Her güzel rüya güneşle kirlenir...
Ceren Oykut’un çalışmaları, Maurice Blanchot’un Yüceler Yücesi kitabında bahsettiği “lekeler” gibi âdeta. Bu “lekeler” canlanıyor, hareket ediyor ve bizle yaşıyor. Oykut’un çalışmaları insan zihni, mimarı ve sanat arasında köprü oluşturmakla kalmıyor, yaşamın yeniden yazılmasına da dönüşüyor. Nitekim sanat insanın duyumsal dışavurumu ise mimari de insanın bedensel dışavurumudur.
Ceren Oykut’un yaptığı resimlere sürekli yıkılan ve yeniden inşa olan bir “bengi dönüş” hâkim. Bu yıkım ve yeniden inşa durumu mevcut dünyaya dair farklı kurgular sunuyor. Üstelik tamamlanmayan ve taslak halinde olan insan yaratımının, gerçeklik olarak nitelenen şeyin karşısındaki yeri de gösteriliyor.
Ceren Oykut neredeyse tüm işlerinde siyah ve beyaz renklerle çalışıyor. Daha doğrusu beyaz üzerine siyahla... Beyaz bir zemin üzerinde çok özel tekniklerle çalışıyor, bizi sanat tarihine bağlayan desen belleğiyle ilerliyor. Genelde duvara aplike edilen sıvama kâğıtlar algılanmadığı içindir ki, Oykut’un çalışmalarını doğrudan duvara “karaladığı” bile söylenebilir. Grafitiye de göz kırpan bu tekniğin, süratli olmasa da seri hareketlerle yol aldığını söyleyebiliriz. Çalışmalar tam da bu şekli özelliklerinden ötürü daha izinsiz bir gösteriye dönüşüyor. Ele aldığı konuya uygun insan ya da diğer çevresel nesneler -binalar, yollar, ağaçlar vb.- bitmemişlik duygusunu kurcalarken; grafiti bağını da güçlendiriyor.
“Renkli”
“Tarlada Yüzenler”
Karanlığı her düşündüğümde, aklıma sen geliyorsun. Bunun nedeni, sanırım seni var olan diğer fenomenlere göre düşünmek istememle alakalı. Şayet güneşi bilmeseydik, sözgelimi yerin binlerce metre altında ya da ışığın uzanamadığı bir gezegende yaşıyor olsaydık, o zaman seni daha iyi kavrayabilir ve yaşayabilirdim.
Güneşin doğmadığı, karanlığın hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyorum. Burada her şey dokunma, ses ve koku aracılığıyla tanımlanıyor. Yaşadığımız yer incecik kumlarla kaplı uçsuz bucaksız bir çöl. Ama kumlar ıslak, çok ıslak. İnsanlar bu çölde hem yüzebiliyor hem de kumun içinden çıkıp yüzeyinde yaşayabiliyor. Çöl, insanların içinde yeşerdiği, tüm yaşam gereksinimlerini karşıladığı sonsuz verimlilikte bir yaşam kaynağı. İnsanlar burada gereksinimlerine göre değil, düşüncelerine göre yaşadıkları bir yaşamı yaşıyorlar.
İnsanlar zamanlarının büyük bir bölümünü düşünerek ya da düşünmenin yaratabileceği kurguları tasarlayarak geçiriyor. Herkes kurgusal bir anlatım ağında yaşıyor. Bu her yana yayılmış ağlarda, düşüncenin oluşturabileceği iletişimsel fantasmaları kurguluyorlar. Her şey bir gerçeklikten ziyade, birlikteliğe anlam katan deneysel bir oluşum gibi. İnsanlar kurgu dışında kalan zamanlarını bedensel eylemlerle geçiriyorlar. İnsanlar neredeyse doğdukları yerde ürüyor, yaşamlarına devam ediyor ve ölüyorlar. Herkes birbirine dokunma ya da ses mesafesinde.
