“Geçmişe taze gözyaşı dökme.”, denir. Peşin söylemeliyim, dökeceğim bu yazıda.
Ben Ankara’da Halide Edip İlkokulu’nun üçüncü evresindeyken, yani 78-79 yılları, İbrahim Tatlıses’in “Sabuha”sı her yerdeydi. Ve “VİCDANSIZ Sabuha!...” diye haykırıyordu her yerimize. Bizim sınıftan Erdem arkadaşımız, yanık yanık, ezik ezik, ağzından tükürükleri saça saça çığırırdı bu parçayı. Tüylerimiz kalkardı. Dikkatimiz dağıldığında öğretmenimiz Birdal Özbaykal hemen Erdem’i devreye sokardı. “Hadi şimdi her şeyi bırakıp sadece Erdem arkadaşınızı dinliyorsunuz.”, diye “üçüncü şahsın şiiri” gibi seslenirdi bize. Emeği var üzerimizde. Erdem de hazır kıta gibi, hiç ikiletmez hemen girerdi parçaya. Vicdan, İbrahim’in parçasını yorumlayan Erdem’le girdi en çok hayatıma. Aşk acısı tatmış gibi okurdu el kadar çocuk ve kadınlar vicdansız olurlardı. Ne anlardık acaba Sabuha’dan? Anlar mıydık!? Aklımızın basmadığından değil, hayatımızın tecrübesizliğinden anlamazdık sanırım. Buram buram çocuktuk. “Ayağında kundura, yar gelir dura dura...” Nesini anlayacaksın bunun!? Yar niye doğrudan gelmezdi de dura dura gelirdi? Nazlandığından mı? Bize varmayan yare, niye vicdansız derdik? Şimdi bu paragraftan uzaklaşacağız ama kaybolmayacağız, yoksa vicdanlarımıza ne deriz sonra!?
Yıllar yıllar sonra vicdanın sınandığı olağanüstü karanlık yerler gördüm, içlerinde aşk yoktu. Duydum, kokladım, dayağını yedim, hissettim, suyunu içtim... Su borularının içinden su, dışından kan akıyordu. Kan terlemiş gibiydi o paslı, boya bile sürülmemiş borular. Hayal etsem bu kadarını beceremezdim. Başıma geldi de hayal gücümün geniş olmayışına yandım. Belki de en vicdansız olunan yerler işkencehanelerdir. Varsa eğer, vicdanını çıkar da gir. Savunmasız insanlara akla hayale gelmeyecekler yapılır orada. Ve bir tek ses duyulmaz, çıkmaz o haneden dışarı. Kör, sağır, dilsiz bir âlem. “İşkenceler öyle garaj altlarında, yeraltlarında değil de uluorta yapılsaydı ne olurdu acaba?”, diye sorası geliyor insanın. Belki de bu tanıksızlık, bu derin sessizlik içinde –altında- yaşanan işkenceler, vicdan denen soyut bir serzenişin hiç uğramadığı yerlerde yaşanırlar. Çünkü sizi zorla nereye götürmeye kalkarlarsa kalksınlar, orada vicdan biraz sızlamaya başlar, başlamalı. Eğer öyle olmuyorsa bilin ki işkencehanedesinizdir. Size acıyacak görevli, yani iyi polis bile devlet memurudur. Devlet Baba, halkın vicdanını rahatsız edecek böyle kötü şeyleri gizler. Bir babanın gözü önünde işkence edilir mi hiç!? Allah muhafaza!
İlk gözaltına alındığımda, “Burası cehennem” demiştim. Öldük ve dünyadaki günahlarımızı bize ödetiyorlar. Tek tek hepsini ödeyeceksin, yok başka yolu. Yine de sıra bekletiyorlar. Kuyruk var. İşkence kuyruğu beklediniz mi hiç!? Dünyada kimsenin öne geçmeye çalışmadığı tek kuyruk budur, eminim. Siz şimdi anlayamayacaksınız ama, yine de anlatmaya çalışayım. Çünkü yaşamadan anlaşılacak bir şey değil. Her yaşayanın da anlatabileceği bir şey değil. Benim yaşadığımı ben anlatabilirim. Bu dünyada anlatabileceğin en güzel hikâye yaşadığındır. Senin yaşadığını kimse senin gibi anlatamaz. Bugüne kadar vicdanlara seslenenleri de anlamadık hiç, aynı mevzu yüzünden. Başımıza gelmeyince empati kuramıyoruz. Hoş, başımıza gelse de kuramıyoruz artık. Siz hiç tezgahtayken bu kadar dayağın, işkencenin küfrün altında kimse sizi duyamayacakken, sırf hücrelerdeki diğer arkadaşlarınızın morali bozulmasın diye bağırmamaya çalıştınız mı? Ben çalıştım, oranın adı DAL’mış (Derinlemesine Araştırma Laboratuvarı), tutunmanızın imkânı yok.
