Adana sokaklarında kimsesiz köpeklere ömrümü, yüreğini adayan Fadime Akbal’a, nam-ı diğer Cansu’ya…
Sahipsizlik, yersiz yurtsuzluk hayatın en zor taraflarından biri muhakkak. Sadece insanlar için değil, hayvanlar için de bu böyle olmalı. İnsanların dünyasında herhangi bir canlı sahipsiz kalmışsa, daha doğru tabirle korunmasız, evsiz barksız, kendini ifade olanaklarından yoksunsa başına bin bir türlü musibet gelebilir. Bilimsel deneyler, masrafsız işgücü, içgüdüsel eziyetler, sefih tecavüzler, siyasal katliamlar dahil bedenler çeşitli şekillerde istismar edilebilir, kaldı ki edilmiştir de. Bu sistematik kıyımı en çok sokaklarda yaşayan insanlar ve hayvanlar bilir. Zira gün yirmi dört saat bu zalim cehennemde diri diri yanmaktadırlar. Filozoflar mutlu-huzurlu evlerinde “dünyaya fırlatılmışlık”tan dem vuradursunlar, sokaktaki varlıklar fırlatılmışlığın sahici özneleridir.
Sokak insanlarının ve hayvanlarının müşterek zemini (ortak trajedileri) öncelikle dilsizlikleridir. Kendilerini ifade edebilecekleri, görünür kılabilecekleri, dertlerini izah edebilecekleri hiçbir kanalları yoktur. İnsanların örgütlediği dünyanın elbette canları pahasına içindedirler ama aynı zamanda bu dünyanın fersah fersah dışındadırlar. Dünyaya, kelimenin gerçek anlamıyla fırlatılmış, şangır şungur düşmüşlerdir. Sokak hayvanları, sokak insanlarına nazaran dünya dışılık hiyerarşisinin en alt basamağında yer almaktadır.
TOPLAMA KAMPI PROTOTİPLERİ: BARINAKLAR VE KISIRLAŞTIRMA SİYASETİ
Hep merak etmişimdir, sokak hayvanları nerede ve nasıl ölür? Büyük şehirlerin sözümona tertemiz yollarında, işlek caddelerinde ölü köpeklere, kedilere yahut insanlara rastlamadım pek? Bu canlıların ölülerini kimler kaldırır, nereye gömülürler? Şurada burada, kaldırımlarda ya da izbe sokak aralarında canlı hallerine ister istemez rastlıyorum elbette. Ama bunlara artık canlılık denirse tabii? Zira bedenlerine özgü hayat enerjileri (Spinoza’nın taşı gediğine oturtan ifadesiyle “var olma güçleri/dirençleri”) insafsızca ellerinden alınmıştır. Sokak hayvanlarının ölülerini pek görmüyorum ama adına hayat denilen ölme hallerini çok sık görüyorum: beton zeminlerde gövdeleri şişmiş, titreyen bacaklarında derman kalmamış, yarı baygın ve kasvetli bakışlarıyla ruhsuz hayvanlarla kaplı her yan. Narkoz yemiş halleriyle artık ne koşabilir ne de uygar insanlara “zarar” verebilirler. Köpekler kedilere nazaran daha bir talihsizler. Köpekler iri bedenlerinden ötürü toplumun mezalimine uğramaya çok daha açıklar.
Ece Ayhan’ın “kara kamu” olarak tarif ettiği günümüzün burjuva toplumu, lütfedip az çok “tahammül” gösterdiği hayvanları tepeden tırnağa kendisine benzetmiştir: Aşağılık kısırlaştırma siyaseti izleyerek hayvanları zombilere dönüştürmüştür. Hayvan topluluklarının nüfus dengelerini, biyolojik/türsel varoluşlarını bencil ve sefil hayatta kalma çıkarlarına göre değiştiren insan dünyasının buradaki zihniyetiyle yine insanlar üzerinde uygulanan modern siyasal iktidarın zihniyeti arasında doğrudan bağlantılar vardır. Nasıl ki sokakları dolduran işsiz güçsüz avareler, kılıksız kıyafetsizler burjuva sınıfı açısından tekinsizse ve bu kesimler iktidarın istenci tarafından ya tımarhanelere ya da hapishanelere kapatılıyorsa, hayvanlar da tıklım tıkış barınaklara kapatılıyor, hayattan tecrit ediliyorlar. Hayvanların varlıklarını devam ettirebilecekleri hayat alanları, Fadime Akbal’ın yerinde yaklaşımıyla öncelikle sokaklardır, yoksa devletin barınakları ya da hapishaneden farksız apartman daireleri değil. Ne var ki, toplum kendi gibi olmayanla birlikte yaşamaya sıcak bakmıyor, korkuyor, durmaksızın türlü çekinceler üretiyor. Siyasi yetkililer boş durur mu, derhal harekete geçiyor ve sokak hayvanlarını vahşice avlıyor, katlediyorlar.
