Holokost ve Türkiye

Tarihe hakikat’in ne lüzumu var? Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur, Yalan Şarkta ayıp değildir.”[1]

Falih Rıfkı Atay yukarıdaki sözleri söylerken bir gerçeği işaret ediyordu. Bu gerçek Osmanlı için ne kadar doğruysa ardılı olan T.C. için de aynı derecede doğrudur. Resmi tarih baştan sona bir yalan manzumesidir. Bu yalan manzumesi içindeki karanlık noktalardan biri de Holokost sürecinde Türkiye’nin tavrı ve TC’nin diplomatlarıyla birlikte Türkiye kökenli ve TC vatandaşı uyruklarını Holokost’tan koruduğu ve kurtardığı yalanıdır. Son yıllarda keşfedilen bu yalan bir anlamda işlevseldir de 1915 soykırımının inkar ve perdelenmesinde kullanılmaktadır. “[H]olokost ve Yahudilerin Türkiye tarafından kurtarılmış olmaları varsayımları Türkiye gündemi için bir ko­nu olarak ansızın keşfediliverdi. Ancak bu ilgi, o dönemde ger­çekten neler yaşandığının ortaya konulmasına yol açmadı. Sa­vaş esnasında kurtarılmaktan imtina edilen Yahudiler, artık Türkiye'ye yöneltilen uluslararası eleştirilere cevap vermekte kullanılıyorlardı. Ayrıca, göstermelik bir şekilde holokost kur­banlarının yanında yer alma tavrı, sık sık Ermeni soykırımını inkâr etmekte kullanılıyordu.” Oysa gerçeklik farklıdır, Türkiye’nin holokost sürecindeki tutumu Türkiye kökenli ve Türkiye vatandaşı binlerce Yahudinin tehciri ve ölümüyle noktalanmıştır: “Wannsee Konferansı'nın tutanaklarından, Nazilerin "nihai çözüm"e dair planlarının, tarafsız ve müttefik devletlerde yaşa­yanlar da dahil olmak üzere, Avrupa'daki tüm Yahudilerin öl­dürülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Tutanaklarda bulunan ve Avrupa devletlerinde yaşayan Yahudilerin sayısını gösteren bir listede, Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarında 55.500 Yahudinin yaşadığı belirtiliyordu… Avrupa'da yaşayan 20.000 ila 25.000 kadar Türkiye­li Yahudi, Nazilerin orada uyguladığı Yahudi takibatına uğradı, binlercesi tutuklandı, toplama kamplarına gönderildi, büyük kısmı öldürüldü. Türkiye Yahudilerinin Avrupa ülkelerindeki dağılımı çok farklıydı, en büyük bölümü Fransa'da yaşıyordu. Pek çok ülkede Nazi makamlarının gerçekleştirdiği yabancı tabiiyetli Yahudilerin sayımında "Türkler" üçüncü veya dördün­cü sırada yer alıyordu. Türkiye Yahudileri hakkındaki bilgile­re genellikle diğer Yahudilerin soykırıma ilişkin anlatımların­da tesadüf ediyoruz.” Corry Guttstadt Türkiye, Yahudiler ve Holokost[2] adlı kapsamlı ve titiz incelemesi ile bu yalanın üstünü açarak hakikati gözler önüne serer. Türkiye kökenli veya Türkiye vatandaşı binlerce Yahudi holokost esnasında Auschwitz ve Sobibor ölüm kamplarına, Ravensbrück, Buchenwald, Mauthausen, Theresienstadt, Dachau ve Bergen-Belsen kamplarına tehcir edildi­ler. “Birçoğu buralarda hayatını kaybetti. Bir kısmı ise Drancy ve Westerbork kamplarındaki mahkûmiyet koşullarına daya­namadılar ve ya vurularak öldürüldüler ya da Gestapo'nun iş­kencesi altında can verdiler.”

Guttstadt’ın çalışmasında gerek Osmanlı döneminde gerekse TC döneminde çeşitli Avrupa ülkelerine giden Yahudilerin sosyo - ekonomik durumlarını, Savaş öncesindeki çeşitli ülkelerdeki şehirler bazındaki nüfuslarını okuyucularla paylaşarak, Osmanlı topraklarından Avrupa’nın çeşitli şehirlerine serpilen Yahudilerin ayrıntılı bir portresini çizer. Ölüm kamplarında ve ölüm yürüyüşlerinde can veren Türkiye kökenli ve TC vatandaşı Yahudilerin rakamlarını, istatistiklerini ve isimlerini vererek tarihe bir not düşerken çok önemli bir noktanın altını çizer: “Holokostta ölen Yahudi kurbanların sayısını tespit etmek için yapılan her girişim, aslında bu insanların başlarına gelen akıl almaz acıların, yaşadıklarının üzerini örtmek, hattâ bunla­rı hafife almaktır, çünkü yıllarını tutuklanma korkusuyla geçi­renlerin, tavan aralarında, duvar boşluklarında, küçücük hüc relerde veya ormanlarda saklanmak zorunda kalanların ya da tehcir edilmemek için canlarına kıyanların çektiği acıları göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Ve kendileri tehcirden kur­tulan, ancak çocukları veya eşleri öldürülenlerin acıları neyle, nasıl ölçülebilir?”

Nazilerin iktidarından sonra başlayan somut takipten Holokost’a uzanan süreçte Yahudilerin, Almanya ile işgal ettiği ülkelerde ve nüfuz altındaki çeşitli Avrupa ülkelerindeki Yahudilerin ölüm yolculuklarını ve Holokost sürecinde TC'nin politikasını mercek altına alınırken TC'nin sistematik ayrımcı politikasını ve gayrimüslimleri bu coğrafyadan yok edilme sürecinin karanlık /kör noktalarından birine ışık tutar. Türkiye birkaç diplomatın kişisel tavrı istisna edilirse ezici çoğunluk Ankara’nın holokostu soğukkanlı bir şekilde seyretme politikasını istisnasız uygulamıştır. “Almanya'nın yürüttüğü savaşta tarafsız kalan Türkiye, Al­manya için önemliydi[3]. Hem bu hem de Türkiye'de yaşayan çok sayıdaki Reich Almanı, Türkiye'nin Avrupa'da yaşayan Yahudilerini koruması için mükemmel ve muazzam imkânlar sağlı­yordu. Çok sayıda Türk diplomatı Yahudi yurttaşlarını Yahu­di karşıtı tedbirlerden muaf tutmak için bu durumu başarıyla kullandı ve yine çok sayıda münferit vakada tutuklanan Yahu­dilerin serbest kalması için kararlı girişimlerde bulundu. Türk Konsoloslukları, bazı istisnai durumlarda Türkiye vatanda­şı olmayan Yahudileri veya eskiden Türkiye vatandaşlığına sa­hip olanları da himayesi akma aldı. Bunlar her zaman hümanist nedenlerden kaynaklanan eylemler olmasa bile, ülkeler bölü­münde belirtilen koşullar Türk diplomatların sahip olduğu ser­best hareket alanının altını çiziyor. Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümen örneğinde de görüldüğü üzere, Türk diplomatlarının bir Yahudinin Türkiye vatandaşı olduğunu onaylaması dahi o insanın hayatının kurtulması demekti[r].”