“Ben bir işkenceciyim, beni pohpohlayarak kullandılar. Pişman değilim, o benim disiplin anlayışımdır.”, diyor, 12 Eylül 1980’de Mamak Cezaevi’nin albayı işkenceci Raci Tetik. Korkuttular bizi o eylülde ve bu korku o günleri yaşayanlarda pek dağılmadı. Bir yerlerinden yakalarsınız onu. Babanız korkuyor bir kere. Korku ile vicdan arasında ters orantı var. Ne kadar çok korkarsan vicdanından o kadar çok uzaklaşıyorsun. Konu tekrar güncel, ama artık vicdanlar köhne! 12 Eylül komisyonundan vekillerle, işkenceciler mecliste görüştüler. Adam kim bilir kaç kişinin katili, kendi bile bilmiyordur emin olun sayısını. Sırrı Süreyya Önder’i kılıksız, kravatsız bulmuş. “Bunlara mı kaldık” diyor aklı sıra. Adam “Ben işkenceciyim.” diyor ve hiçbir ceza almıyor. Ben de travmatize oldum. İşkenceleri kimse görmüyor, duymuyor. İşkenceciler bundan kesinlikle emin. Duyulanları da karambole getiriyorlar. Üç maymun bile çoktan istifasını verdi, dilekçesi kabul edildi. Burası neresi? Bunlar kim? Biz nerdeyiz? Vicdan sahibi bir işkenceci olamaz, varsa da “mesleği” bırakması lâzım gelir. En kötüsü de bir memlekette işkenceci olmaya razı insanların hep var olması. En acıklısı bu toplumun, şu kör boğaz tokluğuna bu işi yapan/ yapacak binlerce insanı üretmesi. Cellat ve işkenceci yaratıyor, üstelik koruyor ve besliyoruz.
Garip ama vicdan deyince hep vicdansızlıkları konuşuyoruz. İşkence ve vicdan hem ikizler kadar yakın, hem de yıldızlar kadar uzak iki kavram. S. S. Önder, "Ben işkence hikâyelerinin kişisel anlatılmasından yana değilim. Medya olayın bu tarafına yoğunlaşıyor ama bu çirkin bir şey. Orada binlerce insana yapılan şeyi gündeme getirmek lâzım. Kişisel hikâyelere yoğunlaşınca, diğerleri gözden kaçıyor" demiş. Doğru söylüyor ama, ben tekil olarak kendi hikâyemde binlerce insanı vermeye çalışıyorum. Bu konuda ancak kendi adıma söz alabilirim. Bence herkes tek tek söz almalı. Başına geleni içinde tutmamalı. Kısaca şunu söyleyeyim. Üstümdeki çulları hep yırtarak çıkardılar. Fakat haklarını yemeyeyim, önce “Soyun!” komutunu birkaç kez veriyorlardı. Soyunmayınca, bildikleri başka bir şey yoktu zaten. Kaba, çok kabaydılar. Sıfat yetmez kabalıklarına. Öyle hoyrattırlar ki tiksinirsin insanın bu hâlinden. Hücre duvarlarının kulakları kuyu gibidir, dolmaz kolay kolay. Sesin duyulmaz bir yerden. Duyduklarını gömer duvar, geriye ikiyüzlü bir sessizlik kalır. Hücrede tek firar hayal kurmaktır. İşkencecilerim aslında beni özgür kıldıklarının farkında değillerdi. Her seanstan sonra arınıyordum âdeta. Bu da insanın başka bir yüzü. Vicdan demeye dilim varmıyor artık. Çünkü içindeki “dan”, kimi vurur bilmiyorum.
