İşçiler Sınıf Çıkarlarını Anlıyorlar mı?

George W. Bush’un 2004 seçimlerindeki zaferinin ertesinde köşe yazarı Thomas Frank günün bilirkişisi olmuştu. Seçimlerden sadece üç gün sonra New York Times’ta yazdığı bir yazıda Frank mavi-yakalı işçilerin Bush’u Kerry’ye tercih etmelerinin sebebinin kültürel (kürtaj, eşcinsel evliliği, vs.) meselelerin ekonomik olanlara baskın gelmesi olduğunu öne sürdü:

Demokratlar’ın seçimin dumanı tüten harabesine bakarken anlamaları gereken ilk şey kültür savaşlarının devam eden gücü. Otuzaltı yıl once Başkan Richard Nixon soylu bir ‘sessiz çoğunluk’u göklere çıkarmıştı, yardımcısı Spiro Agnew de liberalleri medyayı çarpıtmakla suçluyordu. O günden beri hemen her seçimde liberalizm bayrak yakan, hainlik yuvası, üst-sınıfsal bir uğraş olarak lanetlendi. Bu sene seçmenler ‘değerlerine’ ekonomiden ve hatta Irak’taki savaştan daha fazla öncelik verdiler…

Benzeri bir çok hareket gibi, bu uzun soluklu muhafazakar kalkışma da çelişkilerle dolu. Sıradan halkın bu isyanı, uzun vadedeki etkisi zaten zengin olanları daha da zenginliğe boğmak ve yükselmeye çalışan insanların yaşamlarını tahrip etmek olan bir isyan. Kitle kültürünü şimdiki haline dönüştüren büyük şirketlerin Amerikası’nın kurumlarını sorgulamayı reddeden kültüre karşı bir tepki. Vergilerini kırparak aristokratları devirmeyi planlayan bir devrim.

Bazı yönleriyle Frank’in bu analizi daha önce “Reagan Demokratları” fenomeni hakkında yapılan gözlemlere dayanıyor. O dönemde de Gipper’ın [1] maço tarzının geleneksel olarak Demokratlar’a oy veren dar gelirli seçmenlere cazip geldiği söyleniyordu. Kuvvetli emekçi yanlısı politikalarına rağmen Demokratlar’ın kaybetmesinin sebebi “yumuşak” olmalarıydı. Reagan zamanında Sovyetler’e karşı daha “adaleli” gözükmek, bugün de “aile değerleri” ve “teröre karşı savaş” vurgulanıyordu, ama iki durumda da liberal bilirkişiler işçilerin sınıf çıkarlarına karşı oy vermeye kandırıldıklarını düşündüler. Frank bir konuda haklı: NAFTA gibi meselelerde Demokratlar’ın - özellikle Demokratik Liderlik Konseyi’nin [2] yükselmesinden sonra -Cumhuriyetçiler’e benzemeleri onlara yardımcı olmayacak.

Bu sene 1-4 Eylül arasında yapılan Amerikan Siyaset Bilimi Derneği yıllık toplantısında Princeton profesörü Larry M. Bartels “Kansas’ın Sorunu Ne’nin Sorunu Ne?” [3] başlıklı bir tebliğ sundu.

Başlıktan anlaşılacağı gibi, Bartels Frank’in yanıldığı fikrinde. Zengin ampirik verilere dayanarak işçi sınıfının oy davranışına farklı bir bakış öneriyor:

* Beyaz işçi sınıfı DP’yi terk mi etti? Hayır. Geçtiğimiz yüzyılın başkanlık seçimleri boyunca gelir dağılımında en altta kalan üçte birlik kesimin beyaz seçmenleri aslında daha güvenilir Demokrat seçmenler oldular, ortadaki ve üstteki kesim ise Cumhuriyetçiler’e yöneldi. Düşük gelirli beyazların DP’ye bağlılıkları azaldı, ama zengin beyazlara kıyasla daha yavaş oldu bu. Dahası bu eğilim tamamen DP özdeşleşmesinin Jim Crow dönemindeki [4] tek parti sistemiyle yapay olarak şişirildiği Güney ile sınırlı kaldı.