Oysa Türkiye Avrupa’da mültecilerin sınırlarından vizesiz geçemediği tek tarafsız ülkedir. Vize koşulları ve kullanılışı o kadar ağır hükümler içermektedir ki bir anlamda ülke sınırlarından geçiş imkansızdır: “Türk makamlarınca verilen transit vizelerin hepsi kullanılmış olsaydı bile, son mültecinin de kurtulabilmesi için 200 yıla ihtiyaç olacaktı” Oysa ölüme karşı bir yarışa dönüşen bir durumdan söz ediyoruz. Başbakan refik Saydam yaşanan insanlık dramına seyirci kalmakta tereddüt etmez: “Burası hiç kimsenin istemediği kişilere yurt olmaz” sözlerini insaf sınırlarında açıklamak güçtür. Nadir Nadi 15 Temmuz 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısında geçen “… Musa’nın serseri ahvadının düşüncesiz ve gayesiz yollarını lütfen Türkiye’ye düşürmemelerine dua edelim” sözleri de bu cümledendir.

“Türkiye, Yahudilerin ülkeye girişinin ve göçünün engellenmesine dair kararnameleri savaşın başlamasından ve Almanya’yla yapılan ittifaktan üç yıl önce çıkarmıştı, yani bu kararnameler özgün Türk siyasetiydi.” Sözleriyle genel blokaja işaret eden Guttstdat, “Cumhuriyetin kurulduğu dönemden itibaren gayrimüslim­ler çok sayıda kısıtlamaya tabiydi. Ermeniler ve Rumların pek çok yere yerleşmeleri, hatta buralarda geçici olarak bulunmala­rı bile yasaklanmış, bu düzenleme kısmen Yahudilere de uygu­lanmıştı. Haziran 1923 itibarıyla gayrimüslimlerin serbest do­laşım hakkı kaldırılmıştı. Türkiye içinde yapacakları seyahat­ler için özel bir izin almak zorundaydılar; bazı bölgelere girme­leri ise tümüyle yasaklanmıştı.” Sözleriyle genel kısıtlamaların yanında, TC'nin vatandaşı olan gayrimüslimlere karşı Kemalistlerin (2. Jöntürk) kuruluştan itibaren İttihat ve Terakki’den (1. Jöntürk) devraldıkları ayrımcı, dışlayıcı ve bu coğrafyadana kazınmalarına yönelik siyasetin örneklerini vererek, kırılma noktalarına işaret eder: Azınlık karşıtı kampanyalar, Ekonomik Türkleştirme: İşten atmalar ve meslekten uzaklaştırmalar, Lozan anlaşmasıyla düzenlenmiş olan azınlık haklarının içinin boşaltılması, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Mecburi iskan, 1934 Trakya olayları, 1941-42’de Gayrimüslim erkeklerin zorunlu çalışmasına yönelik 20 Kur’a askerlik, 1942-44 Ekonomik ve kültürel jenocid örneği Varlık Vergisi uygulaması ve ardından gelen zorunlu çalışma kampları… gibi Lozan azınlıkların bu coğrafyada yer kalmadığını ifade eden uygulamaları özetler.

Başbakan İnönü bize başkaca yorum yapmamıza gerek bırakmayan sözleri bu politikanın en tepedekinin pervasız itirafıdır: “Başbakan İsmet İnönü, azınlıklara yönelik olarak ga­yet net bir ifadeyle şunları söylüyordu: Vazifemiz Türk vata­nı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hiz­met edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Bu sözler gerek Ankara ve gerekse Türk diplomatların, Avrupa’da bulunan yurttaşı Yahudiler ile Türkiye kökenli Yahudilere yönelik gerçekliği göz önüne sererken, bu tutumun daha iyi anlaşılabilmesi için Guttstdat’ın sunduğu, Türkiye’nin içerideki gayrimüslim vatandaşlarına karşı kurucu antlaşması Lozan’dan başlayarak süren dışlayıcı sürecin ayrıntılı bu özetinden, bu politikanın bir uzantısının yurt dışındaki yurttaşlarına da uygulayarak binlercesini ölüme yollamasını daha iyi kavrıyoruz. Kemalist rejim, kendi eliyle yok edemediklerini Nazilere yok ettirmekte oldukça cömert davrandığını anlıyoruz: “İki Gestapo memuru bir kişiyi belgelerinin kontrol edilmesi için konsolosluğa getirmişlerdi, bu da ilgili kişi için bir ölüm kalım kararı anlamına geliyordu. Belçikalı Yahudile­rin heyetiyle görüşmekte olan konsolos muavini, Gestapo me­murlarını kabul etmiş ve bir an bile düşünmeden onlara söz konusu kişiyi Türkiye vatandaşı olarak kabul etmediğini söy­lemişti. Oysa onu kurtarmak için elindeki belgenin gerçekli­ği konusunda bir şey diyemeyeceğini söylemesi yeterliydi.”