İşkenceci kelimesindeki ‘ci’ eki, onu meslek erbabı yapıyor. İşkence icra eden, eziyet eden. İşkence, Türkçe Sözlük’teki Farsça sözcüklerden biri: Bir canlıya yapılan aşırı eziyet, diyor. Bir de hepinizin bildiği marangoz âletine verilen ad. Marangozların yapıştırılan şeyleri sıkmak için kullandıkları vidalı sıkıştırma âleti, tam da işkenceye karşılık geliyor bana göre. Çünkü işkence bir süreç. İşkence görene göre, çok daha uzun bir süreç. Bazen ömür boyu... Seni sıkıştırıyor ve bekletiyor. Tabii bütün işkenceciler mesleklerini iyi yapmıyor. Kötü pilot, kötü kameraman, kötü öğretmen olduğu gibi, kötü işkenceci de var. Hataları ölümle sonuçlananlar var. Sonra zavallı açıklamalar yapıyorlar: “Biz almadık! Bizde değil! Nerde kaybettiyseniz orda arayın!”, diyen var. Çocuklarının öldürüldüğünü bilen anneler yine de umutla, inatla toplanıp, bekliyorlar her cumartesi. “Cumartesi Anneleri’nin 400. Buluşması” oldu geçtiğimiz haftalarda yine Galatasaray’da. Çocuklarının yaşamadığını biliyorlar. Başında ağlayacakları bir mezar istiyorlar. Vicdan bunun neresinde!? Adında, işte o kadar.
Birtan Altunbaş’ı DAL’da yok eden polisler, aynı dönemlerde bana da işkence yaptılar. Aradan 13 yıl geçtikten sonra o polislerden biri itirafçı oldu. Anlattı Birtan’ın başına gelenleri. Vicdan bir gün dalar insanı, kaşındırır. İtirafçı oluverirsin. İtirafçı, Birtan Altınbaş’ı emekli başkomiser İbrahim Dedeoğlu ve üç arkadaşının sorguladığını açıkladı. Birtan Altınbaş’ın 1991’de öldürülmesine ilişkin dava, İçişleri Bakanlığı’nın polisler hakkında soruşturma izni vermemesi nedeniyle ancak 1998’de açılabilmişti. Hem işkence ediyorlar, hem öldürüyorlar, hem de dava açılmasının önünü kapatıyorlar. Klasik “Bermuda İşkence Üçgeni”. Bu haberi gazetede tesadüfen yakalamadım. Yıllarca gazetelerin sol sütunlarındaki alt alta duran küçücük haberleri okuyup da, “Yine kime ne oldu?”, diye bakmak bir hastalık haline gelmişti. Kondisyonluyum küçük haberlere anlayacağınız. Millet büyük haberlere, manşetlere ben minik haberlere takıktım. Haberin başlığı: “13 yıl sonra gelen itiraf”. Bir de işkenceci Dedeoğlu’nun yakışıklı fotosu var. Görseniz işkenceci demezsiniz, o denli. Dedeoğlu ve arkadaşları rütbelerini aldılar benden. İtirafçı polis haberini kesip, çalışma masamda camaltı yaptım. Bundan daha iyi rütbe olamaz. 8 yıl kaldı orada, bu yazı için çıkarıp aldım elime, kısmet bugüneymiş. Mahkemenin sonucunu hâlâ bilemiyoruz. Geciken adalet adalet değildir ama, insan bu yine de bekliyor işte.
Söz dönüp dolaşıp vicdana geliyor. “Vicdanım kaldırmaz” lafını ne kadar çok duyar olduk. Belki artık onun da içi boşaldı. Herkes birbirini vicdansızlıkla suçluyor. Türkiye Büyük Millet Meclis’inde, tvde, sokakta... Şu ölüm orucu sürecine bir bakın. Birileri ölmeye yatmışken, diğerlerinin söylediklerini bir duyun. Üstelik tecrübe sahibiyiz bu konuda. 1984-1996 ve 2000 ölüm oruçları var ardımızda. Hepsi hüsranla sonuçlandı. Yine de ne acıdır ki bir tecrübeye dönüşmüyor bu acılar. Bağırarak, öfkeyle suçu başkasına atıp kurtulacağız. Ulu orta yalanlar söyleniyor ve en çok da nedense vicdan üzerine. Sıra vicdanlarımıza geldiği için bunu yazıyoruz değil mi? Konuşmak, anlatmak istedim yaşadıklarımı, herkes bunu yapmıyor mu? “Çok ağır şeyler yaşadım, sizinle uğraşamam mı?” deseydim yani. Söz sık sık dönüp dolaşıp vicdana geliyorsa, çok büyük bir sıkıntı var demektir. Çünkü vicdan sahibi insanlar pek de bundan bahsetmezler. Yine vicdansızlar konuşuyor.
