ne var ki, Maria Rita Epik & 21. Peron 31 Mart 1979’da İsrail’de düzenlenen yarışmaya katılamamıştır. Zira, 26 Mart 1979’da Mısır ve İsrail arasında imzalanan barış antlaşmasının Arap dünyasında tepki çekmesi ve yarışmanın Tel-Aviv’den Kudüs’e alınması üzerine Arap ülkeleriyle ilişkilerini bozmak istemeyen Türkiye son anda yarışmaya katılmaktan vazgeçmiştir.