Güllerin bedeninden dikenleri teker teker koparırsan Dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar
Dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar
(Turgut Uyar)
Modern devletin varlık sahasında geçerli olan hayat ve ölüm ilişkisine üçlü bir kombinasyon hâkimdir: öldürülenler, öldürenler ve ölüme tanıklık edenler. Bunların üçü de neticede deneyimle ilişkilidir, yani aktarılabilirler. Ama mevzu ölüm olgusu olduğunda aktarım süreci hepten sancılıdır. Evvela şu durumu teslim etmeli: ölüler asla konuşamaz. Deneyimleri, öldürülme anlarındaki acıları ebediyen dünya dışına çıkmıştır. Buradaki acı kimse tarafından doğrudan aktarılamaz. Bu nedenle dolayımın devreye girmesi kaçınılmazdır. Meslekten siyasetçiler yahut işinin ehli edebiyatçılar (şairler, hikâye anlatıcıları, roman yazarları) üstlenebilirler bu dolayımı ancak. Sözgelimi Nazım Hikmet 1956 tarihli “Kız Çocuğu” adlı şiirinde, yedi yaşındaki ölü bir kız çocuğuna Hiroşima’daki atom bombası vahşetini anlattırır: “Saçlarım tutuştu önce, / Gözlerim yandı kavruldu. / Bir avuç kül oluverdim, / Külüm havaya savruldu.” Gelgelelim ne edebiyatçıyım ne de meslekten bir siyasetçi: ölüleri konuşturamam. Öldürmediğim ve öldürülmediğim için ilk iki deneyim hakkında konuşmam imkânsız.
Ne var ki, istesem de istemesem de yaşadığım topraklarda ölüme ziyadesiyle tanıklık etmişimdir. İşte tam da bu tanıklığın –şahitliğin- kıyıcı etkisini, yarattığı kesif hissiyatı sözle buluşturabilirim, hatta ne yapıp edip buluşturmalıyım. Farkındayım, “ben” öznesinin duvarları ardından sesleniyorum. Lakin biliyorum ki, bu “ben”in temasa geçmeye azmettiği bir “biz”i var. Aksi takdirde söze “ben” diye başlamaktan hicap duyarım. Ama bu durum birileri adına konuştuğum anlamına gelmez. Neyse ki, “biz”in tam olarak bir adı –kimliği- yok. Ölüm ve acı bahsinde siyasi yahut kültürel temsiller kuşanarak konuşmaktan imtina etmeli. Zira bu, her şeyden önce ayıptır, üstelik incesinden günahtır da. Başkalarının acılarına yaslanmadan, o acıları sömürmeden, bir iğva kapısı olan temsiliyet oyununa soyunmadan nasıl konuşulur o halde? Ölüme tanıklık etme hakkında şahsi bir yerden –kendi adıma- konuşma ısrarının makul bir gerekçesi olmalı muhakkak. Turgut Uyar’ın dizesine sarılıyorum: “yazmasam alçak olacaktım biraz”. Evet, yazmasam alçak olacaktım. Ama “çok” değil, “biraz” alçak olacaktım. Hem bu “biraz” değil midir zaten memlekette ölümler alıp başını giderken hayatımızı herkes kadar sürdürmemize kaynaklık eden. “Biraz” sayesinde unutuyorum tanıklık etmenin sızısını. Gelgelelim geçen yıl bu vakitler -28 Aralık 2011’de- Roboski’de vukua gelen devlet kıyımı, ne yalan söylemeli, sığınağım olan “biraz”ın sınırlarını hayli genişletti. Epey alçak oldum zira bilerek ve isteyerek sustum. Neden aradan bir yıl geçtikten sonra söz almaya yelteniyorum ki, ne anlamı var şimdi bunun? Lime lime olmuş kara vicdanımı teskin etmek, kefaretimi ödemek için mi bu? Hayır. Yine Turgut Uyar’a tutunuyorum: “bir acının yakıp geçmesini beklemek.” Ölüme tanıklık etmenin de bir acısı var. Acının içinden gelen -sözü bıçkınca tüketen- konuşmalarda hakikatin çarpıtılmaması mümkün değil. Kaldı ki, ateş düştüğü yeri yakıyor…
Ölüm, Öfke ve Utanç İlişkisi Üzerine
Bu denemede Roboski katliamını tartışırken reel siyasetin donuk aklına meyletmeyeceğim. Daha ziyade ölüme tanıklık etmenin kişi(ler)de yarattığı tahripkâr hallerle yetinecek, bu esnada kendi kavlimce solun bir duygu kaybına da işaret etmeye çalışacağım: “utanç”. Tanıl Bora -bilhassa 12 Eylül akabinde- sosyalist solun “hem hayret etme hem de öfke duyma hassasını” kaybettiğinden söz eder.1 Muhtelif vakalarla kayıtlıdır ki, bu saptamanın haklılık payı var. Anlık parlamaların dışında sol, öfke duyma marifetini büyük oranda yitirmiş gibidir. Nitekim Roboski katliamını, saman alevi misali kabarıp durulan öfkelenmelerin ötesinde, yani hakikati sorunsallaştırma saiki ile pek gündemleştiremediği aşikâr. Öfkenin süreğenleşememesinin, bu kesitte siyasi bir mecrada ve yine siyasal bir eylem içinde tecessüm edemeyişinin nedeninin utanç kaybıyla alakalı olduğunu düşünüyorum.