Vicdan azabı yazarak, konuşarak azalır mı? İşkenceciler de bu süreç nasıl işler? Hiç bilmiyorum. Ancak alkol tedavisi için yattığım kliniklerden birinde, emekli işkenceci bir polisle tanışmıştım. Burayı tekrar ediyorum; “emekli işkenceci bir polis”le tanışmıştım. Polis de alkolik, ben de... İşkenceci polisimiz kafayı duayla bozmuştu. Sürekli dudakları kımıldıyor ve kendi kendine dualar okuyordu. Bazen yüksek sesle bize de okuyordu, bir misyoner edasıyla. Önündeki kareli harita metod defterinde kendi el yazısıyla yazdığı duaları tekrarlıyordu. Kendi yazmasaymış eğer, duaların arasına şeytan kelimeler, günahlar sokarmış. Şeytan her yerde diyordu, gözlerini açarak. Yıllar sonra, bu sefer iyileşmek için bir aradayız bir işkenceci polis emeklisiyle. Aynı tencereden yemek yiyoruz. İnsanlar zor koşullarda daha samimi oluyor. Kimseye anlatmayacağı şeyleri anlatıveriyor. “Niye bu kadar dua ediyorsun?” diye sorduğumda anlattı. Ne kadar işkence yaptıysa artık, kendini arıtabilmek için Allah yoluna girmiş. “Bu kadar içmeyeydim eyiydi!” diyor. Adam hâlâ yaptığı işkencelere değil de, içtiği rakıya yanıyor. İşkence günah değil, alkol günah!? Allah bunu nasıl ıslah etsin!?
İşkencenin azı çoğu yok ama sonrası var, ötesi var. Şimdi hâlâ bir çuvala konmuş ve uzun süre duvara vurulmuşum gibi ağrıyor her yakam. Bu sefer fiziksel olarak kimse sana bir şey yapmıyor, ama sen kendi kendini didikliyorsun. İşkenceden sonra uzun bir süre evinden çıkamayan çok. Perdeleri, hatta tülleri bile açtırmayan, görünmek istemeyen, görmek bile istemeyen çok. Özgürsün ama, artık kendi kendini hapsediyorsun. Anlaşılması pek kolay bir durum değil. İşkenceden sonra her şeye kulak kabartırsın. Sese karşı hassasiyetin olağanüstüdür. İşkencede en güzel hayal deniz ya da gökyüzüdür, hiç sekmez. Fakat dışarı çıkınca ikisine de küsen az değil. O kadar ağır işkencelerden sonra, cezaevinden çıkınca sevgilisinden ayrılan çok. Sevgilisini korumak için, “Başka bir kadın var hayatımda.”, diyen çok. İşkence sahnesi değil o dönem dizilerindekiler, makyaj sahnesi onlar. Karikatür desen karikatüre hakaret. Zaten görüp görebildiğimiz de işte o kadar.
Yaralı vicdanlarımız neden kanamıyor, kanıyorsa neden görmüyoruz? Bir vicdanımız olduğunu bize kimler, neler hatırlatıyor, hatırlatacak? Hatırlatabilecek mi? Vicdan bizi terk etti de haberimiz bile olmadı, öyle mi? Vicdanımıza ağır gelmiyor artık, eskiden ağır gelenler. Vicdan muhabbeti işte, başı var sonu yok. Çünkü benim anlatmaya çalıştığım o vicdan, bugünkü vicdan değil artık. Yeni tanımlara ihtiyacı var. Vicdanın kemeri çözülmüş, adeta düşmüş üzerimizden. O günün vicdansızları bugünü belirlediler çünkü. Bugünün vicdanı müzelik. Numune olarak gelecek nesillere gösterilmek üzere saklı. İçimdeki bütün vicdan tünelleri gözlerime çıkıyor. Soruları gözlerimle duyuyorum. İşkence biter mi? İşkencecinin bitmesi lazım. Bu büyük bir leke ama sadece işkence görenler, aileleri, yakınları görebiliyor. Bu gidişle bu leke de bu yazıdan çıkmaz.
İllâ vicdansızlık gelecekse, Sabuha’dan gelsin. Yoksa vicdanlarımıza ne deriz sonra!? Meğer neler neler oluyormuş da biz İbo dinliyormuşuz. Şimdi de Gangnam Style yapıyoruz! Ey vicdan, geldiysen üç kere vur da bilelim. Hâlâ gelmediysen, herkesi kendi vicdanına teslim ediyorum. Çıkarın vicdanları, yazılı yapacağım!