Konsensus Politikası Yapılır mı?

Kendi zamansallığı ve mekânsallığına sahip olan oy verme eylemi ya da daha geniş çerçevede seçimler, gerçekleştiği mekân ve zaman içinde çeşitli ve bu değişkenlere has kültürel ve siyasal anlamlara sahip olur. Tam da bu nedenle, oy kullanmak halk iradesiyle bir partiyi görevden alıp yerine başkasını atama anlamında sadece ritüel ya da sembolik bir eylem olarak değerlendirilemez. Gerek oy kullanma eylemi gerekse buradan çıkan sonuçlar kültürel ve tarihsel-sosyal sürecin bir ürünüdür.

Çok kısa bir süre öncesine kadar sadece bir veri olarak değerlendirilmekle sınırlı kalan oy verme eylemi ya da seçimler, bu eylemin meydana geldiği şartlar, çatışma ve tartışmalar göz önünde bulundurulduğunda, hermenötik siyasetin, seçim sürecini etkileyen dönüşümlere ve gerginliklerin analizine odaklanması çok daha anlamlı hale geliyor. Sadece tarihsel bütünlük içinde oy verme eylemini değerlendirmek açısından değil, aynı zamanda seçim sosyolojisi/antropolojisinin takip ettiği izlekte toplumsal olayların yansımalarını okuma ve analiz edebilme dahilinde, bireysel bir eyleme indirgemekten ziyade yapının deşifre edilmesinde oy vermeyi analitik bir araç olarak kullanmak oldukça mühim.

Seçimlerin zamansallığının bize sunduğu kültürel ve politik anlamlar hakkında konuşurken Fransa ve Yunanistan’da 6 Mayıs’ta gerçekleşen seçimler ve bu seçimlerden çıkan sonuçlar bu kavramsal çerçevede değerlendirildiğinde, bir tesadüften çok daha fazlasına denk düşüyor. Avrupa kuşkusuz, önemli tarihi anlarından birini yaşıyor: Sosyalist Parti lideri François Hollande’ın Nicolas Sarkozy karşısında yüzde 51.9 ile cumhurbaşkanı seçilmesi; aynı gün Yunanistan’dan sol koalisyon partisi Syriza’nın yüzde 16.8 oy oranına sahip olmasıyla beraber 17 Haziran’da gerçekleştirilecek seçimlerde bu oy oranını yüzde 28’e yükseltmesi ve birinci gelme ihtimali buna işaret ediyor. Diğer yandan, her iki ülkede yapılan seçimlerde dikkat çeken ikinci önemli nokta ise sol ve sosyalist partiler kadar faşist partilerin de yükselişe geçmesi –Fransa’da ilk turda Milliyetçi Cephe’den Marine le Pen’in yüzde 18.5, Yunanistan’da kendilerini neo-Nazi olarak tanımlayan Hrysi Avgi [Altın Şafak] partisinin yüzde 6.97 oy oranına sahip olması. Bir yandan ekonomik kriz süresince Avrupa’nın en sağlam ekonomisine sahip ülkelerin başında gösterilen, Yunanistan’daki ekonomik krizin patronu olmaya çalışan Sarkozy’nin eski cumhurbaşkanı olduğu Fransa, alınan tasarruf önlemleri öncesinde halkın bir anda kaybettiği özerk karar alma süreciyle karşı karşıya kalan Yunanistan’da gerçekleşen seçim sonuçlarına göre oy verme tavrı, oy verme davranışı bize şunu göstermiştir: Artık tasarruf planı ve önlemleri işe yaramamaktadır. Ülkelerin birbirlerini, en önemlisi de halkları kriz söylemi etrafında tehdit etmeleri artık geçerliliğini ve meşruiyetini kaybetmiştir. Bu anlamda, seçimlerden çıkan sonuçlar kriz söyleminin nasıl algılandığına dair verilen bir tepkidir, çünkü tasarruf politikalarını savunan tüm siyasi partiler seçim yapılan ülkelerde mağlup olmuştur. Bu da bizi Fransa ve Yunanistan örneklerinde tartışmaya çalışacağımız ikinci argümana taşımaktadır: Krizle ya da konsensüs politikalarıyla uzlaşmayı ve onun sunduğu formüller ya da tedavi yöntemlerine inanmayı bırakan yurttaşlar oy döneminde alternatif çözüm arayışlarını ekstrem partilerde aramaktadır. Her iki ülkedeki seçim sonuçlarında sağ ve sol partilerin yükselişe geçişi bu doğrultuda gösterilebilecek en önemli kanıttır.