Öfke geçicidir, buna mukabil utançsa kalıcıdır. Utançla mukayese edildiğinde öfkenin siyasal dile tercüme edilmesi daha müşküldür. Hakikatin gözler önüne serilmesi sürecinde utanç duygusu asli tutamaklardan biridir bence. Kafka, modern insana “suçunu anımsa” der: Suçun anımsanması utanç sayesinde olabilir. Kolektif muhalefetin de halihazırdaki dünyaya tanıklık etmekten ileri gelen -pasif de olsa- bir suç(luluk) payı mutlaka vardır. Vicdan azabını aşan bu suçluluk duygusunu telafi etmek, pasif tutumu aktifleştirmek, yani dünyaya tanıklık etmeyi onu değiştirme arzuyla birleştirmek başlangıç anında –ama yalnızca başlangıç anında- ancak utançla mümkündür. Burada psikolojik sınırlar dahilinde zikredilen, özneyi kendi içine kapatan “suçluluk duygusu” anlamında utançtan bahsetmiyorum yalnızca. Siyasallaşma kapasitesi yüksek olan, kolektif ve bireysel hafızayı diri tutan, özneleri hakikat ve adalet talebi ekseninde eyleme teşvik eden utanç duygusuna, bu duygudaki devrimci cevhere dikkat çekmek istiyorum.
Sartre, Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı meşhur önsözde, Batı toplumlarını sömürge diyarlarında uygulanan türlü zulümlerden utanç duymaya davet eder. Bu davette sesi çatallanır zira kendisi de utanç duymaktadır yapılıp edilenlerden. Batılı beyaz insanlara, azıcık saadet uğruna, kendilerine çok ama çok uzak muhitlerde işlenen insanlık suçlarına kayıtsız kalmamaları çağrısında bulunur. Sessiz kalmak sömürgeci efendilerin zulmüne ortak olmaktır. Sömürge topraklarındaki şiddet dalgasının gerisin geri kaynağına dönmesi de an meselesidir. Mahut ortaklığı feshetmenin belirleyici ilk insani adımı vicdan yahut merhamet sahibi olmak değil, sömürgeciliğin siyasi, kültürel ve iktisadi icraatlarından utanç duymaktır; ancak ve sadece utanç duyulduğunda mezalime karşı çıkılabilir. Kınında durmayan muayyen bir öfkenin satır aralarından dünyaya saçıldığı doğrudur ama öfkeyi siyasallaştıran yakıt her halükârda utançtan mürekkeptir. Sartre âdeta bir feryadı andıran sözlerini Marx’la buluşturur, “utancın Marx’ta devrimci bir duygu” olduğunu belirtir.2 Utanç sanıldığı üzere sefil bir duygu değildir, işlenildiği takdirde dünyanın değiştirilmesi davasına alttan alta hizmet eden devrimci bir duygudur. Sorumluluk etiği temelinde kişileri hakikat arayışına, eşitlik özlemine yöneltir.
Buradan bakıldığında, Roboski katliamı da göstermiştir ki, Türkiye’nin sol/sosyalist siyasetleri utanç duyma meziyetini yitirmişlerdir. Bu gerçekten iç sızlatan yargıyı söylerken, solun güçsüzlüğünün, dağınıklığının, geri çekilmişliğinin, bizzat kendisinin de işkencelerden geçirilmişliğinin, Erdoğan Özmen’in yerinde ifadesiyle, “sesinin kıstırıldığının”3 farkındayım. Asla insafsızlık etmek istemem. Kaldı ki bu yakıcı kayıp sadece sol siyasete münhasır değil. Değil mi ki memleketin ücralarında devlet şiddetiyle hesapsızca öldürülenlerin, yani fukara ve perişan Kürtlerin çığlıkları, yıllar var ki boşluklara çarpıp dağılmaktadır. Ölümlere üzülüyor, hayıflanıyoruzdur belki ama -bu sözleri sarf eden ben de dahil olmak üzere- cemiyet olarak ölümlerden pek utanç duyduğumuz söylenemez. Türkiye toplumsalının çözülüşüne, çöküşüne delalet eder bu durum da. Ölümün bizden çok ötelerde gerçekleşiyor olması bu hazin durumu izah etmeye yetmez. Ortada yapısallaşmış -solun mağlubiyetiyle de ilişkili- bir vaziyet var.
