Neşet Ertaş’ın ölümüne sınırsız üzüldük, çok üzüldük; “sesimiz gitti”, “ustamız gitti”, “yalan dünya” dedik… Şarkılarını paylaştık, sözlerini paylaştık, hatırladıklarımızı paylaştık… Hepimizin meğer ne kadar Ertaş sever olduğunu; türkülerinin ta iliklerimize kadar sindiğini kavradık.
Onlarca türküsü çalınıp, söylenirken ilk yazılı söyleşisinin ancak 1996’da çıkmış olmasını; Türkiye’de tekrar konser vermeye ancak 2001’de, otuz yıl aradan sonra başlamış olmasını; çok değil daha 2000’lerin başında “Yarım asırdır plak okuyorum. Anadolu'nun bütün köy ve nahiyelerini yedi kez dolaşıp konserler verdim. 50 yıldan daha fazla halk hizmetinde bulundum ama şimdiye kadar medya benimle ilgilenmedi” demesini; Alevilere atıp tutanların bir anda “abdal” tutkunu oluvermelerini dert etmeyelim, “sonunda kıymeti bilindi” diyelim peki…
Ama önce bir söyleşisinde sorulan, “Türkülerinizi diğer aşıklar gibi neden kendi adınızla söylemediniz?” sorusuna verdiği cevabı iyi okumak gerek: “Bu bizim yaşamımızdaki o baskılardan, şuuraltından doğan aşağılanmışlığın ve ezikliğin içinde oluşumuzdan doğuyor. Bunu babama sordum, o da, 'Ah oğlum, söylenecek söz çok, ama sarf edecek yer yok' dedi. Hiç unutmam bu sözünü babamın. Daha sonra babama, 'Bir şeyler söylemek istiyorum. Ne diyeyim sonunda?' dedim. Anladı rahmetlik. 'Bize 'Garipler' derler oğlum' dedi. Onun için türkülerimin sonunda bir 'garip' sözcüğü yer alır.”
Sonra bu kaset kapağındaki Neşet Ertaş fotoğrafına uzunca bakmak: Kaytan bıyığıyla, ananaslı gömleğiyle, şövalye yüzüğüyle, sedef kakmalı sazıyla, o “Kırşehirli mahalli sanatçı”yla dalga geçecek “en az 100 bin kişi” yok muydu daha düne kadar?
Bir toplumun neredeyse genlerine sinmiş ince riyakârlık göz yaşartıcı da olabilir zaman zaman…