İnsan Uyumsuz Varlıktır

İ

ODTÜ’deki öğrenciler için

Basitçe ifade edelim: Fransız psikanalist ve düşünür J.Lacan’ın eserinin eksenine yerleşen şey, Freud’un yaptığı keşifler temelinde devrimci bir özne teorisinin esasları olmuştur. Freudçu psikanalizin “Amerikan yaşam tarzı” denen şeyle paralel bir biçimde okunması ve kavranmasına tam bir karşıtlık içinde gelişen bir çabadır bu. Ego psikolojisi adıyla kurumsal ve teorik çerçevesine kavuşan Amerikan tarzı psikanalize göre, ego ve özne arasında gözetilmesi gereken tözsel bir eşitlik vardır. Kaçınılmaz olarak bilinçdışının aleyhine ve/ya da bilinçdışının ihmal edilmesi pahasına kurulan bu denkleme göre psikanaliz, bilinçdışının ‘irrasyonel’ dürtü ve süreçlerinin/oluşumlarının ego tarafından hükmedilmesini, kontrolünü ve yönetilmesini mümkün kılan bir araca indirgenir. Böylesi bir düzeye sabitlenen psikanalizin işlevi ve sözü, bireyi toplumsal olarak uyumlu kılma, toplumsal düzenin koordinatlarına tabi kılma ile sınırlı bir nitelik edinir.

Şöyle yazar nitekim:

“Psikanalitik teoride sözde özerk ego tezinisavunan tarafa karşıtlık içinde geliştirdiğim ilk stratejik nokta olan ‘ayna evresi’nin işlevine burada geri dönmeyeceğim. Bu ‘özerk ego’ nun akademik restorasyonu, kendi ‘başarı’ kriterini topluma başarılı bir uyumda gören bir analiz tipinde egoyu güçlendirmeye yönelik herhangi bir girişimin bir yanlış anlamaya dayandığına ilişkin görüşümü haklı çıkarmaktadır –burada söz konusu olan savaş diasporasında psikanalitik grubun yaşlanmasıyla ve ayırt edici/üstün bir pratiğin ‘Amerikan yaşam tarzı’na uygun bir etikete indirgenmesiyle ilgili zihinsel bir tasfiye fenomenidir.”[1]

Tam tersi oysa: Psikanalizin uyumlulaştırma/verili toplumsal çerçeveye uydurma karşıtı amaçları üzerinde ısrar edilmeli, onun devrimci/yıkıcı tutkusu en başa yazılmalıdır.


Ruhsal hayatı öncelikle adaptasyon terimleriyle düşünmek ve psikanalizi bayağı bir adaptasyon ideolojisine dönüştürmek isteyen bu hakim eğilim, ruhsal hayat ile onun kendisini uydurmak zorunda olduğu gerçeklik arasında temel bir uygunluğun bulunduğunu varsayar: Ruhsal hayat ve gerçeklik ilke olarak birbiriyle akort halindedir. Asıl ve birincil olan bu ilişkidir, ve bu ilişkideki her bozulma söz konusu bu verili/birincil ahenk açısından ikincil sayılmalıdır. Pratik de bu temel varsayım doğrultusunda şekillenir; yani ahenk bozucu, parazite yol açan her türlü farklı ses bastırmanın, dışarıda bırakmanın ya da zararsız kılmanın konusu haline gelir.

A. Zupancic de meselenin aynı yönüne işaret eder:

“…psikanalize en sık yöneltilen itirazlardan biri şöyle özetlenebilir: Kendi sahasına baksa ya!