Türkiye’de sosyalist solun “ölüme tanıklık etme” hasletindeki siyasal kapanmayı çok erken vakitlerde ustalıkla fark eden, Sartre’ın devrimci bir çehre kazandırmaya çalıştığı utanç duygusunu –Sartre’dan habersiz- yazdığı onlarca şiirde geliştirip derinleştiren kişilerden biri de, Turgut Uyar’dır. İçinde bulunduğumuz büyük çaresizliği, ölümler söz konusu olduğunda devlete sızlanmanın dışında karşı çıkamıyor oluşumuzu, şu hakikaten can yakan, meyus eden darlığımızı, kaybettiğimiz utanç hassasını Turgut Uyar’dan el ve icazet alarak anlamaya gayret edeceğim. Turgut Uyar’a sözlerime kılıf uydurmak ya da entelektüel gevezelik yapmak için değil, benden evvel bu netameli meseleyi samimiyetle dillendirdiği, ölümler karşısında utanç duygusunu hayatı yüceltmek, ona sahip çıkmak adına hatırlattığı için yöneliyorum. Turgut Uyar’ın şiirlerinde söylemselleştirdiği ölüm ve hayat diyalektiğine değinmeden önce, Türkiye’nin Kürt meselesindeki utanç kaybının ruhsal dinamiklerinin nedenlerini kısaca da olsa serimlemek lazım ama. Memleketçe ölümlere duyarsızlaşmamızı nasıl açıklayabiliriz? Ölümleri unutmamız hayatı da unutup geçiştirdiğimiz anlamına gelmez mi?
Devlet, Savaş ve Ölüm
Sigmund Freud 1915’te neşredilen “Savaş ve Ölüm Üzerine Düşünceler” adlı makalesinde, I. Dünya Savaşı sonrasında, mevcut Batı medeniyetinin “değerlerinin” çatırdadığından söz eder. Değerlerin çözülüşü iki alanda açığa çıkar: hayal kırıklığı ve ölüme yönelik değişen tutumlar. Bu iki unsur eşanlı olarak, “savaşta yer almayan insanların” ruhsal dünyalarını kuşatmıştır. Bilim tarafsızlığını, sanat özerkliğini kaybetmiş; geleneksel ahlaksa yerle yeksan olmuştur. Savaş, halkları nefret ve tiksinti duyguları etrafında saflaştırmış; “müşterek bağları” kendi mantığı uyarınca koparmıştır. Verilen yasal sözlerin hiçbiri tutulmamış, savaş cephe gerisine sirayet ederek sivillere (kadınlara, çocuklara, hekimlere vb.) kadar uzanmış, şiddet toplumsal hayatın altını üstüne getirmiştir. Bu çılgınlığı durdurmaya yeltenen her türlü karşı çıkışsa “kör bir öfkeyle” püskürtülmüştür. Sözümona medeni ve barışçıl devletler varoluşlarına hüviyet kazandıran ahlaki temelleri –içgüdüsel feragati- “çıkarlar” söz konusu olduğunda çiğneyip atmışlardır. Zira dünya halklarını “düşmanlık” söylemleri dahilinde bölüp parçalayan, “başka bir dili konuşanları” ötekileştiren şu uğursuz “yabancı” kavramını kullanmaktan hiçbir surette sakınmamışlardır. Modern devletler, uzunca bir süre, hem siyasi hem de ahlaki retoriklerinde “yabancı” kavramının artık dillerden sökülüp atıldığını vaaz etmişlerdir. Freud’a göre, savaşa tanıklık edenlerin hayal kırıklığının kaynağında kuvvetli bir “yanılsama” olan bu söyleme inanma yatmaktadır.