Anlatılabilecek her şeyin yaşanabildiği bir zamanda yaşıyorum. Geçmişe dair bu çölde kaç kuşağın yaşayıp yok olduğunu bilinmiyorum ama şunu iyi biliyorum: Her kusursuz yaşantının “zamana ve deneyime” gereksinimi vardır. Düşünen bir varlık, doğanın değil ama kavramların şekillendirdiği bir yaşamı yaşar. İnsanı insan yapan süreçler de, insanın kaçınılmaz olarak kullandığı kavramların değişimine bağlıdır. Kavram, insanı doğa dışı bir oluşuma yerleştirmiş, üstelik insanın doğa dışı duygulara sahip olmasına neden olmuştur. Düşünceler geliştikçe duygular da gelişir. Duygu, kavram üreten bir zihnin elde ettiği sözümona kazanımlardır.
Yaşayan ilk insanlar olmadığımız için şanslıyız! Başlangıçları tanımlayan kelimeler ya yanlış ya da eksik kullanılmıştır. Geçiş süreçleri kişiye yanlış, eksik ya da gereksiz yaşamlar yaşatır. Şu an tüm yanılgıların, yanılsamaların geçmişte kaldığı, kişi ne yaşamak isterse yaşadığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.
Sensizlik beni var etti. Kişinin eksikliğini hissettiği şey onun varlığına şekil verir. Varlığım senin eksikliğinle şekillendi. Seni beklemek yapabildiğim en iyi şeyler arasında. Sürekli bir değişim halindeyim. Seninle karşılaştığımda, karşılaşmak istediğin şey olmak istiyordum. Sen olmadan da seninle yaşamaktı yaşamımın tüm amacı. Keşke karşılaşsaydık. Her şey kendiliğinden gelişir, hiç konuşmazdık. Her şey olması gerektiği gibi olurdu. Sürekli seninle konuşuyorum, beni sevmeni sağlayacak şeyler keşfetmeye, seveceğin biri olmaya dönüşüyorum. Kendimi senmişim gibi sevmeye çalışıyor, bu sevgiyi canlı tutacak ne kadar şey varsa tek tek düşünüyorum. Sana anlatmak için maceralara atılıyorum.
Ölümsüzlüğün yaratacağı barbarlıktan daha barbarca bir şey olamaz. İyi ki ölümlüyüz ve her şeyi sadece bir kere yaşayabiliyoruz. Bizden sonra gelecek insanlara bizim yaşantımızın dışında bir yaşam oluşturma imkânı veriyoruz. Sana bu durumla ilgili bir hatıramı anlatmak istiyorum, o hatıra için neredeyse yok olacaktım çünkü.
Seni düşünmem var olmam için yeterliydi. Sesin asla ulaşmadığı çölün herhangi bir yerinde, tüm zamanın aynılaştığını ve sadece senle farklılaşacağını düşünüyordum. Derken korkulu ve kendinden tiksinen bir kadının kokusunu aldım. Kadının peşi sıra sürüklenen ayaklar fark ettim. Hepsi de farklı kokulara sahip olan insanların ayaklarıydı bunlar. Kadın da kokumu almış olmalıydı ki etrafımdan şöylece bir dolandı ve istikamet olarak belirlediği yöne tekrar hareket etti. Peşindeki grup da aynı yolu izledi. İçten bir dürtüyle ben de gruba katılıp kadını takip etmeye, kadını neden kovaladıklarını anlamaya çalıştım.