Yani: Kendi tımarıyla ilgilense ya! –toplumsal açıdan tanındığı oranda kendisine tahsis edilen kesimle! Ya da: Kliniğin, tedavi pratiğinin sınırlarına bağlı kalsa ya! Bu son itiraz, psikanalizin tımarı sayılan tedavi pratiğiyle sınırlı kalmayı inatla reddetmiş olan Jacques Lacan söz konusu olduğunda bilhassa yaygındır. Psikanalizin Etiği üzerine seminerinde ifade ettiği gibi, Lacan bu tür bir buyruğun, psikanalistlerin “burjuva rüyasının garantörleri” olmasına davetiye çıkardığını fark etmiştir. Ona göre psikanalizin amacı, (mesela toplumla ilişkili) sorunlarımızla baş etmemize ya da kişisel değer ve tekillik idealimizi geliştirmemize yardımcı olmak değildir. Psikanaliz bünyesi gereği toplumsal, nesnel ve eleştirel bir boyut taşır. Asla yalnızca bireyler ve onların (mahrem sayılabilecek) sorunlarıyla ilgili değildir –daha en baştan, Lacan’ın “Öteki” dediği sosyo-simgesel sahaya kayıtlıdır bunlar. Dolayısıyla Lacancı psikanaliz, topluma başarıyla uyum sağlamayı olanaklı kılmagibi bir tedavi amacına asla teslim olmamıştır. Topluma uyum ve konformizmin, her insanın –yalnızca kendine mahsus olan, kıymetli- tekilliğini ve benzersizliğini destekleme gibi (sözümona karşıt) bir bayrak altında ilerleyen postmodern versiyonuna da epey direnmiştir. Bunun yerine, psikanalitik teorinin özne, bilgi, hakikat, toplumsal bağ(lar), vb.’ye dair kendi teorilerini geliştirmeyi kapsadığı hususunda ısrarcı olmuştur.”[2]

Freud’un gerçekleştirdiği bir epistemolojik kopuştan söz edeceksek eğer, onu hakikat ile bilgi arasında temel bir uygunluk olduğunu varsayan paradigmatik düzende aramalıyız: Bilinçdışı deneyimi çünkü, her şeyden önce bilgi (knowledge) ile öznenin bilinçdışı hakikati (truth) arasındaki farkın asli karakterini sorunsallaştırarak/öne çıkartarak anılan kopuşu zorunlu kılar. Bilgi hiçbir zaman hakikati tam olarak temellük ya da nötralize edemez.

Ya da şöyle söyleyelim: Romantik bir bilinçdışı kavrayışı terk edilmelidir. Yani, ruhun kaidesi ve/ya da bütün kadim korku ve arzuların yeniden canlanacağı güne kadar gömülü halde durduğu yer olarak bilinçdışı kavramı yanlıştır. “.. bu anlamda karanlıkta bir yerlerde ya da bilmem hangi derin ben’in kıvrımlarında gizlice var olan değildir.”[3] “Tekrarlama kompulsiyonu”, “bastırılanın geri dönüşü” gibi kavramları işlemselleştirmiş Freudçu teori, bu biçimde inşa edilmiş bilinçdışı kavramına içkin bu zorunluluğun, bu kaçınılmaz kaderin bilimsel olarak ele alınmasından başka bir şey değildir. Bu yönelim/ çerçeve mutlak bir determinizmle bir aradadır: İnsan varlığı, zaten/çoktan olduğu şey ne ise, şimdiki/gelecek zamanda da o olabilir ancak. Terapinin vaadini/ümidini örneğin, daha baştan yok eden, geçersiz kılan bir konumdur bu.

Bilinçdışı mütemadiyen başarısızlığa uğrayan bir süreçtir. Ve bir süreç olarak sınırda yerleşmiştir. Kendi içinde yalnızca bir boşluktur ya da uçurum. “Bilinçdışının yaptığı şey bize bir yarığı göstermektir. Sayesinde nevrozun bir gerçekle - hiç te belirlenebilir olmayan bir gerçekle- bağlantı kurduğu/ahenk içinde olduğu bir yarıktır bu.”[4] “Gerçekleşmemiş (non-realized)”, “doğmamış (unborn)” olanın düzenine sahiptir. Ve gerçekleştiğinde de, bu daima başarısız, sakar biçimlerde meydana çıkar. Bilinçdışının oluşumları kelimenin en has anlamlarında engeller, başarısızlıklar, yetersizlikler olarak var olur.