* Beyaz işçi sınıfı muhafazakarlaştı mı? Hayır. Dar gelirli beyazların ortalama görüşleri geçtiğimiz 30 yılda hemen hemen hiç değişmedi. (1970’lerde ve 80’lerde başlayan kürtaj yanlısı tutum ise 1990’larda kısmen karşıtlığa dönüştü.) Genel olarak toplumsal meselelerde daha az liberal ve ekonomik meselelerde daha az muhafazakar olan zengin beyaz seçmenlere kıyasla işçilerin konumları değişikliğe uğramadı.

* İşçi sınıfının “ahlaki değerleri” ekonominin önüne mi geçti? Hayır. Kürtaj da dahil toplumsal meseleler, parti bağlılığıyla ve başkanlık oylarıyla ekonomik meselelerden daha az ilişkililer. Bu ilişki, gelir dağılımında en altta olan üçte birlik beyaz kesim için daha zengin beyazlara kıyasla daha da zayıf. Ek olarak, orta ve üst gelir seviyesindeki beyazlar için toplumsal meseleler başkanlık oylarına daha çok bağlı iken, düşük gelirli beyazlar için benzer bir eğilimi destekleyen bir bulgu yok.

Bartels, Amerikan Siyasetinde Sınıf ve Parti başlıklı kitabında “dar gelirli beyazlar Demokratik Parti’den uzaklaşmadılar ve sınıf ayrılıkları Amerikan siyasetinde gerilemiş değil” diyen Jeffrey Stonecash ile aynı fikirde. Stonecash ve Bartels CP’nin güçlenen hâkimiyetini daha fazla orta ve üst gelir seviyesinden seçmeni çekebilme yeteneğine bağlıyorlar. Bartels ampirik verilerini sunduğunda oldukça inandırıcı bir manzara ortaya çıkıyor.

Bir dizi grafikle Bartels tanımladığı şekliyle işçi sınıfının DP’ye bağlı olduğunu gösteriyor:

1976’dan 2004’e kadar beyaz Amerikalılar’ın oy davranışlarında kuvvetli ve tutarlı bir gelir faktörü var. Bu dönemdeki 8 başkanlık seçiminin ortalaması alınırsa gelir seviyesi en altta olan üçte birlik beyaz seçmen kesim %51 oranında DP’ye oy vermiş, ortadaki kesimin %44, en üstteki kesimin %37 oranına kıyasla. 1976’dan sonra en üst ve en alt gelir seviyesindeki beyazların DP desteği arasındaki fark %4’ten %14’e yükselmiş. 2004 seçimleri de bu örüntüye uyuyor: John Kerry en alttaki kesimin %50’sinin oylarını alırken en üstteki kesimin %39’unun oylarını almış.

İşçilerin oy verme kararlarında biraz olsun akılcı davrandıklarını keşfetmek rahatlatıcı olsa da, Bartels’in bulgularında işleri eskisi gibi yürüterek Amerikan siyasetindeki gericilik dalgasını geri çevirebileceğimize dair bir işaret yok. Öncelikle, Bartels’in sınıf tanımına göre bir işçi belirli bir gelir seviyesine ulaşınca Reagan veya Bush gibilerine “akılcı tercih” sonucu oy verme kararı almaya daha meyilli oluyor. Burjuva sosyal bilimi çerçevesinde kalan Bartels sınıfı gelire göre tanımlıyor. Ona göre en alttaki üçte birlik dilimdeyseniz, işçi oluyorsunuz. O zaman iyi ücret alan bir otomotiv işçisiyseniz CP’ye oy vermenizi beklemek mantıklı oluyor. Eğer bir DP politikacısı bir işçinin üretim araçlarıyla ilişkisine göre tanımlanan daha temel sınıf çıkarlarına hitap edemiyorsa elbette ki destek kaybedecek. Bunun dramatik bir örneğini Reagan hava trafik denetçilerini işten çıkardığında [5] görmüştük – Bartels’in tanımına göre bu işçiler işçi sınıfının bir parçası değiller. Emek hareketine yapılan bu saldırı sırasında Demokratlar ya o Reagan denen Hollywood gericisine tam destek verdiler ya da göstermelik bir tepki koydular. Sonuçta bunu izleyen 24 yıl boyunca emek ilişkilerinin gündemini belirleyecek olan da bu saldırı oldu.