“Gezinti”
Her şey o kadar ritmik hareket ediyordu ki neredeyse her şey durağanmış gibi bir his yaratıyordu. Hayat süreğen bir oluşuma dönüşmüştü, zamanla beraber her şey akıp gidiyordu. Gruba kadını neden kovalıyorsunuz, kadın neden korku ve tiksinti kokusu yayarak sizden kaçıyor diye sordum. Grup bir an duraksadı. Bu duraksamaya karşılık kadın da duraksadı. Gruptan biri konuşmaya başladı: “Kadını korku ve tiksinti koktuğu için kovalıyorum.” dedi. Ardından bir kişi daha atıldı söze: “Durun! Sanırım kadını neden kovaladığımızı hatırlıyorum. Ama onu kovalayan ilk kişi ben değilim. Aradan uzun zaman geçti. Aslına bakarsanız bir şey hatırlayamıyorum, belki de bir sebebi yoktu bu takibin. Tek bildiğim şey yapmak istediğim şeyi yapıyor olmam.” Grup bir süre sustuktan sonra söze başka biri devam etti: “Bu kadını neden takip ettiğimizi biliyorum. Bir söylentiye göre bu kadını uzun bir süre önce başka bir kadın kovalıyormuş, sonra da kovalayan kadının peşine bir erkek düşmüş, onların peşine de zamanla başkaları.” Peki, kadını ilk kovalayan kadın ve kadının peşine düşen erkek kim diye sordum.
Soru işitilir işitilmez gruptan biri bir anda yere yığıldı. Düşerken o erkek benim diye bağırdı: “o erkek benim ama kovaladığım o kadın nerede, nerdesin sen ey kadın?” Bu feryada kalabalıktan herhangi bir cevap gelmedi.
İçlerinden biri, “ben kadını öylesine kovalıyorum” dedi ve ekledi: “hem bundan hiç de pişman değilim.” Birbirleriyle bağlantısız bu sözler üzerine kovalanan kadın hareketlenmeye başlamıştı.
Kadının hareketlenmesiyle birlikte gruptan biri “elbette seninle bu olayı aydınlatmak isterdik ama görüyorsun ki, kadın ve kokusu uzaklaşmaya başlıyor. Kadının kokusunu yitirirsen bu sır sonsuza kadar çözülmez.” dedi. Grup kadını kovalamaya kaldığı yerden devam etti. Gruba ben de katılmıştım ve sırf kadının neden koştuğunu anlayabilmek için daha hızlı koşmaya başladım. Her şey hızlanmıştı, kadına yaklaşmış, hatta neredeyse yetişmiştim. Kadınla beraber bir boşluğu kovalıyorduk şimdi. Kadını durdurmak için kolumu uzattığımda, bilmediğim bir yolun sonuna varmıştık, tökezledik ve neden sonra yere yığıldık.
“Giriş”
Üzerinde güneşin ölgün ışıklarla parladığı bir şehirde uyanmıştık. Burada kimse kimseyi tanımıyordu. Hepimiz şehrin farklı bir yerine dağıldık. Üzerime yorgunluk çökmüş, karnım acıkmıştı. Yemek kokularına yağ kokusunun sindiği bir lokantaya girdim. Sunulan yemek yenilmek için değil, zehirlemek içindi. Yemeği çaresiz yedim. Ama kısa bir süre sonra kusmak için tuvalete koştum, sancılarla kustum, yemek içimi çürütmüştü. Nefes almak için kendimi hemen dışarı attım.
Bu şehir kokuşmuş kelimelerden oluşan bir metin. Yaşayan, konuşan ve çürüyen bir organizma. Lokantadan çıkar çıkmaz kapı önündeki kaldırım taşına çarptım, tam taşın benimle ne gibi bir derdi olabilir diye düşünürken, kaldırımdaki bir aydınlatma direğini fark ettim. Aydınlatma direği bir kazada karnından yaralanmıştı. Gövdesi yana eğilmişti. Üzerinde yürüdüğüm kaldırım kendi hikâyesini anlatmaya başladı:
“Ben yaratıcımın düşünceleriyim. Onun düşünceleri gelecekle değişen, şekil alan ve kendi üzerine yıkılan kurgulardan ibaret. Yaratıcımın ölümlü olması gibi ben de ölümlüyüm. Her yanım çürüyor ve çoğu yaram artık iyileşmiyor bile.”