Denebilir ki üç farklı –ontolojik- düzeyde, üç farklı biçimde uyumsuzdur insan. İlkin şu var: insan varlığının şaşırtıcı ruhsal gelişimi ve bu gelişimin mümkün kıldığı dilin ve kültürün ortaya çıkışı türün başarılı uyumunun sonucu değildir:

“İnsanın doğaya ilişkisi organizmanın kalbindeki belirli bir çatlak/içten yarılma (dehiscence) tarafından değiştirilmiştir. Yeni doğan döneminin motor koordinasyonsuzluğunun (unco-ordination) ve rahatsızlığının işaretleri tarafından açığa vurulan kökensel bir uyumsuzluktur (primordial Discord) bu. Piramidal sistemin* anatomik bakımdan tamamlanmamışlığının ve maternal (anneye ait) organizmada bazı salgı artıklarının mevcudiyetinin nesnelliği, insanda doğumun gerçek özgül prematürlüğüne ilişkin benim görüşümü teyit etmektedir.”[5]

İnsanın uyumsuz bir hayvan oluşu demek ki, öncelikle erken doğmuş olması olgusuna ilişkindir. Bebeklerin piramidal sistemi tamamlanmamıştır: Bebekler istemli kaslarını tam olarak kullanamaz, yürüyemez vb., ve temel ihtiyaçları bakımından mutlak biçimde yetişkinlere bağımlıdırlar. Sözü edilen bu kökensel uyumsuzluk temel bir çaresizlik durumudur ve “ayna evresi” işlevi bu zemine yerleşir: Öznenin aynada yansıyan beden imgesinin tamlığı, temel çaresizlik durumunu telafi eden bir birlik/bütünlük biçimi sağlayarak işlev görür. İnsanın ilk özdeşleşmesidir bu. Kendi kökensel çaresizliğini telafi etmek için insan kendini ayna imgesiyle özdeşleştirir. Fizyolojik/organik yetersizlik/eksiklik, ideal bir imgesel birlik/bütünlük tarafından tamamlanmış olur. Hayatımızın ilk çatlağının, ilk içten yarılmanın ortaya çıktığı bir kavşaktan söz ediyoruz aynı zamanda demek ki: Kendimi daima, kendimi gördüğüm biçimden radikal biçimde farklı deneyimlemeyi sürdürürüm. İmgesel beden (olmak istediğimiz şeyi temsil eden bütünsel imge) ile fiili duyumların ve gerilimlerin gerçek bedeni arasında giderilemez bir uçurum/yarık zuhur eder. İnsan hayata, doğayla ve kendi bedeniyle ilişkisini karakterize eden, o ilişkiyi derinlemesine belirleyen ve kat eden kökensel uyumsuzlukla (primordial Discord) başlar. Yeterince açık olmalı: O uyumsuzluğa bazı cevaplar bulmaya, temel bir huzursuzluk kaynağı olarak zonklayıp durmasına çareler üretmeye çalışmak daima en temel hayat gailelerimizden birisi olacaktır.


İkinci uyumsuzluk hattına değinelim şimdi de. İnsanın temel olarak uyumsuz bir varlık- kusurlu bir adaptasyonla malul- oluşu, uyumun bu temel imkansızlığı cinsellik sorunuyla da ilişkilidir. Freudçu psikanalitik teoriye göre, insani cinsellikte bizi radikal biçimde düzensiz kılan (dis-order), bizi uyumsuz bir varlık yapan bir şey vardır: “Freud’un keşfi insan cinselliğinin (açıklanması gereken) bir sorun olduğunu gösterir; (diğer) tüm sorunları nihayetinde açıklayabilecek bir şey olduğuna değil.”[6]

Bu düzensizlik ve uyumsuzluk, en temelde bizi insan olarak niteleyen şeydir. İnsanı anlamanın, insanı arayacağımız yerin çıkış noktasıdır burası.

Dürtü kavramına yakından bakmamız gerekecek:

Şöyle yazar Freud: “Görüşümüze göre çocuğun dudakları bir erotojen bölge gibi davranır ve hiç şüphesiz sütün ılıkça akışının sağladığı uyarı haz verici duyumların nedenidir. Erotojenik bölgenin doyumu ilk planda beslenme ihtiyacının doyumuyla ilişkilenmiştir. Başlangıçta cinsel etkinlik kendisini kendini-koruma amacına hizmet eden işlevlere iliştirir ve çok sonralara kadar onlardan bağımsız olmaz.”[7]

Bebek annesinin memesini emerken, hem beslenme ihtiyacını giderir hem de ilk erotojen bölge olan ağzın cinsel doyumunu sağlar. Cinsel etkinlik başlangıçta kendini-koruma amacına hizmet eden işlevlerden birine yaslanır, onlarda ikamet eder. Sonra da şöyle devam eder:

“Parmak emme ya da şehvetle emmeye ilişkin çalışmamız bize çocuksu bir cinsel görüngünün üç asli niteliğini zaten vermiştir. Kökeninde kendini hayati bedensel işlevlerden birine iliştirir; henüz bir cinsel nesnesi yoktur, bu yüzden oto-erotiktir ve cinsel amacına bir erotojen bölge tarafından hükmedilir.”[8]

Yani, çocuksu cinselliğin bir tezahürü olarak parmak emme örneğinin de gösterdiği üzere, oral dürtü ilk başta beslenme ihtiyacıyla ilişkili olsa da, besinden farklı bir nesnenin peşine düşer: Beslenme edimi esnasında ağız bölgesinde üretilen doyum hissinin peşindedir. Besin ihtiyacının doyurulmasının bir yan ürünü olarak doğan oral doyum, özerk bir dürtü nesnesi olarak işlemeye başlar, ilk nesnesinden uzaklaşıp bir dizi ikame nesneye sürüklenebilir. Şöyle de denebilir: İhtiyaç söz konusu olduğunda, her bir ihtiyaca karşılık gelen bir nesne bulunur; bebeğin açlığına karşılık olarak annenin sütü gibi. Halbuki oral dürtünün bu anlamda bir nesnesi yoktur, ve/ ya da herhangi bir nesne dürtü nesnesi olarak benimsenebilir. Dürtü erotojen bölgeleri biyolojik bedenin işlevlerinden tecrit eder. Demek ki dürtü (ve nesnesi) kavramı yalnızca doğal bir ihtiyaçtan sapmayla ilgili bir kavram değildir, bizatihi insan ihtiyacının doğasına yeni ve farklı bir ışık düşürür.

“İnsanlarda her ihtiyaç tatmini, kural olarak, başka bir tatminin meydana gelmesini sağlar; bu tatmin kendisinin peşine düşüp kendini yeniden üretirken, bağımsızlaşma ve kendi başına varlığınbı sürdürür hale gelme eğilimindedir. Bütünüyle saf, yani bu artı unsurun içeriden yarılmasına yol açmadığı bir doğal ihtiyaç yoktur. Freud’a göre insan cinselliğinin mahalli ya da zemini tam da bu yarık, bu aralık ya da boşluk, tatminin bu iki farklı yamacının başlangıçtaki örtüşmezliğidir.”[9]

Dürtü daima kısmidir (partial): Cinsellik konusundaki diğer önemli vurgu budur. Dürtü daima, hiçbir zaman nesnelerle bağlanmamış olan erotojen bölgelerle ilişkilidir ve kısmidir. Bu anlamda oral ya da anal dürtülerden bahsederiz. Kısmi dürtülerin her biri birbirlerinden bağımsız olarak doyum elde etmenin peşindedir. Yine bu anlamda, bizi karşı cinsten bir partnere, kendiliğinden ve doğal olarak yönlendiren bir genital dürtüden söz edilemez. Genitalite ya da genital cinsel örgütlenme olarak adlandırılan şey, ilksel ya da doğal olmaktan ziyade farklı kısmi dürtülerin bir birlik halinde bütünleşmesi/bir araya toplanması sürecidir. Kısmi dürtülerin bu bir araya gelişinden itibaren doyum arayışı karşı cinsten tüm/total bir nesneye yönelir. Yine de, kısmi dürtülerin bütünleşmesi daima kararsız bir nitelik gösterir ve asla tamamlanmaz. Bu farklı parçalardan tam manasıyla bütünleşmiş bir yapı, “tüm bileşenlerin nihayetinde tek ve aynı amaca hizmet ettiği organik bir birlik” inşa etmek imkansızdır.