Türkiye daha savaş başlamadan “bir ceza olarak vatandaşlıktan çıkarma” uygulamasıyla bünyesinde istemediği yurttaşlarını sudan sebeplerle kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartarak yurttaşlarını ölüme göndermekten çekinmemiştir. “Türkiye siyaseti vatandaşlıktan çıkarmayı aynı zamanda kendi içindeki siyasi muhaliflerine karşı bir baskı aracı olarak da kullanıyordu.” 150’likler listesiyle muhalif unsurları ve olası muhalifleri vatandaşlıktan çıkararak malına ve mülküne de el koymuştur. “Daha cumhuriyet kurulma dan önce, 1922 yılında, geçici Kemalist hükümetin yaptığı dü­zenlemeye göre, ülkeden ayrılan gayrimüslimlere ne pasaport, ne de vatandaşlık belgesi veriliyordu.” Ayrıca “savaş döneminde yasal olarak Türkiye'den çıkan ve cumhuriyetin kurulmasından sonra tekrar Türkiye'ye dönmek isteyen bazı Yahudilerin ülkeyi giriş izni almakta zorluk çektiklerini, Türkiye'de yaşayan Yahu dilerin de cumhuriyetin ilk yıllarında kimlik belgesi almakta sıkıntı yaşadıkları” da sık dile getirilen şikayetler arasındadır. Savaş döneminde kaybedilen topraklardan Gayrimüslim muhacirlerin ülkeye girişlerine izin verilmediği de bir gerçektir. Ankara da bu uygulamayı sürdürmüştür. Kemalistlerin ilk kabul ettikleri yasal düzenleme de savaş döneminde gayrimüslimlerin (özellikle Ermeni, Süryani, Rum ve Pontos) el konulan malların iadesine yönelik İstanbul hükümetini yaptığı düzenlemeyi iptal etmek olmuştur: “Kurtuluş savaşı zaferinden sonra kabul edilen ilk Türk kanunlarından biri, İstanbul Hükümeti'nin 8.1.1920 tarihinde kabul ettiği, savaş ve tehcir es­nasında çalınan malların sahiplerine iade edilmesini öngören kanunu ortadan kaldırıyordu. Dolayısıyla bu yeni kanun, Ermenilerin mülksüzleştirilmelerini onaylıyordu” Bir çok vakada, -Erzurumda oturan Nisim,Nisan ve Simon adlı üç Yahudi vatandaşında olduğu gibi- “Türkiye'de yaşayan Yahudiler vatandaşlıktan bile çıkartılıyordu.” Kurtuluş savaşına katılma­malyailgili “1041 No'lu Kanun uyarınca vatandaşlıktan çıkartı­lan insanların birçoğu, savaş döneminde henüz askerlik çağında bile değildi.” Bu gerekçeyle vatandaşlıktan çıkarılıp mal varlığına el konulan Osmanlı Hariciye veziri Noradukyan 75 yaşındaydı. Kitleler halinde vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında kurtuluş savaşına katılmayan kadınlar da bulunmaktadır!

“Türkiye'nin yurt dışı temsilcilikleri, 1920'li yılların sonun­dan itibaren yurt dışında yaşayan Türkiye veya eski Osman­lı vatandaşlarının durumuna dair genel bir inceleme başlat­tı. Türkiye Hamburg Başkonsolosluğumun Kiel Emniyet Mü­dür lüğü'ne yazdığı 9 Haziran 1928 tarihli bir yazıda şöyle de­niyordu: Türkiye Hükümeti'nin aldığı kararlara göre, yaban­cı bir ülkede 6 aydan uzun bir süre ikamet eden her Türk pasa­portunu ilgili Türk konsolosluğuna teslim etmek ve yerine bir kimlik belgesi almak zorundadır.… [B]u uygulamanın, yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının durumlarının incelenmesinin, azınlık mensuplarının birçoğunun vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sonuçlandığı döneme denk geldiğini görüyoruz.” Pasaportlarını telim edenler yenileriyle değiştirilmemekte vatandaşlıktan çıkarılmaktadırlar. O güne kadar düzeli olarak pasaportları yenilenen Russo ailesi bu uygulamanın örneğidir: "[K]endisine söylendiğine göre Anka­ra'dan gelen bir talimat üzerine pasaportların kendilerinden alın­dığını ve bir daha da geri verilmediğini, yeni pasaport talepleri­nin de (...) geri çevrilmiş olduğunu belirtiyordu. Russo Ailesi bu konudaki tek örnek değildir. Ankara'daki Başbakanlık Arşivi'nde incelediğim dosyalardan, 1928'e kadar verilen vatandaşlıktan çıkarılma kararlarının başka bireyleri de kapsadığı anlaşılmaktadır. Kitlesel vatandaşlıktan çıkarma iş­lemi, ilk defa 1929'da başladı” Kasım 1929'da alınan beş karar­la yurt dışında yaşayan 497 kişi kurtuluş savaşına katılmadık­ları ve dört yıldan beri Türkiye'ye geri dönmedikleri gerekçe­siyle 1041 No'lu Kanun'un hükümleriyle vatandaşlıktan çıka­rıldı.

Uygulama her bir milliyet için farklıdır: “O yıllarda çıkmakta plan Almanya için Türk Ticaret Odası Mecmuası'nda da açıklandığı üzere Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin her biri için farklı kararlar vardı. Müslümanlar, Osmanlı dönemin­den kalma eski yazı bir pasaporta sahip olsalar bile kolaylıkla yeni bir pasaport alabiliyor, Ermeniler ise, ancak yeni Türk hükümetinin verdiği pasaportla yurt dışına gittikleri ve Türki­ye vatandaşlığını kaybetmedikleri takdirde yeni bir pasaport alabiliyor ve Türkiye'ye dönebiliyorlardı. Diğer gayrimüslimlere kıyasla 1930'da Yahudiler az da olsa daha iyi bir pozisyona sahiptiler: Yeni hükümetin pasaportu olmadan yurt dışına çıktıkları takdirde, durumlarının incelenmesini isteyebiliyorlar­dı.

“1929'da başlamış olan kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlem­leri 30'lu yıllarda düzenli olarak sürdürülmüştü. Sadece 1931 yılında 13 ayrı Bakanlar Kurulu kararıyla toplam 1.152 kişi, 1932-1937 zaman dilimindeyse neredeyse 3.000 kişi vatandaş­lıktan çıkarılmıştı.” Vatandaşlıktan çıkarılan bu kişilerin mal varlıklarına da el konulduğunu söylemeye gerek yok. “1945'te Belçika'da yayımlanan bir raporda, 1935-36'dan itibaren yurt dışında ya­şayan Türkiye Yahudilerinin pasaportlarının ellerinden alındı­ğı yazmaktadır. Mağdurlara genellikle vatandaşlıktan çıkarıl­dıklarına dair bir belge bile verilmediği için, hukuki olarak iti­raz etme imkânı da bulunmuyordu.”