Devletler toplumsal hayat üzerinde denetim ve iktidar kurarken hiçbir zaman “kötücül tutkuların” birtakım etik ilkeler doğrultusunda bastırılmasından yana olmamışlardır. Savaş esnasında tutkuların serbest bırakıldığına defalarca tanıklık edilmiştir. Freud’a göre, “vicdan kökeninde toplumsal bir kaygının” ifadesidir, ahlakçıların sandığı üzere bireysel bir “yargıç” değildir; savaşta vicdanı oluşturan bu toplumsal kaygı tekil bireyler özelinde hızla dağılır. Devletin değil, öncelikle toplumun karşı çıkmaması halinde kötücül tutkular zincirlerinden boşalır: “insanlar uygarlık düzeylerine ters düşen ve insana imkânsızmış gibi gözüken büyük bir acımasızlık, dolandırıcılık, ihanet ve barbarlığa yönelirler.”4 Ölüme yönelik geleneksel düşüncelerdeki tarihsel sapmanın nedeni de tam olarak bu süreçtir. Bundan böyle kayıtsızlık, sorumsuzluk egemendir manevi varoluşlara. Dönüşüme tabi tutulmamış içgüdülerin seferber edilmesi, öldürülenlerin nihayetinde düşman ve yabancı olarak anlamlandırılıyor olmaları herhangi bir sıkıntı arz etmez: “yabancıların ve düşmanların ölümlerini kabul ederiz.” Freud bilinçdışının ölümü kabullenmediğini öne sürer, kişi kendi ölümsüzlüğüne inanmaktadır. Savaş, inkâr edilen ölümü yeniden hatırlatır lakin öldürülenlerin tanınmayanlar, yani başkaları olması bilinçdışındaki ölümsüzlük arzusunu perçinlerken, zafer duygusu, ulusun süreklilik arzusunu kamçılar.
Doktor Freud savaşta ve ölüm olgusunda geçerli olan “utanç ve hayal kırıklıklarının” esasında insana ve devlete dair yürürlükte olan yanılsamalara dayandığı için, tümüyle yersiz olduğunu belirtir: “gerçekte vatandaşlarımız korktuğumuz kadar derine batmamıştır, çünkü hiçbir zaman inandığımız kadar yükseğe çıkmamıştır.”5 Okuru ferahlatan yargılardır bunlar. İnsanın idealleştirilmemesini salık verirler çünkü. Freud’a göre, savaşların kasıp kavurduğu toplumsal varoluşlarımızda hayat artık “katlanılan” bir süreçtir. Latince bir vecizeyi tereddüt etmeden çağımıza uyarlar: “Si vis vitam, para mortem: yaşama katlanmak istiyorsan, ölüme hazırlan.” Ölüme hazırlanmak, ona karşı çıkmanın siyaseten beyhude olduğunu söylemekten başka bir şey değildir. Gerek savaşlardaki ölümlere gerekse devletlerin iç düşman söylemleri uyarınca etkisiz hale getirdikleri hayatlara karşı, insanın elini kolunu bağlayan bu kötümser yaklaşımın utancı kapı dışarı etmesi anlaşılırdır. Utançtan münezzeh bir hayat sürmek bir katre “huzur” adına ikiyüzlülüğü de kabul etmektir.
Yanılsamaları eleştiren Freud’un bakış açısı başka yanılsamaları barındırır içinde: Ölüm ve savaş ilişkisinde kapitalist nizama teğet geçilmiştir. Freud’un çözümlemelerine içerdiği kara yazgıcılıktan, hatta serinkanlılıktan ötürü itiraz etmeli. Freud modern devletlerin söylemlerine ve şiddet pratiklerine dayanak oluşturan düşmanlık algısını ve yabancılık retoriğini toplumsal gövdeden olduğu gibi siyasal teşekkülden de dışsallaşmıştır. Oysa modern devletler “dış düşman” algısına olduğu kadar, hatta ondan çok daha fazla “iç düşman” algısına göre şekillenmişlerdir. Kürt meselesi bunun apaçık emsalidir. Siyasi ve hukuki yapılanmaya Türklük dolayımıyla bağlanan Kürtlerin, Türkiye’de siyasal iktidarların yabancı algısının içini doldurmadığını kim iddia edebilir? Çatışmalar cephe gerisine çoktan sıçramış; halklar arası sivillerin ölümleri normalleşmiştir. İki eşit güç arasında cereyan eden bir “savaşın” olmadığı malum ama halklar tıpkı devletler arası savaşlarda olduğu gibi, nefret söylemleri aracılığıyla birbirlerinden uzaklaşmaktadır. Toplumsalı devridaim ettiren ortak bağlar gevşemeye, bir arada yaşama arzusu dağılmaya başlamıştır. Türkiye toplumsalının ölümlerden utanç duymaması, Freud’un çerçevesi içinde kaldığımız takdirde, meselenin sürgit kılınmasına vesile olmaktadır. Toplumsalın yıkımına yol açan bu utanç eksikliğini, mahut eksiklikten kaynaklanan sorumsuzluğu ancak sol telafi edebilir. Turgut Uyar’ı anımsamak bu nedenle önemlidir.