Bu kıyımlardan biri geçtiğimiz günlerde Sinop’un Türkeli İlçesi’ne bağlı Güzelkent beldesinde gerçekleştirildi. 15 sokak köpeği belde insanına güya zarar veriyor gerekçesiyle zehirlenerek öldürüldü. Sahipsiz sokak insanlarının derme çatma da olsa bir mezarlığı var, hayvanların maalesef o da yok. Belediye, hayvanların cenazesini çöp kamyonuna istiflemiş, belli ki hayvan cenazelerini beldenin çöplerini attığı yığına atıp kurtulacak. Tepkiler üzerine Beldenin MHP’li Belediye Başkanı Bekir Erünsal bir açıklama yapmış. Açıklamada kullanılan dil, Türkiye’de güvenlik ve terör söyleminin nerelere vardığını göstermesi açısından hakikaten ibretlik; cümlelerdeki bozuklukları düzeltmeden aktarıyorum:
“Beldemizde şu anda yaklaşık 200 öğrenci okuyor ve bu çocuklar devamlı köpeklerden sıkıntı çekiyorlardı. Bu köpekler bazen öğrencileri kovalıyor bazen de ısırıyordu. Bu yüzden de velilerden sürekli şikâyet alıyorduk. Biz de bunun üzerine envanterimizde var olan zehirleyici değil de bayıltıcı ilaçlar kullanarak köpekleri etkisiz hale getirerek yakalayıp, traktör yardımı ile veya çöp arabası vasıtasıyla getirilip orman bölgesine bıraktık. Bıraktığımız yerden de birkaç saat sonra köpekler ayıldıktan sonra kalkıp gidiyorlardı. Sadece 4 köpeğe uzaklaştırma konusunda böyle bir şey yapılmış, bu olay yapılırken de fotoğraflanıyor. Ama burada bir tek hatamız var oda normalde bir traktör üzerine koyup da gönderilen köpekler o gün çöp arabasının üzerine konulup gönderilmiş. Deniliyor ki köpekler çöp arabasında preslenmiş. Öyle bir şey söz konusu bile değildir. Preslenen kısım daha ilerde köpek arka tarafında duruyor. Ama olayı abartılar siyasi durumlara çekiyorlar. Benim beldemde bir sürü insan köpeklerden şikâyetçi oluyor. Birini bir köpek ısırsa kuduz olsa daha mı iyi olurdu? Bu hayvanlar bir şekilde uzaklaştırılması gerekiyordu. Bizim kurşun attığımız yok silah atığımız yok. Sadece bayıltıcı ilaçlarla köpekleri etkisiz hale getirdik. O da 3-4 tane köpekti. Bu ilaçlar bayıltıcı ilaç öldürücü ilaç değildir.”
Kısırlaştırarak ehlileştirmek, yani canlılık altı bir pozisyona mahkûm etmek yetmemiş olacak ki, gelen şikâyetler üzerine hayvanlara “uzaklaştırma cezası” reva görülmüş. Uzaklaştırma cezasının nihai amacı hayvanları şu ya da bu şekilde “etkisizleştirmek”, tam siyasi ifadesiyle “etkisiz hale getirmek.” İnfaz için hayvanlar yakalanıyor. Çöp arabalarında yahut traktörlerde taşınarak yerleşim alanının dışına götürülüyor, öylece oraya bırakılıyorlar. Belediye Başkanı “kurşun atmadık,” öldürmedik demek istiyor ama zaten yerleşim yerinden uzaklaştırılmış hayvanlar neyle nasıl yaşayacaklar ki? Açlıktan öleceklerdir, öldürmenin suçu da böylelikle doğaya havale edilecektir. Öldürme eyleminden harika bir sıyrılma yöntemi bu.