Üstelik bu uygulamalar hükümetin aldığı açıklanmayan gizli bir kararnameye dayanmaktadır. Türk Dışişleri bakanlığı arşivi halen açık olmadığından bu kararnameye ulaşamamaktayız. “Ağustos 1937'de Almanya Ankara Büyükelçiliği'ne Türk hükümetinin yurt dışında yaşayan ve Türkle­rin anavatanıyla ortak bağlan olmayan (...) Türkiye vatandaşla­rını vatandaşlıktan çıkaracağını, bunların çoğunun Yahudiler ol­duğunu bildirir. Konsolosluklar bu arada bu kişilerin birçoğu­nun pasaportlarını ellerinden almış bulunmaktadır. Türkiye Ber­lin Büyükelçisi'nin bazı istisnalar sağlamak için Ankara'da İçiş­leri Bakanlığı nezdinde başlattığı girişimler, söz konusu kişile­rin bir kısmının bu güne dek vergi ve benzeri yükümlülükleri­ni eksiksiz yerine getirmiş olmalarına rağmen bir sonuca ulaşa­mamıştır. Böylece, Berlin'de Türk Ticaret Odası üyesi olan ve Türkiye Büyükelçiliği'yle düzenli ilişkiler içinde bulunan Türki­ye Yahudileri de vatandaşlıktan çıkartılmış oldu.” Bu kararlar diğer milliyetlerden T.C. yurttaşları için de önemli olduğu gibi Yahudi vatandaşlar için ölümcüldür zira vatandaşlıktan çıkarılan bir kişi bir daha ülkeye geri dönememektedir. Bu nedenle vatandaşlıktan çıkarılma, Holokost sürecinde Yahudiler için ölümcül sonuçlara neden olmuştur. “Başlangıçta Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlığa kabul ve­ya vatandaşlıktan çıkartma siyasetinin, nasyonal sosyalistle­rin Yahudi takibatıyla en küçük bir ilgisi yoktu. Yurt dışında yaşayan insanların kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartılma­sı 1933 yılından önce başlamıştı. Ancak 30'lu yılların sonun­da ve 40'h yılların başında vatandaşlıktan çıkarmalar asıl ola­rak Avrupa'da yaşayan Yahudilere uygulanmış, bu şekilde Na­zi rejiminin takibatına karşı sahip oldukları himayeden mah­rum bırakılmışlardı. Bu uygulamadan ilk etkilenenler, Alman­ya'da yaşayan Türkiye Yahudileri olmuştu. Bunların birçoğu 1939 yazından itibaren Türkiye vatandaşlığından çıkartılmış­lardı.”

Üstelik konsolosluk vatandaşlıktan çıkardığı kişileri listeler halinde Nazilere bildirmektedir: “Türkiye Yahudi vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkartırken, Alman Nazi makam­larının idari yardımına başvuruyordu. Berlin'de ve daha sonra işgal altındaki Prag'da Türkiye Yahudileri mahkemeye çağrılı­yor, sorgulanıyor, sonra da kendilerine vatandaşlıktan çıkarıl­ma tezkeresi tebliğ ediliyordu. Bütün bunlar, en geç 1937'den itibaren Gestapo'ya bağlı olan Yabancılar Polisi tarafından ger­çekleştiriliyordu.” Bu duruma ilişkin çarpıcı bir örneği Berlin konsolosluğunun işleminde görüyoruz: “ Berlin'de ikamet eden başka bir Türkiye­li Yahudi için Berlin Emniyet Müdürlüğü'ne başvuruda bulu­nan Berlin Türkiye Konsolosluğu'nun 22 Kasım 1936 tarihli yazısından da belli oluyor: Konsolos, Berlin polisinden yuka­rıda ismi belirtilen kişiye ekteki onayı [vatandaşlıktan çıkarıl­ma tezkeresini] imzalatmasını ve ardından kendilerine gönde­rilmesini rica ediyordu.” Görüldüğü gibi Türk konsoloslar ile Gestapo arasında idari paslaşmalar olağan işlerdendir. Vatandaşlıktan çıkarmanın yanında “Türkiye Yahudileri için Türk vatandaşlığının onaylanmasının reddedilmesi bir ölüm-kalım meselesine dönüşmüştü[r].” Türkiye Yahudilerinin Avrupa’da en kalabalık kolonisini teşkil ettiği Fransa’da cami imamının Büyükelçilikten daha fazla verdiği sahte belgeler Türkiyeli Yahudilerin korumasında çok daha fazla işlevseldir.

“Paris Konsolosluğu desteğini bedelsiz olarak vermi­yordu. Komite, 20 Eylül tarihli bir duyurusuyla hem maddi du­rumu iyi olmayan Türkiye Yahudilerinin konsolosluk ücretle­rinin karşılanabilmesi hem de Türk Kızılayı'na bağış yapabil­mek için Belçika'daki üyelerini büyükçe bağışlar yapmaya da­vet ediyordu. Anlaşılan, Türkiye'deki Yahudiler Türk devletinin hoşgörüsünü nasıl gönüllü bağışlarla satın almak zorunda ka­lıyorlarsa, ölüm tehlikesi altında bulunan Belçika'daki Türkiye Yahudilerinin de vatandaşlıklarının tanınması veya Türkiye'ye geri dönüş izni alabilmeleri için para ödemeleri gerekiyordu. Gösterdikleri ciddi çabalara rağmen, Belçika'da yaşayan Tür­kiye Yahudilerinin büyük çoğunluğu Türkiye'ye geri dönüş için Türk makamlarından onay almayı başaramadılar.”