“Ölü Yıkayıcılar” ve Bir Başkaldırı Olarak Utanç
Turgut Uyar, ölümler karşısındaki utanç duygusunun önemsizleştirilmesi çabalarına, 1968’de yayımlanan “Ölü Yıkayıcılar” adlı uzun şiirinde şiddetle karşı çıkar: “savaş suçsuzluktur işte belki” ama ne yaparsak yapalım “üşürüz suçluluktan / suçluyuz yaşamaktan.” Burada tekil bir üşümeden değil, bilakis çoğul bir üşümeden söz edilmesi manidardır. Üşüme, huzursuzluk olarak anlamlandırabilir. Şahsi bir vicdan azabından ziyade çokluğun utancına işaret eder bu. Ölümlere karşı çıkışın duygusal-manevi bağları çokluğun varlık alanında utançla örülebilir. Bu müşterekleşmiş duygu zemini, siyasal eylemin de önünü açar. Savaş gerçekliği, Freud’un belirttiği üzere, kişileri ve toplulukları suçluluk duygusundan uzaklaştırabilir. Ne var ki, Turgut Uyar’da ölümlerin “yabancılar” ve “başka dilleri konuşanlar” arasında vuku bulması hayatta kalmanın sızısını asla yatıştırmaz: “Venezuela başkaldırmasında 400 kişi öldürüldü ise / Ben buna ne yaparım? / Ben sonsuz bir eğitimi yaşarım / Ben seçimleri, kaçamakları ve alkolü yaşarım.” Eğitim, seçim, kaçamak ve alkol: bir arada iş gören bu dörtlü unsur siyasal pasifizme tekabül eder; sırasıyla eylemsizlik, oyalanma, yalan ve felçleşmedir. Ölümlerin durdurulması, kalıcı ve makul bir barışın tesisi arzulanıyorsa bu dört unsura karşı teyakkuz halinde olunmalıdır.
Üstat seçimlerden de umudunu kesmiştir: “Seçim ne zaman? / Bu ayın ya sekizinde ya onunda.” İster sekizinde olsun isterse onunda, seçimlere yönelik siyasal beklentiler avuntudan ibarettir. Zira ölümlerin önünün alınması ve hayatın yeniden ve daha güçlü bir biçimde ele geçirilmesi toplumsal hayatın temellerinden dönüştürülmesine bağlıdır. Hem Turgut Uyar’da ölüm kapitalizme içkindir, daha doğrusu yapısal bir hadisedir. Kapitalizm ölümü bakışlardan uzaklaştırmış, perdelemiştir sadece. Ölüm salt savaş zamanlarında yürürlükte değildir; diken üstünde varlığını devam ettiren “barış” koşulları da ölümün bir başka çeşididir: “Ben bütün trenlere vaktinde giderim, / Trenlere, işe ve ölmeye. İstanbul’da.” Çalışma da dahil olmak üzere, gündelik hayattaki tekmil eylemler ölüm merkez alınarak ayarlanmıştır. Anlaşılacağı gibi varlıklılardan çok fukaralara musallat olmuştur ölüm: “ben iş kovalarım orda burda / Sicil numaralarım var orda burda.”
Bu korkunç gidişata karşı ne yapılabilir? Tren alegorisi şiir boyunca mütemadiyen arzı endam eder, hareketin ve akışın ifadesidir. Ölümlere giden treni “seçim oyunları” ile yahut kaçamaklarla durdurmak asla olası değildir. Bunlar akışı sekteye uğratan ve aşılması gereken bariyerlerdir: “Araya seçimler, karakollar ve sendikalar girince” devrimci süreç kaçınılmaz olarak sendeler. Zira seçimler, karakollar ve sendikalar umuttan değil, korkudan hareketle ortaya çıkmış, düzeni devam ettiren “denge” etmenleridir. Köklü ve temelli bir değişim için dengelerin kesinlikle bozulması icap eder. “Düzenin ve korkunun sar’asından” kurtulmak, yani güvenliğin ve huzurun değil, özgürlüğün ve umudun “büyük sularına” dalmak… Önemli olan trenin rotasını hayata çevirmektir ki, bu da ancak devrimle mümkün olabilir. “Ah sonsuz düzen / nasıl da varsın” dizeleri, topyekûn değişim arzusuna göndermede bulunur. “Sonsuz düzen” tabiri, Freud’un tablosunu çıkardığı “değiştirilemez” düzen değildir. Dolayısıyla, bir tür kabullenişin ya da geri çekilişin tezahürü anlamına gelmez. Farkına varılması ve mücadele edilmesi gereken ilk gerçekliktir.