Bir yerlerde okumuştum. Özellikle köpekler kapatıldıkları barınaklardan kaçıp geri dönmesinler diye, barınaklara konur konmaz burunları yıkanıyormuş. Geri dönüşe vesile olabilecek, burun deliklerinde biriken koku zerrelerini böylece yok ediyorlarmış. Toplamak, kapatmak, bir yerlere bırakmak, tazyikli sularla yıkamak, bayıltıp ayıltmak, çıplak hayatla hayvanları yüz yüze getirmek... Modernite deneyiminin biyosiyaseti insanlar üzerinde olduğu kadar hayvanlar üzerinde de işlemektedir. Sözgelimi Ermeni kıyımı öncesinde Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’un sokaklarındaki tüm köpekler toplanmış ve Hayırsız Ada' (Sivri Ada) bırakılmıştır. Şehirden ve diğer adalardan acı bağrışları işitilirmiş köpeklerin. Muhtemelen birbirlerini yiyerek, açlıkla cezalandırılarak binlerce köpek yok edilmiştir. Bana kalırsa modern toplu kıyım düşüncesinin, toplama kampı modelinin ilk provasıdır bu!
Belediye Başkan’ın sözlerinde işleyen biyosiyasette yankılanan “terör” söylemi ayrıca ürkütücüdür. Kimi “insanlar” ve hayvanlar, Türkiye’de siyasal iktidar ve iktidardan pay almış mecralar tarafından yıllardır türlü şekillerde -güvenliğimiz adına- “etkisiz hale” getiriliyor. “Barış sürecine” girilmesinden murat, insanların artık siyasal iktidar eliyle “etkisiz hale getirilmediği” bir ülkede yaşamak, nefes almaktır. Kabul. Bu itibarla “barıştan” konuşuyoruz ama hayvanların “etkisiz hale getirilmediği” bir ülkeyi hem fiiliyatta hem de zihniyette kurmayı başarabilecek miyiz? Gücümüz sahiden buna yetecek midir? Toplumsal ve siyasal olarak gerçekten değişmeyi göze alıyor muyuz? Bunun önemli bir göstergesi, insanlar ve hayvanlar arasında kurulan ilişki biçiminin dönüştürülmesine bağlıdır bana kalırsa. Bir toplum hayvanlara nasıl davranıyorsa kaçınılmaz olarak kendisine, yani insanlara da öyle davranır. Hayvanlarla barışmıyorsa insanlarla da zinhar barışamaz, ortak bir dünya kuramaz, bir arada yaşayamaz.
Hayvanları da kapsayan demokratikleşme yol haritası şu kıstaslarla inşa edilmelidir: Sokaklar hayvanlara tümüyle açılmalıdır! Serbest dolaşım hakları, hayat hakları kabul edilmelidir. İnsanlardan görecekleri “zarar”lar tazmin edilmeli, failler yaptırımlara maruz kalmalıdır. Nüfusları üzerindeki aşağılık iktidar siyasetlerinden hemen vazgeçilmelidir. Tüm barınaklar boşaltılmalı, karanlık evlere hapsedilmiş hayvanlar şartsız koşulsuz serbest bırakılmalıdır. Zincirlerinden tutularak özgürlüklerinden mahrum edilen hayvanlar derhal özgürlüklerine kavuşmalıdır. İroni olsun diye söylemiyorum bunları: Demokrasinin öznelik anlamında eksik ayağı kesinlikle hayvanlardır. Hayvanların varlık sahasına, hayatta kalma enerjilerine, “sevme” yahut himaye etme, sahiplenme saikleriyle bile olsa asla karışılmamalıdır! Gerçek bir özgür birliktelik için eşitlik ilkesi tesis edilmeli, hayvanların hak ve Spinozacı manada bir güç varlıkları oldukları kabul edilmeli, haklarına ve güçlerine el atılmamalıdır. Son olarak demokrasiye ve eşitliğe giden bu yolda, şu ya da bu sebeple gelen şikâyetlere aldırmamalı. Bunca öldürme ve tecrit siyasetinden sonra sözümü esirgemeden söyleyeyim: Kuduz olan hayvanlar değil, hayvanlara karşı toplumu nefretle yoğuran modern siyasal iktidardır. Hayvanlar siyasal iktidarın kuduzluklarına karşı geliştirdikleri direnişlerinde demokrasi güçleri tarafından hiçbir surette yalnız bırakılmamalıdır. Bırakalım yıllardır siyasal iktidar ve toplum tarafından vahşice ısırılan hayvanlar kıyısından köşesinden insanları ısırsın, ne de olsa azıcık ısırırlar ama siyasal iktidar gibi “etkisiz hale getirmeyi” bilmezler! Hem özgür ve eşit bir zeminde kimsenin kimseyi ısırmasına gerek kalmayacaktır.