Gusttstadt, en fazla Türkiye kökenli Yahudi kolonisin bulunduğu Fransa’da Türkiyeli Yahudilerin kitlesel olarak katledilmesinin kültürel sonuçlarına işaret eder: Sefarad kültürü de holokost kurbanları arasındadır. “Fransa sadece çok sayıda Türkiye Yahudisi kurban olarak hayatını kaybetmekle kalmadı. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Fransa'da, bilhassa Paris'te yeşeren ve gelişmekte olan Sefarad kültürünün yeni merkezi de böylece yok olup gitti… Sefaradlar'ın yaklaşık üçte biri İs­tanbul'da, İzmir'de, İzmit'te, Edirne'de, Bursa'da, Mersin'de, Adana'da, Ankara'da, Manisa'da, Çorlu'da, Adapazarı'nda, Ça­nakkale'de, Çanakkale Boğazı çevresinde ve Türkiye'nin Avru­pa'da ve Asya'da kalan kısımlarında bulunan bir dizi başka yer­de doğmuştu. Onlar saydığımız bu yerlerde büyüdüler, sonra Fransa'ya yerleştiler, ancak dillerini, örf ve âdetlerini, gelenek­lerini, anavatanın kültürünü teşkil eden ne varsa, hepsini mu­hafaza ettiler. Bu zavallılar, nüfus kayıt dairelerinin bazı tali­matlarına uymayı ihmal etmiş olsalar bile, gururla şunu söyle­mekten hiçbir zaman vazgeçmediler: 'Ben bir Türk'üm!'Savaş onları yakalayınca her biri anavatanlarının himayesi altına girmeye çalıştılar. Türkiye Konsoloslukları ise, üst ma­kamların kendilerine gönderdiği resmi talimatlara uyarak onla­ra yardımcı olmadılar, gözyaşlarını Konsoloslukların kapıları­na döken yardıma muhtaç mağdurları geri çevirdiler. Ankara ve İstanbul'a dilekçeler, arzuhaller yazıldı, heyetler gönderildi. Hiçbiri fayda etmedi. Bütün bu yazıların hepsi boşaydı. Türkiye Hükümeti bütün bu dilekçelere ve ricalara, en yüksek seviyeden ceza ödeme tekliflerine karşı acımasız tutu­mundan taviz vermedi.”

Avrupa’da yaşayan kendi vatandaşlarına karşıTürkiye’nin aldığı bu “pasif tutum nedeniyle yurt dışında yaşayan vatandaşlarını himaye yükümlülüğüne uymadı.Elbette ki, Türkiye’nin tavrına yönelik eleştiriler, kesinlikle Almanların işlediği suçları hafif göstermek ve azaltmak amacıyla kötüye kullanılamaz.” Guttstadt’ın bu sözleri sanki 1915 Soykırımında İttihatçıları nafile aklama çabasında olanlar için söylenmiş gibidir.

Guttstadt, Soykırım sürecinde, Türkiye’nin elindeki imkanlarını kullanmayarak Avrupada yaşayan yurttaşı Yahudileri ölüme yollarken, Yahudi kurbanların yanında olan az sayıda Türkiyeli konsolosluk yetkililerine de yer verir . Bunlardan biri; “1989 yılında Yad Vashem Soykırım Araştırma Enstitüsü tarafından, yaptıkları için Uluslararası Dü­rüst İnsanlar Madalyası'yla taltif edilen Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümendir: “46 kişiyi kurtardı. Bunların 26'sının gerçekten Türk pasa­portları vardı. Kurtarılanlar arasında, Rodoslu olmayan, babası Türk ordusunda olan bir hanım vardı. Konsolos onu da kurtardı. Orada as­lında Türk olmalarına karşın vatandaşlıklarını yitirmiş Yahudiler vardı ve Türk konsolos onları da kurtaracak kadar insancıldı.” Bazılarının çabası Ankara’nın müdahalesi ile sonuçsuz kalır. Milano Konsolosu “Nebil Ertok'un Türkiye Yahudilerini Türkiye'ye geri götürmek için gösterdiği çabalar sonuçsuz kalmıştı. Bu­nun sebebi, muhtemelen sadece Almanların Türkiye Yahudile­rini tehcir etmiş olmasına bağlı değildir. Ankara'nın veya Tür­kiye Berlin Büyükelçiliği'nin İtalya'daki Türkiye Yahudileri için adımlar atmış olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmamak­tadır. Milanolu Türkiye Yahudilerinin hiç olmazsa bir kısmı­nın Bergen-Belsen'e götürülerek Auschwitz'e tehcir edilmek­ten kurtarılmış olmaları, büyük ihtimalle Milano konsolosu­nun çabalarına bağlıdır.” Geri dönüşlerde Milano Konsolosluğundan verilen belgelerin dikkate alınmaması bu çabanın gereği olsa gerek.

Bir Bulgar kaynağında Gümülcine’deki Türkiye konsolosunun takibata uğratılan Yahudileri kurtarmak için gösterdiği gayrete değinilmektedir. “Bu kaynaktan Bulgar işgal kuvvetlerinin yaptığı bir operasyon esnasında, Yahudi bir ailenin Türkiye konsolosluğuna sığınmasına izin verildiğini, konsolosun aileyi Bulgarlara teslim etmeyi reddettiğini öğreniriz.”

Yahudi kurbanların kurtarma faaliyetleri içinde direniş örgütleri ve direniş içinde yer alan birçok Yahudi militanın da rollerine yer verilir: “Spengler-Axiopoulos ve Bowman, Yunanistan'daki Yahudile­rin Yunan Direniş Hareketi'nden ve saflarında çok sayıda Yahu­dinin de çarpıştığı EAM-ELAS partizanlarından aldıkları deste­ği de vurgulamaktadır. Yunan direnişinin Türkiye'deki Yahudi aktivistlerle ve İngiliz Gizli Servisi'yle işbirliği yapması sayesin­de, Yunanistan'dan 1.000 kadar Yahudi Türkiye'ye kaçırılarak kurtarılabilmişti.”

Türkiye belgelerine sahip olmanın sağladığı güvenlik, Bel­çika'da birçok Türkiye Yahudisinin direniş faaliyetlerine ka­tılmasını da kolaylaştırmıştır: “Joseph Fachler, Frankfurt/Main'den Antwerpen'e kaçmış olan (sonraki yılların Marksist teorisyeni ve IV. Enternasyonal'in lider üyesi) Ernest Mandel ve baba­sı Henri Mandel'le'birlikte çalışıyordu. Fachler, Het Frije Woord gibi dağıtımına düzenli olarak katıldığı sol görüşlü yeraltı gazetelerine makaleler yazıyordu. Jacques Sephiha ise, Siyo­nist La Gordonia Grubu'nun bir üyesi olarak önceleri yeraltı­na geçen kişilerin barındırılması ve ihtiyaçlarının karşılanma­sıyla görevliydi. Onun girişimiyle Yahudilerin çeşitli grupları Hechaloutz adı altında bir araya geldi. Sephiha'nın ayrıca Belçi­ka direniş hareketi Mouvement National Belgele de ilişkisi var­dı. Birkaç kez tutuklandı, ancak Türkiye vatandaşı olması saye­sinde her defasında serbest bırakıldı. Ezra Natan, Belçika di­renişinin askeri örgütlenmesi O.M.B.R. için yaralıların ve Malines’ten kaçan kişilerin tıbbi bakımının yapıldığı bir merkezde görev yapıyordu… Çok sayıda Yahudi bilhassa komünist örgütlerde ve Bağımsızlık Cephesinde yer alıyordu… Çeşitli direniş örgütlerinin yardımıyla Belçika’da yaklaşık 25.000 Yahudi yeraltına geçmek suretiyle hayatta kalabildi.”