Turgut Uyar’ın şiirini kaleme aldığı dönem, devrimcilerin devlet kurşunlarıyla birer ikişer öldürüldüğü, sosyalist solun devrim iddiasıyla yükselişe geçtiği bir dönemdir. Uyar’a göre, “iki şeyin birbirinden ayrımının olduğu zamanlar” çoktan geride kalmış; ölümün gündelik hayatta geçerli olan yaşarken ölme hallerine doğrudan fiziksel ölümler de dahil olmuştur artık. Turgut Uyar, ölümün bu siyasallaşmış şeklini yüceltme yolunu tutar: “Ben ölümü bir kente övüyorum.” Kentin sakinlerine ölümü anlatmak, ölümün kentlerde “bazen büyük bir yadırgatma” etkisi yaratmasıyla ilgilidir. Ne var ki, yadırgatma her zaman değil, bazendir; ölümlerin süreklilik kazanmasıyla “son duyarlıklar” da hızla tükenir. Korkunun sar’ası toplumsal bünyeye daha kuvvetlice yayılır. “Mukaddes” yenilginin ve gerilemenin emareleri de kendini belli etmeye başlar. “Yaşamak sindirilince oralarda buralarda”, sonsuz düzene dair çözümsüzlük hissiyatı hâkim olur. Çözümsüzlük hissiyatı derinleştikçe kavurucu bir hale gelir. Genişleme yerini darlaşmaya, eylemse hareketsizliğe bırakır. Devrim iddiasının güçten düşmesine, akışın kesintiye uğramasına yol açar bu durum. Turgut Uyar, bu trajik tükenişin –içe kapanmanın- üstesinden gelmek için devrimci bir yakıt olarak utancı devreye sokar: “Kardeşim kardeşim kardeşim / Utanıyorum artık utanıyorum / Adamın biri vardı öldü!.. / Utanıyorum / Birileri daha öldü utanıyorum. / Bir pencere kapanır gibi, öyle, her yanım…” Utanç, ölüme başkaldırmanın elde kalan son silahıdır âdeta. Sonuna kadar insani bir duygudur, sinesinde mağlubiyetin sızısını taşıyor olması cevherinden bir şey eksiltmez. Devletli düzenin öldürme tehdidinden korkmak da insancadır, anlaşılırdır: “Bir gün bir şeyler aranırsa / Bu benim korktuğumdur.”
Turgut Uyar’a göre, sadece korku değil, gereken rikkati ölülere gösterememek de “öylece kalmaya” neden olur. Utancı heybesine almış, korkularıyla hesaplaşmış solun kendi ölülerini usulünce gömmesi gerekmektedir. Turgut Uyar pek çok şiirinde solun ölülerine sahip çıkması gerektiğinin altını çizer. Hayatı kurmak istiyorsa, solun “Ölü Yıkayıcı” olması maalesef elzemdir. “Ölü Yıkayıcılar”, ölüme tanıklık edenlerden başkası değildir: “Geldiler. / Uzun sessiz ölüyü yıkadılar / Ölümü tazeleyip bağışladılar / Gömdüler. / Direnmedi. Anısı Tükenmedi. Sürdü.” Şiirde “Ölü Yıkayıcılar”ın, ölülerini aşama aşama gömmeleri anlatılır. Solun ölülerini gömmesi, tazeleyip bağışlaması, aynı zamanda kendisini de bağışlaması, tazelemesi anlamına gelmektedir. Turgut Uyar bu anlamda umutsuz değildir, darlıktan çıkış yolları konusunda olumlu düşünmektedir. “Biraz Daha” adlı şiirindeki dizelerinde davudî bir sesle konuşur: “Ölülerimiz toplanacaktır / Ve yüceltilecektir bir mavide”. Bu basit bir fetişizm değildir, özgürlük ve eşitlik uğruna hayatını kaybedenleri anma, böylelikle geçmişi şimdide konuşlandırarak geleceğe açılma isteğinin yansımasıdır. Tezgâhlardan, yargısız infazlardan, sürgünlerden geçirilen ve acımasızca sindirilen solun kendi geçmişiyle yeteri kadar yüzleşememiş ve ölülerini hâlâ gömememiş olması bugünkü darlığının, çıkışsızlığının nedenlerinden biri olabilir mi acaba?
Turgut Uyar’ın hususiyetle üzerinde durduğu utanç duygusunun Roboski katliamında külliyen ortadan kaybolduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek. Bu kaybın nedenleri siyasal iktidarın ölümü manipüle etme tarzlarıyla ilişkili olduğu kadar, toplumsal ve bireysel hayatlarımızda ölüme alıştırılmış olmamızla da bağlantılı. Kaldı ki, otuz kırk yıldır, bilhassa Kürtlerin ölümünde, ölümün muhteviyatı bile değişime uğramıştır. Ölüm skandal yahut kent sakinlerinin haletiruhiyesini sarsan bir rezalet olmaktan çıkmıştır. “Yabancının”, esasında ölüm bile sayılmayan ölümü, Türkiye toplumsalı tarafından deyim yerindeyse kanıksanmıştır.