SARKOZY DÖNEMİ KAPANDI

Nicolas Sarkozy 6 Mayıs 2007 tarihinde oyların yüzde 53.06’sını alarak sosyalist aday Ségolène Royal karşısında başkanlık yarışını kazanmış ve Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı olmuştu. Görevde bulunduğu beş yıllık süre boyunca gerçekleştirdiği reformlar yerine, verdiği demeçlerdeki söylemlerle şok etkisi yaratan ve çoğu zaman önlem çağrısında bulunmak yerine, tehdit eden, dışlayan ve koşullu seven bir baba tavrına bürünen Sarkozy, Fransa’ya “ait olabilmek”, ya da daha açıkça söyleyecek olursak “vatandaş” olarak kabul edilebilmek ve “entegre ettirilebilmek” (entegrasyonun aktif bir eylemden ziyade edilgen bir eyleme dönüşümü) için açıkça şartlar olduğunu dile getiriyordu. 2007’de Dakar’da yaptığı konuşmada “Afrika’nın dramı Afrikalı ‘adamın’ Tarih’e yeterince girememiş olması” sözlerini dile getirişi, bir diğer konuşmasında “Fransa’nın kökleri aslında Hıristiyan’dır” demesi, milli kimlik söylemi, 2010 yazında Roman’ların uçağa bindirilip gönderilmesine ön ayak olması, 2011’de “yabancı” öğrencilerin ve çalışanların oturma izni alış sürecinin zorlaştırılması ve Fransa’nın farklı bölgelerinde gerçekleşen ayaklanma ve şiddet olaylarında (bkz. seçimler öncesinde Toulouse’da Muhammad Merah’ın yedi kişiyi öldürmesi), devlet figürünün koruyuculuğunun herkesi kucaklayan bir söylem üstünden şekillendirmektense, göçmen karşıtı politikalarını meşrulaştıracak söylemin dillendirilmesi, Sarkozy yönetiminde yaşanan anlık ama temel söylemin eksenlerini iyi çiziyor. Aynı doğrultuda, seçim kampanyası boyunca benzer, hatta daha şiddetli bir izlek seyreden Sarkozy seçildiği takdirde Avrupa Birliği’nin sınırlarını Fransa açısından tekrardan gözden geçireceklerini söyledi. Bunun yanı sıra Terra Nova isimli düşünce kuruluşunun (think tank) gerçekleştirdiği araştırmada beş yıl sonunda Nicolas Sarkozy’nin 2007 verdiği sözlerle çelişen verilerin olduğu görülüyor. Concorde Meydanı’nda 2007’de “Sizlere istihdam sözü veriyorum. Herkesin istihdam edilmesi için savaşacağım” diyen Sarkozy’ye rağmen 2007’de yüzde 8.1 olan işsizliğin 2012’de yüzde ona ulaşması bekleniyor. Bunun yanı sıra, devletin 600 milyar Avro kamu borcu olmakla birlikte, 350 bin endüstriyel işin yok olduğu, 2007’den beri 337 bin kişinin fakirlik sınırının altına geçmesi de bazı diğer gelişmelerden. Her daim yaşanan ekonomik kriz ve ülke içindeki huzursuzlukları göçmenlerin varlığıyla açıklamaya ve bu nedenle göçmen karşıtı politikaları ve Islamafobiyi meşrulaştırmaya çalışan Sarkozy, 6 Mayıs seçimlerinde François Hollande’a karşı yenik düştü ve seçim sonuçları sonrası yaptığı konuşmada tüm sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirtti.

François Mitterrand’dan sonra cumhurbaşkanı seçilen ilk Sosyalist Parti adayı François Hollande’ın seçimlerden yüzde 51.63’lük oy zaferiyle çıkışı birçokları için büyük bir umut yarattı. Seçim sonuçları açıklandıktan sonra Sarkozy’nin hâlâ dilinden düşürmediği ‘Fransız kimliği’ söylemine karşı zafer konuşmasını ‘Fransa halkına’ adayan Hollande’ın seçim kampanyası boyunca üstünde durduğu ve gerçekleştirmeyi vaat ettiği konular arasında asgari ücretin ülke büyümesine doğru oranla artırılması, yeni vergi kanunu, eğitimde yeni olanakların yaratılması, dezavantajlı bölgelerde yaşayan gençlerin mesleki beceri kazandırılarak yerleşimlerinin sağlanması bulunuyor. Bunlar arasında şu anda en çok tartışılan ise zenginlere uygulanacak yüzde 75’lik vergi oranı. Geçmiş dönemde yüzde kırk bir olan vergi oranını gelir kaynağı bir milyon Euroyu geçen kişiler için yüzde yetmiş beş olmasını öngören yeni cumhurbaşkanına karşı ülkedeki üst sınıftan tepkiler gelmeye devam ediyor. Sarkozy’nin tersine, liberalizmi beslemek adına durmaksızın “büyüme” demek yerine, ülkedeki ekonomik dengesizliği sabitleştirmek ve sosyal devlet normları çerçevesinde iyileştirmeyi önceliği olarak belirleyen Hollande’ın bankaların aradan çekilerek Avrupa Merkez Bankası’nın direkt ülkelere borç verme önerisi, Euro bölgesinde de yaşanmakta olan krize karşı umutları fazlalaştırıyor.