Frank’in (ve Bartels’in) argümanındaki temel varsayım Demokratlar’ın ilerici bir ekonomik gündemi, aynen NBC’nin sonbahar sezonu için yayına daha fazla “reality show” koyması veya New York Yankees takımının yeni oyuncu için serbest piyasaya değil kendi çiftlik takımlarına bel bağlaması gibi, benimseyebilmesi. Gerçekte Demokratlar artan küresel rekabet koşulları altında faaliyet gösteren bir burjuva partisi oldukları için ekonomik popülizmden sakınıyorlar, psikolojik olarak kaybetmeye filan bağımlı oldukları için değil.

2. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’ne karşı alınacak tutum hakkında vardıkları uzlaşmanın benzeri, CP ve DP arasında ekonomik meselelerde de mevcut. 1960’larda Almanya ve Japonya’nın toparlanmasıyla ABD refah devletini tırpanlamak ve sendikalara saldırmak zorunda kalmıştı. Demokratlar bu doğrultuda Cumhuriyetçiler’den daha yavaş ilerlediler ama aynı buyruklar tarafından yönlendiriliyorlardı.

Robert Pollin’in 18-19 Ekim 2003 tarihli bir Counterpunch makalesinde açıkladığı gibi, Clinton hükümetinin hedefi ücret katılığını sağlamak kadar iş güvensizliğini de artırmaktı. İşçileri daha düşük ücretleri ve karşılıksız fazla mesaiyi kabule zorlayarak Amerikan şirketleri mallarını Avrupalı rakiplerinden daha ucuza satabileceklerdi. Bu akabinde Avrupalı sosyal demokratları aynı katılık rejimini kendi sendikalarına dayatmaya zorladı. Bu saldırının parti çatışmasından bağımsız doğasını anlamak için bir Ayn Rand müridi olan Alan Greenspan’in Merkez Bankası başkanı olarak rolüne bakılabilir. Pollin’i dinleyelim:

Greenspan Temmuz 1997’de Kongre’de yaptığı yarı-yıl konuşmasında enflasyonist baskının azalmasında “travmatize edilmiş işçi”nin rolünü açıkça teslim etmişti. O sene ekonominin performansını “olağanüstü” ve “istisnai” olarak selamlayan Greenspan, bu başarıya katkıda bulunan temel faktörün “iş emniyetsizliği hakkındaki artan duyarlılık ve buna bağlı olarak baskı altına alınan ücretler” olduğunu bildirmişti.

Muhteşem Onyıl kitabının yazarlarından, Merkez Bankası müsteşarı Janet Yellen da düşük işsizlik sırasında azalan enflasyonist baskının kaynakları konusunda benzer sonuçlara varmıştı. 24 Eylül 1996’da Merkez Bankası’nın Açık Piyasa Komitesi’ne rapor veren Yellen, “emek piyasası daralmışsa da iş emniyetsizliği canlı ve iyi durumda. Gerçek ücret beklentileri makul ve işçilerin pazarlık gücü şaşırtıcı derecede zayıf.” Gördüğümüz gibi işçilerin azalan pazarlık gücü olgusu Prof. Yellen’ı 1990’lardaki genel ekonomik performansın “muhteşem” olduğu tespitinden alıkoymamış.

Yoksul işçilere yapılan bu “iyi polis/kötü polis” saldırısı karşısında pek çoğunun seçim günü sandığa gitmeyerek “hiçbiri” seçeneğini işaretlemiş olması şaşırtıcı olmasa gerek.

Bunu da Thomas E. Patterson Kaybolan Seçmenler kitabında konu ediniyor. Kitapta ayrıntısıyla işlediği eğilimi History News Network’teki bir yazısında şöyle tanımlıyor Patterson:

1960’tan 2000’e kadarki dönem ABD tarihinde sandığa giden seçmen sayısındaki en uzun süreli azalmaya tekabül etti. 1960 başkanlık seçimlerinde oy veren seçmenler yetişkin nüfusun %65’i iken 2000’de %51’de kaldı. 2002 Kasım’ındaki ara seçimlerde oy verme oranı %39, kongre önseçimlerinde %19 oldu.