Ölümün Kıymetten Düşürülmesi, Hakikatin Perdelenmesi
Türkiye’de -sola da sızmış- utanç kaybına neden olan önemli bir etmene değinmeli: Ölüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hiç olmadığı kadar çok sıradanlaştırılmıştır. Ölümün sıradanlaştırılması süreci itibarsızlaştırılmasıyla paralel işlemektedir. Paramparça edilmiş gerilla cenazeleri, hapishane koğuşlarında lav silahlarıyla kavrulan mahpusların kömürleşmiş bedenleri, asitlerle yıkanmış toplu mezarlar, sahipsizler kabristanına defnedilmiş adı sanı bilinmeyen devrimci militanlar, sokak ortasında kesilip biçilen kadınlar, iş kazalarında ucuza ölen işçiler, askeri kışlalardaki intiharlar…
Toplumsal hayatın her yanına ölüm damgasını vurmuş, soğuk gölgesini düşürmüştür. Sürekli ama sürekli ölüyor, ölümle yatıp ölümle kalkıyoruz... Siyasal iktidar giderek her tarafa yayılan ölümlerin sorumluluğunu omuzlarından atmak için hakikati –her zaman ve maharetle yaptığı gibi- bin bir türlü yalanla perdelemeye çalışmaktadır: “Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan / Eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar”. Eşkıyalarının da askerlerinin de onca kanadığı bu ölüm toplumundan çıkmak için devletin yalanlarına asla inanmamak, hakikatin “ipine tutunmak” gerekmektedir. Ne var ki, karşımızdaki devlettir; hakikati ötelemek onun alâmetifarikasıdır. Yalanların kifayetsiz kaldığı yerde, görkemli bir mekanizma devreye sokulmaktadır: Bunca ölümün üstesinden ancak sansürle gelinebilir. Ölüm hakkında konuşmak yasalarla denetim altına alınmıştır: devlet cinayetle suçlanamaz, hakikat devletin varlığına rağmen soruşturulamaz. Yasal prosedürlerin yanı sıra, ölüm hakkında muhtelif konuşmaları boşa çıkaran muazzam bir söylem tertibatı da var. Mesela Tayyip Erdoğan Roboski’de –aslında tüm Kürdistan sathında- devletin bir cinayet makinesi olduğunu söyleyenleri, buradan hareketle de katliamın faillerinin bulunması ve yargılanmasını isteyenleri “ölü sevicilikle” itham ederek susturmaya çalıştı. Kimse ağzını açamaz hale gelene kadar da bu habis yaftayı demokratik muhalefeti susturmak için kullanmakta herhangi bir beis görmedi. Kurmayları, köşeleri tutmuş yazarları da hep bir ağızdan “ölü sevicilik” ifadesini gergef dokur gibi işlediler, hâlâ da işliyorlar. “Her kürtaj bir Uludere’dir” diyerek, ölümlere karşı çıkışın siyasal imkânlarını zaten sulandırmıştı. Bırakalım katliam olgusunu, şimdilerde “Roboski” kelimesinin dahi kullanılmasına hararetle kaş çatıyor, kelimeye ipotek koyuyor, söylemsel alandaki dolaşımını yasaklıyor: “Oranın adı Uludere, Roboski ne demek?”6
Bu antidemokratik süreç gerek öldürülenlerin yakınlarının gerekse ölüme tanıklık edenlerin (kamuoyunun) susturulması, konuşturulmaması adınadır. Lakin sadece Roboski’ye has bir durum değil bu. Devlet askerlerin de ölümleri dahil genel anlamıyla ölülerden çok ama çok korkuyor. Gerilla cenazeleri inatla sahiplerine verilmiyor, kaçırılıyor. Mezar taşları kırılıp yerlerinden sökülüyor, ölüleri anma etkinlikleri çeşitli bahanelerle yasaklanıyor, katılanlar tutuklanıyor; toplumsal hafıza silinmeye, Turgut Uyar’ın belirttiği “anılar” buharlaştırılmaya çalışılıyor. Hatta öyle ki, “yerinde gömmeler” tartışılıyor artık, dualar ve ağıtlar bile esirgeniyor ölülerden. Kürt halkına “Ölü Yıkayıcılık”ları çok görülüyor. Bu nedenledir ki, Kürt meselesinde ölüm bu topraklarda bağışlanmıyor. Türkiye’de ölülere düpedüz saygısızlık ediliyor! Gerilla cenazeleri özelinde susturmanın ve saygısızlığın dayanak noktası, elbette her kapıyı açan “terörizm” söylemidir. Fakat Roboski’de öldürülenlerin “terörist” değil, “sivil” olmaları ölümlere ilişkin konuşmaya teşebbüs eden toplumsalın sus(turul)ma işlemini hayli katmerleştirmiştir.