“Kum ve Çakıl Karışımı”
Kaldırımın hikâyesini daha fazla dinlemek istemiyordum, sıkılmıştım. Hızla uzaklaştım ondan. Binalar iki yanımdan akıyordu. Soluk soluğa yürüyordum ki, birdenbire bir bina beni durdurdu ve o da kendi söylevini vermeye başladı:
“Biz sizin eksik yanlarınızız. Gerçekte bizi niye yarattınız? Vereceğin cevabın doğru olmadığını, bunun üzerine asla kafayı yormadığını nasıl da biliyorum! Sizler negatif evrimselleşme süreci yaşayan varlıklarsınız. Binlerce yıldır düşünüyorsunuz. Gereksinimlerinizi sağlamak için sürekli artan bir çaba içindesiniz. Öyle ki, nerdeyse bu çabaya artık yaşam demeye başlamışsınız. Beslenme, barınma ve üreme en büyük dertleriniz haline gelmiş; hiçbir tür sizin kadar mücadele etmiyor gereksinimlerini sağlamak için. Hem neden bu kadar geç gelişiyorsunuz, binlerce yıldır bizi hep aynı malzemeden yaratıyorsunuz. Bu malzeme sizin binlerce yıldır sahip olduğunuz köhnemiş düşüncelerinizi barındırıyor. Tüm sıradanlığınızı üzerimde hissediyorum. Sergilediğiniz her eylem dünyada bir oluşuma neden oluyor; hakikatler hiyerarşisinden çok bedenler hiyerarşisine yol açıyor. Mimari doğanın yeniden yazılmasıdır. Doğa enine bir oluşum içindeyken sizler dikine yapılar inşa ediyorsunuz, böyle yaparak da doğanın yok edemeyeceği oluşumlar yaratıyorsunuz.
Binanın bu paslı sesine kalabalığın sesi karışmıştı. Sokak herhangi bir şey ifade etmeyen homurtular çıkarıyordu yalnızca. Sesler zihnimi çepeçevre kuşatmıştı. Güneş gökyüzünde betondan bir şehri aydınlatıyordu şimdi. İnsanlar sokağa çıkmış, türlü elbiseler giymişlerdi. Kime baksam duvardaki bir çatlağa, kırılan bir tuğlaya, çürüyen bir metal parçasına benziyordu. İnsanlar yarattıkları şeylere ne kadar da benziyorlardı! Teneke kafalı bir adam durdurdu beni. “Şehirde kayboldum, ne yapacağımı bilmiyorum, günlerdir sokaklarda yatıyorum, çöple besleniyorum.” dedi. Kıyametin kopmasını bekle dedim ona.
“Uçmak”
Kıyamet, insan bir şeye dönüşmeden önce kopacağa benziyor. Bir an önce kopması için sabırsızlanıyordum. İncil’de mi yazıyordu şu parıltılı sözler: “ve o günlerin sıkıntısından hemen sonra, size doğrusunu söyleyeyim, burada taş üstünde taş kalmayacak, hepsi yıkılacak; güneş kararacak, ay ışık vermez olacak, yıldızlar gökten düşecek, göksel güçler sarsılacak.” Sanırım insanlar fazla bir şey kaybetmeyecekler bu kıyamette. Karanlık gün geldiğinde, denizler çekildi, katı olan her şey dağılıp kuma dönüştü ve insanlar tekrardan var oldu. Hâlâ seni arıyor, seninle karşılaşmayı umuyorum. İnsanlar bir daha bir şey yaratmasınlar ve ebediyete kadar seninle beraber yaşayayım diye.
Not: “Renkli”, “Tarlada Yüzenler”,“Gezinti”, “Giriş”, “Kum ve Çakıl Karışımı”, “Uçmak” başlıkları Ceren Oykut’un çalışmalarının isimleridir.