Fransa’da Yahudiler yer altı faaliyetlerinde önemli rol oynadılar ve Nazilere karşı büyük bir direniş örneği verdiler. Bu sayede bir çok Türkiyeli Yahudi ölümden kurtarılmıştır. Bu direnişte yer alan Türkiyeli Yahudiler de önemli roller üstlenmişlerdir: “Naziler tarafından işgal edilmiş olan Avrupa'nın her yerinde olduğu gibi, Fransa'da da Yahudiler Alman ölüm çetelerine karşı direnişte önemli bir rol oynuyorlardı. Aktivistlerin büyük çoğunluğu, özellikle sol ve Siyonist Aşkenaz çevrelerden Yahudi göçmenlerdi. Ancak Armee Juive, Organisation juive de combat veya Yahudi izcileri olan Eclaireurs Israelites de France (EIF) gibi direniş örgütlerinde de çok sayıda Sefarad Yahudisi bulunuyordu.: 1925 doğumlu Suzanne Catarivas Türkiye Yahudisi bir göçmen ailesinin kızıydı ve Lyon'daki Eclaireurs Israelites de France Yahudi İzcileri üyesiydi. Yahudileri saklanacak yerlere götürüyor, gıda pa­ketlerinin tutsaklara veya hastalara gönderilmesini örgütlüyor ve biz­zat üstleniyor, çeşitli kimlik kartlarının sahtesini hazırlıyor ve buna benzer başka işler yapıyordu. 1944 yılında yaşları 5 ile 12 arasında değişen ve Grenoble yakınlarındaki bir şatoda saklanan Marsilyalı 50 çocuktan sorumluydu. 1917 Bursa doğumlu Corinne Diamant, 1940-1944 yılları arasın­da Lyon, Grenoble ve civar bölgelerde Organisation juive de com­bat isimli Yahudi direniş örgütünde mücadele etti.

Hollanda örneği de çarpıcıdır: “Hollanda'nın ayırt edici bir özelliği, halkının belli bir kısmı­nın Alman işgali esnasında takip edilen Yahudilerle aktif daya­nışma içinde olmasıdır. Bu, örneğin Şubat 1941 greviyle,414 Ya­hudileri saklamaya nispeten daha eğilimli olmaları ya da Ya­hudi Yıldızı uygulamasına karşı yapılan protesto gösterileri ile kendini göstermiştir. Buna rağmen Batı Avrupa devletleri ara­sında Yahudi soykırımına yüzde olarak en büyük kurban ve­ren ülke Hollanda olmuştur… 22 ve 23 Şubat 1941 tarihinde yapılan Yahudilere yönelik bir operasyon ve 400 civarında Yahudi erkeğin Mauthausen Toplama Kampı'na tehcir edilme­si sonucunda Hollandalı komünistler. Kuzey Hollanda'da genel olarak uyulan bir genel grev çağrısında bulundular. Grev, Alman işgalciler tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı, liderleri kurşuna dizildi.”

Türkiye’den kovulan diğer halkların da dayanışma örnekleri verilir. Viktor Algazi’nin uzun anlatımında kurtarıcı bir Ermenidir.

Ermeni arkadaşlarımız, ‘Biz takibatın ne olduğunu biliriz’ diyerek bizi yanlarına davet ettiler… Gavotte'ta altı kişi küçük bir odada kalıyorduk. Bizi yanına alan { dostumuzun ismi Caroline Kaldiremdjian'dı. Tanrı ondan razı olsun, 103 yaşında öldü. Caroline Ankaralıydı, Ankaralı Ermeniler Ermeni- I ce konuşamıyorlardı, çünkü bunu yaptıkları takdirde dillerini kesiyor­lardı. Bu yüzden kendi dillerini unutmuşlardı, iki-üç kuşak sonra yal- j nızca Türkçe konuşuyorlardı. Caroline'nin altın gibi bir kalbi vardı. I Kendisine nasıl sigara sardığı hâlâ gözlerimin önünde, onun için so-kaktan izmarit toplardım. Caroline uykusuzluk çekiyor ve bütün gece şarkı söylüyordu, o söyler, ben dinlerdim. Şarkılarını Türkçe söylerdi. Caroline benim için bir büyükanne gibiydi, benim için yaptıklarını asla unutmayacağım. Bana Türkçe 'Ye, oğlum ye' derdi. Yiyecek neyimiz mi vardı? Kendi boğazından arttırdığı bir lokma ekmeği bana verirdi, ben yerdim. Benim gıda karnem yoktu, Caroline gider biraz tahıl dilenir, havanda döverek un yapardı." Estella Dora da anlatımında kurtarıcı Helen’den söz eder: “Hıristiyan olan Yunan bir dostumuz gece sokakta bize eşlik ederek saklanacağımız yere götürmüştü.

Rodos’ta Müslüman bir din adamı “Rodos’ta Müslüman bir din adamı Tevrat rulolarını ve cemaate ait dini eşyaları kendi camisine götürerek bunları koruma altına aldı ve savaştan sonra onları sağ kalan Yahudilere teslim etti” bu Müslüman din adamı da kendi çapında Yahudi kurbanlara yardımını esirgemez.

Az sayıda Türkiyeye gelebilerin durumuna gelince genel politika gereği “Türkiye Yahudilerinin yurda götü­rülmeleri sadece bireysel bazda gerçekleşmeye devam etmeliy­di. Türkiye Yahudilerinden sadece askerlik yükümlülüklerini yerine getirecek olanların ve Geri dönmeleri ülke menfaatine olanların dönüşüne izin verilmeliydi.” Bu bakımdan Türkiye’ye dönebilmek az sayıda Türkiyeli’ye nasip olmuştur. Ancak bunların da durumunun iç açıcı olduğu söylenemez: “WJC'nin 13 Temmuz 1944 tarihli bir raporunda, ağırlık­lı olarak Makedonya ve Trakya'dan Türkiye vatandaşı yaklaşık 200 Yahudi’ye Türkiye'ye gitme izni verildi. Şu anda bulunduk­ları İstanbul'da çok kötü durumdalar; temel ihtiyaç maddeleri­nin dahi sıkıntısını çekiyorlar ve yardım kuruluşlarının deste­ğine muhtaçlar denmektedir. Askerlik yükümlülüğü dolayısıyla dönmelerine izin verilenlerin taş kırmaya gönderildiğini söylemeye gerek yok.