Her ne kadar Fransa’da sosyalist parti zaferi kucaklamış olsa da, ülkede başkanlık seçimlerinin ilk turunda başı çeken François Hollande ve onu takip eden Nicolas Sarkozy’nin ardından üçüncü sırada Milliyetçi Cephe’nin adayı Marine Le Pen’in yüzde 18 alışı ekstrem sağ için tarihi bir rekor olarak nitelendiriliyor. Yunanistan’daki Hrysi Avgi partisinin yükselişe geçmesine benzer şekilde, seçim sonuçları her ne kadar halkın tasarruf planlarından farklı reformlara ihtiyaç duyduğunu gösterse de, bir diğer yandan sağ ve solda yer alan aşırıcı partilerin yükselişe geçtiğinin göstergesidir.

YUNAN PARTİ SİSTEMİNİN SONU

Yunan parlamentosu için bir önceki seçimler 2009 sonbaharında gerçekleşmişti. Ekonomik kriz, ülke ekonomisi üstünde ağır hasarlar yaratırken, beş yıldır süren muhafazakâr kanunlardan yorgun düşmüş seçmenler yüzlerini kitlesel olarak sosyalistlere dönmeye başlamıştı. Eski dış işleri bakanı Giorgos Papandreou barbarlığa karşı Sosyalizm, tam büyüme için refah dağılımı sözü vererek seçilmişti. İki “popüler parti” birlikte oyların yüzde yetmiş beşini almıştı –Syriza yüzde 4.6, neo-Naziler ise yüzde 0.29 oranına sahipti. Papandreou’nun görev başına geldikten sonra yaptığı ilk iş, ülkenin bütçe açığının resmi rakamların iki katı olduğunu açıklamaktı. Onun için bu durum, seçimde verdiği sözlerin belirsiz bir tarihe ertelenmesi anlamına geliyordu. Yurtdışındaki koruma fonu yöneticilerine göre gene aynı durum, Yunanistan’ın borcunu spekülasyon amaçlı asıl hedef haline getirdi. 2010 baharı itibariyle Yunanistan hükümeti IMF ve Avrupa Birliği’nden, borçlu olduklarına karşı yükümlülüklerini yerine getirmek adına yardım istemek zorundaydı.

Yunanistan’ın aldığı “kapora”nın etkileri vahşiydi. Avrupa Merkez Bankası iflas eden bankalara yüzde bir faizle borç verirken, Yunanistan’ın Avrupa Birliği’nden aldığı kredilerin faizi yüzde beşten yüksekti. Fakirleşen ülkenin buna karşı alması gereken önlemler temel olarak emeklilik maaşı, çalışanların aylık ücretinden yüksek kesintiler ve vergi artırımından meydana geliyordu. Alınan önlemler devlet harcamalarını azaltırken, aynı zamanda ülkenin vergi tabanını yıkıma uğrattı. Birçok küçük işyeri iflasa sürüklenirken, tüketim alışkanlıkları büyük bir darbe aldı. Avrupa’daki kriz derinleştikçe, Avrupa Merkez Bankası ve Euro bölgesi liderleri Yunanistan’a borç vermeye devam ettiler. Böylelikle, borç tekrardan finanse edilebilecekti. Gerçekte ise Yunanistan’ın borcunun sahipliği Avrupa bankalarından Euro bölgesi ülkelerine transfer ediliyordu. Ne var ki, atılan bu adım Yunan ekonomisinin 2009’dan itibaren yüzde yirmi daralmasının önüne geçmedi; mevcut işsizlik oranı yüzde yirmiyi geçti –genç nüfus için ise bu oran yüzde 54.