Hem siyasal iktidara bakılacak olursa konuşulacak, ortalığı ayağa kaldıracak ne var ki: Roboski Kürdistan’daki sistematikleşmiş şiddetin bir tezahürü değil, insansız hava uçaklarının anlaşılabilir bir “hatası”, önünde sonunda “istihbarat yanlışlığının” yol açtığı ehemmiyetsiz bir “ihmal”dir. Nitekim ölen her cana karşılık devlet hazinesinden tazminat verilebilir, bu hadise de böylece sessizce kapatılabilir. Öldürülenlerin hayatlarının ne gibi bir kıymeti var ki. Günlük otuz kırk lira karşılığında, katırlarla sınır ötesinden yasadışı yollarla mazot taşıyan “kaçakçı”lardır alt tarafı. Bu “yaşanmaya değmez hayatların” bir “kaza”dan ötürü ortadan kaldırılmış olması önemli bir mevzu değildir. Öldürüldüğü düşünülen bu insanların “yasları” dahi tutulamaz.7 Dolayısıyla, cemiyetçe susalım, dudaklarımızı açmamak üzere mühürleyelim, dahası işimize/kârımıza bakalım, ne de olsa “hedef 2023”tür, çok ama çok “büyük Türkiye’dir”.
Son Söz Niyetine
Turgut Uyar siyasal iktidarların konuşmaları boğma tutumlarını cesurca reddeder: “Ölümden konuşulacaktı elbet, hem de durmadan / Sonsuz kan bir kesitte pıhtılaşmadan.” Roboski katliamında akan kanın karanlıkta pıhtılaşmaması, katliamın unutulup silinmemesi için ölümden konuşulmalı. Susmak barışa yahut toplumsal uzlaşıya değil, daha fazla savaşa ve çatışmaya zemin hazırlamaktır. Konuşmaları –karşılıklı anlayışı- askıya alan öfkelerin değil ama mahcubiyetin yön verdiği daha makul bir düzlemde tartışmak, çözümsüzlüklere dair hal yolları aramak… Kürt meselesi korkusuzca konuşulamadığı için bugün bu denli kangrenleşmemiş midir? Kürt meselesinin demokratik bir vasatta, ancak konuşularak çözülecek pek çok veçhesi var. Ölüm ve acı da bunlardan biridir. Çatışmaların hâlâ sürüyor olması bu durumu engelliyor zira yıllanmış acılar bir türlü yatışmıyor. Kürt meselesi bu haliyle kanayan bir yarayı andırıyor. Acıların devam etmesi, gözyaşlarının kurumaması susmanın gerekçesi olmamalı ama. Kaldı ki, sustukça ölümler eksilmiyor. Yaraları saracak bir dile ihtiyaç var.
Siyasal iktidar kendi korkusundan, suçlarının ifşa olması riskinden ötürü ölümlerden konuşulmamasını istiyor, ölülere de bu nedenle hürmetsizlik ediyor. Bu risk için bile olsa daha fazla öldürmeyi göze alabilir. Türkiye’de ölülere hürmetsizlik hayata biçilen pahayı da belli etmektedir. İnsanlar durmaksızın öldürülüyor, öldürülüyor… Ama üstadın dizeleriyle söylemek gerekirse devlet bir hususu atlıyor: “Bizim mavi giyimlerle güneşlendiğimiz yerde / Ne insan tükenir ne gökyüzü”.
1 Tanıl Bora, Sol, Sinizm, Pragmatizm, İstanbul: Birikim Yayınları, 2010, s. 26.
2 J. P. Sartre, “1961 Tarihli Baskıya Önsöz”, Yeryüzünün Lanetlileri (içinde), çev. Şen Süer, İstanbul: Versus, 2007, s. 22.
3 Erdoğan Özmen, “Sola Saldırmak”, Birikim, Aralık 2012, sayı: 284, s. 34-39.
4 Sigmund Freud, Uygarlık, Din ve Toplum, çev. Selçuk Budak, İstanbul: Öteki Yayınları, 2006, s. 65.
5 Sigmund Freud, a.g.e., s. 70.
6 Özgür Gündem, 19 Aralık 2012, s. 10.
7 Burcu Şentürk, “‘Bazılarının’ Yası Daha Az Tutulur: Şiddet ve Kürt Sorunu”, Praksis, 2012, sayı: 28. s. 122-137.