Azalan oy veren sayısı kamuoyunun siyasi kampanyalara ilgisinin azaldığına işaret eden tek gösterge değil. 1960’ta ülkede televizyonu olan hanelerin %60’ı Ekim ayındaki aday tartışmasını izlemişlerdi. 2000’de hanelerin %30’undan azı tartışmayı seyretti.

Patterson’ın neden Demokratlar’ın seçmen ilgisizliğinden en çok etkilendiği hakkındaki görüşü oldukça keskin. New Deal’ın mirasına sırtlarını dönen Demokratlar işçileri sandığa gitmeye teşvik edemiyorlar.

Gelir merdiveninin en alt basamağındaki seçmenlerin oy verme oranları en tepedekilein yarısı kadar. Ekonomik meselelerin revaçta olduğu dönemde işçi sınıfı politik tartışmaların ve partiler arası çekişmenin merkezindeydi. Şimdi paranın ve orta sınıf tasalarının yükselişte olduğu bir siyasi dünyada kenara itilmiş durumdalar. 2000’de seçim sonuçlarının hayatlarında çok az etkisi olacağını veya hiç olmayacağını düşünen dar gelirlilerin oranı, orta ve üst gelir seviyesi gruplarına kıyasla %30 daha fazlaydı.

DP’nin işçi sınıfı meselelerine kucak açan adaylar çıkarmama ısrarına rağmen sol içinde 2008’de çıkaracakları herhangi bir adayı, iğrenç Hillary Clinton da dahil, destekleyecek kuvvetler var hala. Mantık 2004’tekinin aynısı olacak. Cumhuriyetçi aday seçmenlerin alıştığı gibi aynı eşçinsel-düşmanı, işçi-karşıtı, ırkçı havuzdan çıkarılırsa Beyaz Sarayı o adaydan korumak için yapılan Demokrat çağrılarını işiteceğiz yine.

Bu sefer sol, eşekle file karşı bir alternatif sunacaksa, Bartels’in bulguları yararlı olabilir. Bartels’in DP taraftarlığına rağmen, yaptığı araştırma daha radikal bir yön gösteriyor. İşçilerin sınıf çıkarlarını anlamadıklarıyla ilgili tüm iddialara rağmen, refah devleti, sendikalar, ırksal adalet vb. ile özdeşleşmiş adayları tercih ettiklerine dair işaretler var ortada. Bizim görevimiz işçilerin oylarının harcandığını anlatmak ve bu tür meseleleri seçim kampanyası retoriği ile sınırlı görmeyen yeni bir parti yaratmak. Sosyal güvenliğe karşı devam eden saldırı, yükselen enerji fiyatları, dini cehaletin güçlenmesi ve Irak’taki içinden çıkılmaz savaş gibi koşullar altında, bunu yapmak her zamankinden kolay olmalı.

NOTLAR

[1] Gipper, Ronald Reagan’ın aktörken canlandırdığı meşhur Amerikan futbolu oyuncusu George Gipp’ten kendisine yakıştırılan takma ad. – ç.n.

[2] DP merkezine hâkim olan, 1988’den beri bütün parti adaylarını imâl eden neoliberal kampanya örgütü. – ç.n.

[3] Thomas Frank’in sözü geçen yazısının başlığına gönderme yapılıyor. – ç.n.

[4] Özellikle Güney eyaletlerinde daha şiddetle uygulanan, 1880’lerin sonundan 1950’lere kadar fiili olarak yürürlükte kalan ırksal ayrımcılık yasaları literatürde “Jim Crow yasaları” olarak geçer. – ç.n.

[5] 1981 yazındaki hava trafik işçilerinin grevi Reagan iktidarı tarafından keskin bir yenilgiye uğratılmıştı. – ç.n.

[Swans e-dergisinin 24 Ekim 2005 sayısından]