Bir yandan tasarruf önlemleri uygulanırken, sıradan Yunanlılar tepkilerini sert bir şekilde dile getirmediler. Sadece kamu sektörünü etkilemesi tasarlanan önlemler, (haklı olarak) şişmiş, yolsuzluğa uğramış ve etkisiz olarak değerlendirilmeye başlandı. Devlet ancak KDV oranını yükselttiği, akıldışı vergiler koştuğu, asgari ücreti aşağı çektiği ve toplu pazarlığı ortadan kaldırdığı noktada ilk kitlesel protestolar gerçekleşmeye başladı. Düpedüz ekonomik sefalet altında parçalanmaya başlayan sosyal bağlarla şiddet, özellikle Atina’da sadece protestocular ve polis arasında değil, aynı zamanda yerel halk ve göçmenler arasında da tırmanışa geçti. 2008 itibariyle Yunanistan, Avrupa Birliği’nde en çok yasadışı göçmene sahip ülkeydi –birçoğunun ikamet ettiği Atina şehir merkezinin alt sınıf mahalleleri, göçmenler ve ekstrem sağ gruplar arasında göçmen karşıtı ve İslamofobik duyguların köklenmesine ön ayak olan çirkin karşılaşmalara şahit oldu. 2011 Haziranı’nda protestocular meclis karşısında Sytagma Meydanı’nı işgal ettiklerinde alan ikiye bölünmüştü: Milliyetçi, muhafazakâr ve ekstrem sağın yozlaşmış Yunan demokrasisine karşı duydukları nefretin dile getirildiği “üst meydan”; geleneksel solun, anarşistlerin ve sendikacıların kapitalizmin evrensel krizini, temsiliyetin direkt ve alternatif şekillerini tartıştıkları “aşağı meydan”.

Gittikçe kapana kısılan sosyalist hükümet, birinci muhalefet partisi, yani muhafazakârlarla koalisyon kurmaya çalıştı ve başarılı oldu. Bu girişimin kurbanı ise Papandreou oldu. Papandreou’nun yerine eski Avrupa Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Loukas Papadimos geçti. Meclis’teki üstünlüklerine rağmen yeni hükümet, ne ekonomiyi ne de fikir ve ihtiras farklılıklarını dengelemede beceriliydi. 6 Mayıs için seçim çağrısı yapıldı. Kısa, ancak şiddetli geçen seçim sürecinde sonuçlar seçmenin hayal kırıklığını dile getiriyordu. Birinci sırada oyların yüzde 18.85’ini alan muhafazakârlar yer alırken, sosyalistlerin desteği yüzde 44’den yüzde 13’e geriledi. Buna karşın, Syriza nerdeyse yüzde 17’lik oy oranıyla ikinci sırada yer aldı –Atina, Selanik, Patra ve Irakleio gibi büyük şehirlerin hepsinde birinci sırada geldi. Daha az başarılı olmasına rağmen, geçmiş seçimlere göre daha fazla destek alan Komünist Partisi (yüzde 8.5), Demokratik Sol (yüzde 6.1) gibi diğer sol partiler de mevcuttu. Ancak bu noktada Yunan solu içindeki geleneksel düşmanlığın kendi aralarında bir dayanışma ve işbirliğine izin vermediğini söylemek gerekiyor. Bir diğer yanda, Hrysi Avgi sadece Atina’da değil, Yunanistan’ın kırsal bölgelerinde, göçmen karşıtlığını geleneksel ekstrem sağ seçmenlerle –diktatörlüğe hasret dini muhafazakâr, anti-komünist ve milliyetçi- harmanlamasıyla kayda değer bir çıkış yaptı.

SIRA KİMDE?

Şimdiye kadar iki parti ya da blok partilerin alışılageldiği üzere güç paylaşımlarıyla Avrupa ülkeleri dengeli bir politik sisteme sahipti. Serbest pazara gerçek alternatiflerin oluşturulması, göçün yeniden düzenlenmesi ama durdurulamayacağı, Avrupa Birliği’nin tüm üye ülkeler için bir forum ve ortak pazar olmaya devam etmesi konularında geniş bir ortak kanı vardı. Siyasi farklılıklar tarz, çeşitli gündem içeriklerine verilen önem ve etkinlikle ilgiliydi. Uçsuz bucaksız konsensüs politikaları 2008-2009 yıllarında bütün Avrupa’ya yayılan ekonomik krizin sonuçlarıyla baş edemedi ve bu sonuçları aşıp aşamayacakları hala şüpheli. İtalya, İrlanda, Almanya’daki son seçimler ortodoks ekonomi uygulayanlara kayıp getirdi. Avrupa’da büyümekte olan çoğunluk mevcut durumun tehdidini hissederken hayal kırıklıklarını dile getiriyor ve alternatif çözümü sandıkta arıyor. Yakın gelecekte Avrupa’nın tavrı, alternatif politikaların başarı ya da başarısızlığıyla belirlenecek.