Trabzon Katolik Kilisesi’nde, 6 Şubat 2005’te ayin esnasında silahlı saldırıya uğrayan rahip Andrea Santoro’nun infazı uzun süre konuşuldu, tartışıldı, önümüze “reşit” olamayan bir genç konulduğunda artık her şey çok geçti. O dönemlerde kentteki milliyetçi dalganın kabarmasında en önemli pay kuşkusuz yerel medyanındı. Santoro cinayeti tam anlamıyla aydınlatılmadı ki biz bu filmi, “milliyetçi hislerine yenik düşmüş genç” martavalını yani iki sene sonra çok acı bir biçimde tekrar yaşadık Hrant Dink’le. İdeoloji, Gündelik Hayatta Milliyetçilik üst başlığıyla ele alınan, Tanıl Bora’nın da kısa ve anlamı bir önsöz yazdığı Santoro cinayetiyle ilgili bir kitap yazan Birkan Yüksel’le kitabı üzerine söyleştik.
İdeoloji ve Gündelik Hayatta Milliyetçilik, Rahip Santoro Cinayeti ve Basında Temsili
Celal Birkan Yüksel, Genesis Kitap, 352 sayfa, 20 TL
İdeoloji/Gündelik hayatta milliyetçilik başlığıyla yazdığınız kitapta Rahip Santoro cinayetini temel almışsın. Neden Santoro cinayetini seçtin?
Santoro cinayeti bağlamında haber metinlerini incelemek Türk sağının iki önemli bileşeni olan milliyetçi ve İslamcı yönelimleri irdelemek açısından daha imkânlı gözüktüğü için
bu tercihi yaptım. Faşist atmosferin tavan yaptığı 2007 yılında vuku bulan Zirve katliamı ve Hrant Dink cinayetinde, hadiseleri meşrulaştıran dilin hemen kullanmaya teşne olduğu açık argümanları vardı. Ermenilik ve misyonerlik gibi... Santoro ise basit bir Katolik rahibiydi. Ancak aynı atmosferik hallerin bir sonucuydu. Dolayısıyla klişeleşmiş argümanların kolaylıkla kullanıma açılamayacağı bir cinayet bağlamında dahi milliyetçiliğin nasıl bir üst anlatı olarak kurulduğunu gözlemek, burada bile milliyetçiliğin ne derece etkili olduğunu anlamaya çalışmak önemliydi. Nitekim en mahcup metinlerde dahi son derece görünür bir milliyetçi söylemin söz konusu olduğunu gözlemledim.
Santoro cinayetinin işlenmesine kadar gelen aşamada sence bunu "tetikleyen" ilk hareket nedir?
Ben bu cinayeti, Türkiye tarihi boyunca vuku bulan bir dizi başka cinayetin yahut ana gövdesini milliyetçi saldırganlığın oluşturduğu birçok acı hadisenin oluşturduğu evrenin bir parçası olarak görme eğilimindeyim. Dolayısıyla tetikleyici ideolojik unsur elbette genel anlamda, İmparatorluktan devralınan Türkçü / etnisist / dışlayıcı saikler ile Cumhuriyetin de belli bir formda ana ideolojik gövdesini oluşturan milliyetçiliğin yaygın kabulü ve kullanımıdır. Ermeni tehciri gibi büyük çaplı bir felaketten, ona oranla daha kısmi bir tahribat yaratan başka türkleştirme hareketlerine, Sabahattin Ali'nin katledilmesinden, Maraş, Çorum, Sivas ve 6-7 Eylül'e, ne yazık ki daha da uzatılabilecek bir listenin son halkalarından biri idi Santoro... 2007 özelinde bakarsak, her zaman orada olan bu saldırgan potansiyelin çok daha görünür olduğu bir yıl oldu 2007, herkesin bildiği üzere. Bu saldırgan görüntünün çok özel bir başlangıç anı olduğunu düşünmüyorum. Sosyolojik temeli açısından, geçmiş hadiselerde harekete geçen ne ise burada da harekete geçen o oldu. AKP iktidarının, kendinden önceki siyasal seçkinlerin girişmediği bazı reformlara niyet etmesi, sorunlu alanlardaki açılım imkân ve ihtimalleri, hızla gerileyen yahut geriletilen geleneksel Kemalist blokların, hiçbir zaman çok ta uzak sayılamayacakları ulusalcı, özcü, etnisist ögelerle iyice ilerleyen flörtleri, Kürt hareketinin yeniden güç kazanması, Ermeni meselesinin ivme kazanışı gibi o döneme ilişkin bazı özel görüngüler anımsanabilir. Geleneksel iktidar bloklarının amacı ne olursa olsun, Cumhuriyet tarihinin en ciddi meydan okumasına maruz kaldığı bir dönem ve halen de devam ediyor. Buna her zaman olduğu gibi demokratik bir tarz ile değil, korumacı, bölünme paranoyalı, “elden gidiyor”lu bir refleks ile karşılık verildi. Muhalefet de gayet özcü / Türkçü ve milliyetçi bir içeriğe sahipti. Aydınların, Avrupa Birliği mahreçli gelişmelerin, yabancıların -sayısı artırılabilir bu ögeler arasındaki geçiş bilindiği üzere gündelik faşizm için hiçbir zaman mesele olmamıştır- büyük ihanetiyle elden gitmekte olan vatan nosyonu yeniden popülerleşti. Yeri gelmişken 2007'nin ardından iktidar performansına baktığımızda ise aslında o meydan okumanın da pek büyük bir kırılmaya tekabül etmediği gerçeğini görüyoruz. Eskisinden çok farklı refleksler izleyemedik... Hatta güçlü bir muhafazakâr, İslami söylemin de mevcut milliyetçiliklere eklemlendiği daha karanlık bir dönem yaşıyoruz... “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”den çok daha farklı bir noktada olmadığımız anlaşılıyor...