“Demek ki “normal”, “sağlıklı” insan cinselliği, paradoksal bir şekilde, aslen doğallıktan çıkmış (yani “doğal” kendini koruma amaçlarından ve/veya başka, ilave bir tatminden etkilenmeyen saf bir ihtiyaç mantığından uzaklaşmış) dürtülerin yapay bir şekilde doğallaştırılmasıdır. Şu bile söylenebilir: İnsan cinselliği tam da bu birleşme gerçekte asla işlemediği, yani tüm dürtüleri tek bir Amaca bağlamadığı; farklı kısmi dürtülerin döngüsel, kendi başına varlığını sürdürme faaliyetlerine devam etmelerini sağladığı ölçüde “cinsel”dir (ve yalnızca “üreme amaçlı” değildir).[10]

Belki de dürtünün bir tür montaj olduğundan söz edilebilir. Çünkü önemli bir güç, doğal bir nesne, bir amaç ya da tüketim tarafından belirlenmemiştir. Dürtü tam da bu özellikleri nedeniyle organize bir program olan içgüdüden tümüyle farklıdır. İçgüdü, dış dünya ile içselleştirilmiş bir program arasındaki karşılıklılığın organize programıdır. Dürtü için, içgüdüye benzer biçimde içerideki bir program ile dış dünya arasında bu türden bir tutarlılıktan/uygunluktan söz edilemez.[11]

Toparlamak için şu özlü ifadeye başvuralım: “(insani) cinsellik, var olmayan bir normdan paradoks-dolu bir sapmadır.”[12]


Ve de nihayet, bir tür ontolojik düalizmden söz edilebilir. Uzatmadan söyleyecek olursam; Eğer homo sapiens in ya da tek bir bireyin gelişiminde dil-öncesi (prelinguistic) bir zaman varsa, o halde bu mitik/kökensel momentte beden dille kendine dışsal bir şey olarak karşılaşıyor demektir. Yani, beden ve dil kökensel olarak birbirine dışsaldır. İnsanın kendine yabancı bir dinamiğin içine alınarak arzulayan bir varlık olarak ortaya çıkmasının, yani en basit düzeyde bir “ihtiyaçlar varlığı” halini geride bırakmasının hikayesini başlatan bir karşılaşma, bir süreksizliktir bu. İnsan zaten dilin/gösterenin öznesi olduğu için/olduğu andan itibaren asla kendisiyle tam olarak örtüşmeyecektir: İnsan-öznenin ne olduğunu söyleyen her belirleme daima yetersiz kalacak, özne gerçekteki bir süreksizlik olarak ortaya çıkacaktır.

Hakim sınıfların/muktedirlerin düzenine itiraz etmek, onun çıplak şiddet araçlarının –tankların, tomaların, polis gücünün- karşısına hiç tereddütsüz dikilmek, o tarihsel anda/aralıkta tam da böylesi bir eylemli varoluş hali, bu olağanüstü Uyumsuzluk; her seferinde insan varlığının temel-kökensel uyumsuzluğunu toptan özete çeken, o geleneği sürdüren ve ama bunu –deyim yerindeyse- içererek aşan, gözünü buna diken “yüce” statüsüne sahiptir. Bize gösterdiği, insanın/kendimizin ilk defa kendiyle tam bir örtüşme sağlamak için geleceğe-uçuruma uzanan, kendini o gelecekten ( belirli bir ütopyadan geriye doğru) belirlemek isteyen, kendi zaman kipinin –olsa olsa- bitmiş gelecek (future perfect) olduğunu keşfeden varoluş boyutudur. Kıvançla yeniden hatırlarız, en temel vasfımızı. Bütün diğerleri, geride kalan herkes, hepimiz için bu hikayenin hissesi şudur: İnsana ve onun kutlu macerasına inanmaktan vaz geçmemeliyiz.


[1] J.Lacan, Ecrits –A Selection, Routledge, 1997, s.306-7

[2] A.Zupancic, Neden Psikanaliz?, Çev.B. Engin Aksoy, Metis Yayınları, 2011, s.10-11

[3] J-P Clero, Lacan Sözlüğü, çev. Özge Soysal, Say Yayınları, 2011, s.32

[4] J.Lacan, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis, Penguin Books, 1994, s.22

* İstemli hareketlerin kararlaştırıldığı ve bunlarla ilgili ilk uyaranların yaratıldığı beyin bölgesi

[5] Lacan, Ecrits, s.4

[6] Zupancic, a.ge., s.17

[7] S.Freud, SE, cilt vıı, s.181-182

[8] S.Freud, SE cilt vıı, s.182-3

[9] Zupancic, a.g.e, s. 19

[10] Zupancic, a.g.e, s.19-20

[11] Bkz. Marie-Helene Brousse, The Drive(II), Reading Seminar XI-Lacan’s Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis, SUNY press, 1995 içinde, s.109-117

[12] Zupancic, a.g.e, s.17