1944 yılında Türkiye’deki Naziler ile Almanya’da bulunan Türkiyelilerin takas edilmesi sırasında , takas edilenler arasında Türkiyeli Yahudiler de bulunmaktadır: “Takas mü­zakerelerine dair şu ana dek bir belge bulunamadığı için, Türk makamlarının takas edilecek kişilerin sayısı ve seçim kriterleri­nin tespitine ne ölçüde katıldığı bilinmemektedir. Takas edi­lecek Türk grubu 319 kişiden oluşuyordu: Bunlar, diplomat ve ailelerinin yanı sıra bazı özel kişilerin de bulunduğu 64 kişi­lik bir resmi grup, 127 üniversite öğrencisi ve diğer Türkiye vatandaşları ile ayrıca 128 Yahudiden oluşuyordu. Türkiye Yahudilerinin takasa Türk diplomatlarının baskısı üzerine mi, yoksa Yahudi örgütlerinin İsviçre'deki faaliyetleri nedeniyle mi katıldığı belli değildir.”

Birlikte yapılan geri dönüş yolculuğunda Almanyadaki türk kolonisi mensuplarının yol arkadaşları olan Türkiyeli Yahudilere olan tavırları da ibret vericidir. “Ancak gemideki çeşitli Türk gruplardan yolcular arasında hoş olmayan sahneler de yaşandı. Türk öğrencilerin hiç de az olma­yan bir kısmı, Almanya'da öğrenim görürken antisemitizmden etkilenmişlerdi. Bunlar Ravensbrück Toplama Kampı'ndan kur­tulan Türkiye Yahudisi kadınlara pis Yahudiler diye hakaret ettiler ve Yahudilerin ortak yemek salonuna alınmamasını iste­diler, ancak kaptan bu talebi öfkeyle geri çevirdi.

Türkiye’ye gelişlerinde de Türkiye geri dönüşlerine izin verdiği Yahudilere eziyet etmekten çekinmediğini anlıyoruz: “Diplomat grupları, öğrenciler ve di­ğer Türk yolcular gemiden ayrılırken, Türk makamları Yahu­di takas grubunun büyük kısmının Türkiye'ye ayak basması­na izin vermedi. Zorlu kontrollerden sonra nihayet Yahudi yol­culardan 19'u gemiden inebildi. 118'inin Türkiye'ye girmesi­ne izin verilmedi. Bu kişiler sonraki günleri İstanbul açıkla­rında küçük bir şalupada bekleyerek geçirmek zorunda kaldı­lar. Aubert de la Rüe, raporunda, Türk sınır polisinin bu kişile­rin vatandaşlıklarını onaylayıp onaylamamakta gösterdiği ale­ni keyfiyeti şöyle anlatıyor: "Pasaportu olmayan Türk öğrenci­ler, İstanbul polisi tarafından en küçük bir sorun çıkarılmadan kabul ediliyordu. Ancak örneğin Türkiye Milano Konsoloslu­ğu tarafından verilmiş nüfus tezkerelerine sahip olan kişiler ge­ri çevriliyordu. Resmi Türk takas grubunun içinde, Ankara hü­kümetinin bilgisi dahilinde üç haymatloz bulunuyordu: Bay ve Bayan Löwenstein ile Bayan Hahn'ın vizeleri Türkiye Bern Büyükelçiliği'nin görevlendirilmesiyle koruyucu devlet isviçre ta­rafından verilmişti, ancak İstanbul polisi onların ülkeye girme­sine izin vermedi.”

İbret verici tavır gösteren Türk basını da bizi şaşırtmakatadır: “Türk basını da Drottningholm'le gelenlerin arasında toplama kamplarından kurtarılmış Türkiye Yahudileri de bulunduğun­dan bir süre tek kelimeyle olsun söz etmedi”

Gelenler tecrit koşullarında yerleştirildiler: “Jewish Agency'nin ve Amerikan temsilcilerinin Türk makam­ları nezdinde bulundukları girişimler neticesinde, beş günlük sıkıntılı bir bekleyişin ardından, masrafları Yahudi örgütleri­ne ait olmak üzere polis gözetiminde üç küçük pansiyonda tec­rit edilmeleri koşuluyla gemiden ayrılmalarına izin verildi. Bu pansiyonlardan biri Beyoğlu'nda, diğer ikisi ise Moda'da bulu­nuyordu. İstanbul'da akrabaları olanların bile tecrit edildik­leri pansiyonlardan ayrılmalarına izin verilmedi. İlk başlarda kendilerini ziyarete gelen akrabalarıyla dahi görüşemiyorlardı.Türk siyasetçilerinin düşüncelerini değiştirmek için gös­terilen çabaların hiçbiri işe yaramadı. Joint, Jewish Agency ve İstanbul Yardım Komitesi'yle birlikte "geri getirilenlerin" ihti­yaçlarını gidermeye çalışan Uluslararası Kızılhaç temsilcisi, Haziran'da şunları yazıyordu: Türkiye Dışişleri Bakanlığı konuy­la ilgilenmeyi ve tehcire tabi tutulan bu kişileri Türkiye vatan­daşı olarak tanımayı kesin olarak reddediyor. Oysa Joint'in kapsamlı dosyalarında Drottningholm'la gelen Türkiye Yahu­dilerinin büyük kısmının muntazam Türkiye belgelerine sahip oldukları, üstelik bunları (savaş ve işgal koşullarında mümkün olduğu kadarıyla) uzatmış oldukları da belgelendirilmiştir. Bir­çok Türkiye Yahudisi, kimlik belgelerinin tutuklandıktan sonra Almanlar tarafından alıkonulduğunu veya (geri götürülme­ye hazırlık olarak) Avrupa'daki Türk makamlarına gönderildi­ğini beyan ediyordu.”