Bu cinayete bakarken medya açısından genele yansımayan değişik bir durum fark ettin mi?
İlk anda Türk basınının genel eğilimleri açısından - maalesef - değişik bir durum göremedim... Belki şu söylenebilir. Yeniçağ gibi tavizsiz bir yayın tarzı ve ana akım yazılı basın şimdilik bir kenara bırakılırsa, milliyetçi çizgideki gazetelerin son derece temkinli, göze batacak ölçüde dengeli bir dil tutturduğu söylenebilir cinayetin ardından. Gerek Ortadoğu gerekse Tercüman gibi ilk anda şaşırtıcı gelen soğukkanlı anlatım biçimleri söz konusu idi. Bu hadiseye kadar göreceli olarak iyi sınavlar çıkarmış olan Yeni Şafak ise özellikle ikinci gün yayınlarından başlayarak en sakil, en ırkçı, en banal söylemsel yönelimleri sergileyen gazete oluyor... Santoro'nun fuhuş çetesi bağlantıları ve Trabzon şehrinin misyoner kaynadığı gibi iddialar ile Sovyetlerin sona ermesinin ardından kente akın eden yabancıların, bütün huzuru kaçırıp, suç oranını tepeye vurdurduğu vurguları son derece ve başka hiçbir gazetede olmadığı kadar belirginleşiyor.
Kitabın ilk bölümünde ideolojiye geniş yer verdiğin görülüyor. İdeoloji bu cinayetin arka planını açıklamaya yeter mi?
Tek başına yeterli olur demek sosyal bilimlerin temel ilkelerini yerle bir etmek anlamına gelir. Sosyal olgularda dokuları, katmanları ayrıştırmanın, derinlemesine anlama çabalarının gerçeğe yaklaşmanın yolları olduğuna inanan biri olarak hiçbir determinist saptamayı yeterli göremem, görülemez zaten. Ancak ideoloji zaten bu ayrıştırmanın en kılı kırk yaran süreçlerine tekabül eden bir kavram. Bu çalışmada anlamaya ve mümkün olduğunca ortaya koymaya çalıştığım şey zaten bu katmanın önemiydi. Şu şudur ve şuna sebep olur gibi görünüyorsa bu büyük bir eksiklik demek. Katil zanlısının bana küfür etti öldürdüm demesi gibi bir şey... -Yeri gelmişken basınımızın ilk ve en kuvvetli refleksi hadisenin adil suç vasfını kanıtlamak için yarışa girmek oldu...- Ancak ideoloji hem kavram olarak hem de belli bir ideolojik görüngüye vurgu yaparken ki haliyle bütün bu olup biten korkunç işleri anlamak için son derece kullanışlı bir şey... Uzun lafın kısası; tekrar ettiğimde her seferinde içimi acıtan ancak tekrar edilmesini de çok gerekli bulduğum o sözün yankısıdır ideoloji meselesine verdiğim önem; "Bir çocuktan bir katil yaratan" o hava, atmosfer, sokak, yaşam, mesaj, eğitim, biçim, içerik ne? Bu sorunun yanıtı hem ideoloji kavramına uğramayı zorunlu kılıyor hem de Türkiye özelinde belli bir ideolojik yönelimin ve inşanın altını çiziyor... O da herhalde mesela demokrasi yahut anarşizm yahut ekolojizm değil...
Gündelik hayatta milliyetçilik, sıradan faşizm olarak da adlandırılabilir. Peki, bu cinayete giden aşamada cinayetin işlendiği kentin durumuna dair neler söyleyebilirsin?