Türkiye’nin bu dayatmaları ve istenmediklerinin her an hissettirilmesi şartlarında bu insanların burada daha fazla kalması düşünülemez: “Holokost esnasında tekrar Türk vatandaşlığına kabul edilen ya da değiş tokuş edilen yaklaşık 850 Yahudinin büyük bir kıs­mı savaştan sonra tekrar Avrupa'ya döndü ya da Filistin/İsrail'e göç etti. Bunlar bulundukları ülkelerde hâlâ Türkiye Cumhuri­yeti vatandaşı olarak kabul edildikleri için, Almanya'nın absürd düzenlemeleri nedeniyle Almanya'dan tazminat alamadılar ya da bunu ancak uzun uğraşlardan sonra başardılar.”

Guttstadt, kitabının sonunda soykırım bürokrasisine dair geniş bir bibliyografyaya yer verir. Bu soykırım bürokratlarının yeni dönemde de görevlerine devam ettiğini görmek bize yabancı değildir. Biz 1915 Soykırımı bürokratlarının da terfi ederek görevlerine devam ettiğini biliyoruz.[4] Guttstadt bir soykırım bürokratının hukuk mekanizmasında yer almasının şaşırtıcı olduğunu söylese de bu bize ve bu coğrafyaya yabancı değildir. Ayaş Mutasarrıfı Hüseyin Memduh Özoran, Ali Seyit Bey, Mustafa Reşat Mimaroğlu…ve başkaları gibi…

Holokost sürecinde Almanları Türkiye’deki borazanlarının da baş tacı edildiklerini unutmayalım: “Alman örneğinden ilham alan antisemitler ve faşistler, İkin­ci Dünya Savaşı'nın ardından gelen dönemde Türkiye'nin poli­tik sisteminde önemli bir güç oldular. Nihal Atsız ve onunla ay­nı düşüncede olanlar, 1962 yılında, 70'li yıllarda pek çok sol­cu öğrencinin, sendikacının ve aydının katlinden sorumlu fa­şist MHP'nin öncülü olan Türkçülük Derneği'ni kurdular. Bu hareketin lideri, Atsız'ın dava arkadaşı Alparslan Türkeş oldu. Cevat Rıfat Atilhan 1945'ten 1967'deki ölümüne dek Türki­ye'deki antisemit yayıncılığın öncüsü olma rolünü sürdürdü, kitapları bugün bile çok sayıda baskı yapıyor, islamcı ve faşist gazetelerin ve internet sitelerinin çok satanlar listelerinde yer alıyor. Türkiye'nin Kültür Bakanlığı'nın internet sitesinde de Atilhan (2008'e kadar!) bir "yazar" olarak tanıtıldı.”

Corry Guttstdat’ı, bu yalan imparatorluğunda bir yalanı daha berhava ettiği için kutluyoruz.


[1] Atay,Falih Rıfkı , Zeytin Dağı Remzi Y. 1938 s 7

[2] Corry Guttstdat, Türkiye, Yahudiler ve Holokost, Çev. Atilla Dirim, İletişim, 2012

[3] Türkiye Cumhuriyeti savaşa katılmamış ancak tarafsız değildir. Aksi halde “Sovyet donanmasına ve Karadenizden çekilmekte olan Alman donanmasına ait gemiler arasında çıkan çatışmalar”ı açıklamak güçleşir. Alman donanmasına ait bu gemiler Türkiye’nin izni yada en hafifiyle göz yumması ile Karadenize geçmişlerdir. “ Alman savaş gemileri Türklerin göz yumması sonucu 1944 yazına kadar Boğazları geçerek Karadenize çıkıyordu… Hem Montrö Antlaşması, hem de İngiltere ve Sovyetler Birliği’yle imzalanmış olan Antlaşmalar uyarınca Türkiye’nin buna izin vermemesi gerekirdi. Sovyet temsilciliği bu durumu birkaç kez boş yere protesto etti.” Yani “Türkiye 1944 yazına kadar Almanya lehine tek taraflı bir tarafsızlık siyaseti izliyordu” Ayrıca “Hem Almanların isteği üzerine 1942 yazında Tsürk birliklerinin Sovyet sınırına kaydırılması, hem de Alman ve türk gizli servisleri arasındaki yakın işbirliği, Almanların Sovyetlere karşı yürüttüğü savaşa destek olma anlamına geliyordu” Guttstadt tarafsız Türkiye’nin politikacı ve bürokratlarından örnekler verir: “Almanların Sovyetler Birliği'ne saldırması Türkiye'de -sade­ce Nazi sempatizanları arasında değil- genel bir sevinçle kar­şılandı. Milletvekili Faik Ahmet Barutçu, Türkiye meclisinde oluşan havayı Alman-Sovyet savaşı, ülkemizde bir bayram ha­vası yaratmıştır, bütün kalpler, Almanların zaferi için çarpma­ya başladı sözleriyle tasvir ediyordu. Dışişleri Bakanı Saraçoğ­lu, Almanlara başarı dileklerini sunmak için von Papen'i biz­zat aradı ve Cumhurbaşkanı İnönü de Türk halkının gönlü­nün bu savaşta Almanya'dan yana olduğunu söyledi. Ekim 1941'de yüksek düzey bir Türk askeri heyeti Almanların doğu cephesini gezdi ve Temmuz 1942'de onları resmi bir basın he­yeti izledi. Her iki grup da Almanya'nın başarılarından hayran­lıkla söz ediyorlardı… Meclis koridorlarında milletvekilleri ve bakanlar birbirlerine gazanız müba­rek olsun dileklerini sunuyorlardı.” Türk politikacılarının Nazi yanlısı olmasının yanında gerek diplomatları da nazi yanlısı ve sempatizanları oluşu Türkiyeli Yahudilerin holokost sürecinde kurtarılmalarını engellemiş ve kaybını yükseltmiştir. Başbakan Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun Nazi yanlısı tutumlarını saklamaya gerek görmedikleri gibi Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede de açıkça Nazilerden yana tavır alır. Berlin büyükelçiliği ikinci katibi 1915 Soykırımı sürecinin Van ve Başkale kasabı Enver’in eniştesi Cevdet’in kardeşi Fikret Belbez’de aynı görüşleri paylaşmaktadır.

[4] Meraklısı için: Sait Çetinoğlu, 1915 Soykırımında Exterminators- yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar, Peri Y. 2011