Trabzon'da yaşamadım hiç ve bu kentte uzun süreli de kalmadım. Kent hakkında tüm bilgim orada yaşayan arkadaşlarımın -ki biri de sensin- öğrencilik gibi vesilelerle bir sürü orada yaşamış olanların tanıklıkları ve anlatılarından ibaret. Üzerine basa basa ve bir resmi yetkili yahut esnaf edasıyla "bu kent bu olaylarla anılmayı hak etmiyor" diyebilmeyi isterdim. Aslında elbette inancım da bu yönde. Hiçbir kent hak etmez bunu. Ve biliyor musun aslında ben bu tarz bir söylemden dahi umut devşirme eğilimindeyimdir. En azından korkunç bir görmezden gelme halinin yanı sıra bir reddiye söz konusudur sanki... Ancak Trabzon’da bu eşlemeleri hak etmeyen kurumsal toplumsal masumluklar en hafif tabirle geriletilmiş ve kendi alanlarına çekilmek zorunda bırakılmış durumdalar. Evet, elbette hak etmiyor ama gerçek bir süredir böyle. Kentin 80 öncesi önemli bir devrimci yönelimi ve daha dengeli bir toplumsal görüntüsü olduğu söylenir. Sanatın her alanında şaşırtıcı biçimde hareketli, sosyal demokrat yahut sosyalist öğelerin son derece görünür olduğu bugünkünden çok daha farklı tasvirler duyarım, duyarız. Bu anlatının "İzmir'de bir vakitler Göztepe'den denize girilirdi" kadar uzak görünmesi ne kadar acı... Trabzon’un şiddet ve dışlayıcı milliyetçi pratikler açısından meşhurluğu bugün acı ama popüler ve yaygın bir bilgi haline geldi... Üniversite gençliğinin görünüş açısından ana akıma dâhil olmayan kesimlerinin kentte çok ciddi ve sıkça da gerçekleştirilen bir şiddet tehdidi altında olduğunu hemen herkes biliyor. Uzum saç ve küpenin dışında, karşı cinsle el ele dolaşmak, tuhaf müzikler dinlemek gibi gerekçelerle taciz edilen, dövülen ve hatta okulunu bırakmak zorunda kalan gençlerin hikâyelerini sıkça duyuyoruz. Benim öğrenciliğim sırasında yani 90'ların sonundan itibaren bu konuda namlı hale gelen, öne çıkan birkaç kentten biriydi Trabzon... Bunun dışında milliyetçi siyasi partilerin gençlik örgütlerinin son derece güçlü ve etkili olduğu, günlük hayat pratiklerine Türkiye ortalamasının üzerinde bir kabiliyetle dâhil oldukları gerçeği de söz konusu... Barışçıl protesto gösterilerinin sivil linç girişimleriyle karşılık bulduğu görüntüler de yine maalesef Trabzon'dan geldi... Ve 2007 yılında milliyetçi hislerle iki çocuk katil oldu...Trabzonluydular. Bütün bunlar bu şahane Karadeniz şehrinin sokaklarında ülkenin geri kalanındaki vicdan sahipleriyle birlikte üzülüp kahrolan kent unsurlarını görmezden gelmemiz anlamına gelmiyor elbette. Ancak özellikle son yıllara bakılarak, kentin ciddi bir biçimde kaynayan, şiddete meyyal, tahrik olmaya hazır, işsiz, genç bir nüfusu barındırdığı, bu nüfusun da belli siyasal yönelimler tarafından önemli bir insan gücü, kitle desteği olarak görüldüğü, böyle bir inşanın ciddi olarak sürdüğü gibi bir izlenip edinmek çok güç değil.
Santoro cinayetinin çözülememesini, devamında gelen olaylara baktığımızda( Zirve katliamı, Hrant Dink cinayeti) neye bağlıyorsun?
Her şeyden önce devletin ve kurumlarının bu cinayetleri ne pahasına olursa olsun çözmek iradesine sahip olmamasına bağlıyorum elbette. Sağ ideolojik formasyonun genel toplum ve yönetim algısından başlayıp, toplum ve siyasetin genlerine nüfuz etmiş yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi görüngülerin yaygılığı, Türk / Müslüman kimliğinin altını çizen resmi ideoloji ve bu hatlar üzerinden korkutucu ölçüde başarıyla ilerleyen eğitim sistemine kadar bir dizi etmen cinayetlerin çözümüne ilişkin umutları zaten asgaride tutmak için yeterlidir... Belki daha acı olan, bu etmenlerin aynı zamanda, bu ve benzeri hadiseler karşısında görmeyi umduğumuz insani uzlaşma alanlarını tahrip etmesidir. Devlet, yargı ve medya olaylar karşısında geleneksel tavırlarından çok uzaklaşmış değiller. Muhtemel failleri koruyup kollamak, ödüllendirmek, yargılanmalarını, sorgulanmalarını engellemek, açık bazı bağlantıları, ihmalleri, yok saymak, adi suç, ideolojik değil refleksleriyle saldırganlığı meşrulaştırmak, sebepler arayarak vurgulayarak mağdur ya da mağdurların başlarına geleni hak ettiğini ima etmek... Yılların bildik temaları... Ancak toplumun büyük kısmının da bir Katolik rahibinin dahi ölümünü kınamaya katiyetle yanaşmaması, oh olsunlar, gene yaparızlar, bu kadar gürültüye ne gerek varlar... Belki asıl umutsuzluk burada başlıyor.