20. yüzyıl modernitenin ve kentleşmenin yüzyılıdır. Filmler hayatın son sürat aktığı, insanların birbirine yabancılaştığı şehirleri anlatır. Şarkılar hiçbir zaman uyumayan şehirleri söyler. Çizgi romanlar ütopik/distopik, ya da sadece gündelik, hayatın yaşandığı şehirleri çizer. İlk modern çizgi roman olarak kabul edilen Yellow Kid, New York sokaklarındaki yaşantıyı resmeder, örneğin. Superman semalardan bir tanrı bakışıyla Metropolis’te asayişi gözlemlerken, Clark Kent şehirde olan biteni okuyuculara aktarmakla görevli bir gazetecidir. Batman/Bruce Wayne’in hikayesi sadece çocukluğunda yaşadığı bir travmanın etkisiyle suçla savaşmaya çalışan bir adamın hikayesi değil, her iki kimliğiyle Gotham’a sahip olduğu sanrısını yaşayan bir adamın hikayesidir. Bu nedenle, hikayelerde Bruce Wayne şehrin inşaası, soylulaştırılması, siyaseti ve iktisadıyla yoğun olarak ilgilenir. Çizgi romanlar şehirleri tasvir ederken, anlatılarının doğası gereği şehrin kenarlarına, tekinsiz sokaklarına da girerler. Hayat oralarda yaşanmaktadır, çünkü. Bu yüzden Türkiye’deki mizah dergileri kenar mahalle hikayelerinin en iyi anlatıldığı mecralar olagelmiştir. Bu yüzden, Bahadır Baruter, L-manyak ve Lombak’tan bahsederken “biz şehrin götünü çiziyoruz” demiştir.
Levent Cantek ve 19 ayrı çizerin elinde çıkan DumAnkara grafik romanı, Anglo-Amerikan ve Türk çizgi romanlarında yer etmiş olan şehri/sokağı anlatma geleneğinin izinden gidiyor. Fakat burada belirli bir farkın altını çizmek gerek. Çizgi romanlar her ne kadar şehirleri anlatsalar da, aslolan genel olarak kahramanın hikayesi olur. Şehirler kimi hikayelerde daha belirgin roller kazanmakla beraber, genel de uzamsal bir arka plandan ibaret kalır. Şehirlerin başrole sahip olduğu eserlerin sayısı azdır ve bu eserler ekseriyetle grafik roman olarak adlandırılan, periyodik yayınların ötesinde kitap formatında ve edebi nitelikleriyle öne çıkan çizgili anlatılar arasından çıkar. İngilizce’deki “graphic novel” terimini yaygınlaştıran ve öncü bir örnek olarak kabul edilen, Will Eisner imzalı A Contract With God (Tanrı’yla bir Sözleşme) örneğin, New York’un Bronx semtinde, Dropsie Avenue adlı bir sokağı başrole koyar ve orada yaşayan insanların yaşantılarından hareketle mekanın hikayesini anlatır. Jason Lutes, Türkçe’de de yayınlanan Berlin üçlemesinin şu ana kadar çıkmış iki kitabında iç içe geçmiş karakter öykülerinden yola çıkarak, modernizm, caz müzik, dekadans ve yükselen faşizm ekseninde Berlin’in 1930’lardaki portresini çizer.
Cantek ve 19 çizerin DumAnkara’da yapmak için kolları sıvadıkları şey, Eisner ve Lutes’un kitaplarında yarattıklarına yakın bir şehir portresi çizmek. Bu iki Amerikalı sanatçıdan farklı olarak “dünya şehri” kabul edilen New York ve Berlin gibi bir Babil kenti olan İstanbul yerine, Ankara’ya odaklanılması çalışmayı farklı bir yere koyuyor. Ankara, Türkiye’nin başkenti olmakla beraber, İstanbul’un merkezinde olduğu bir kültürel üretim ortamında hor görülen bir şehir olagelmiş ve Cantek’in de grafik romanın önsözünde belirttiği gibi, bu söylem içerisinde taşralaştırılmıştır. Bu bağlamda, Cantek’in DumAnkara’daki çabasını çok sevdiğim yazar ve sanatçı Alan Moore’un şu ana dek yayınlanmış tek romanı Voice of the Fire (Ateşin Sesi)’da memleketi Northampton için yaptığı psikocoğrafya çalışmasına benzetiyorum. Moore, milattan önce 4000 yılından günümüze kadar Northampton’ın bulunduğu coğrafyada geçen hikayelerde tekerrür eden kimi motiflerin izini sürerek şehri ve onun sakinleri üzerinde yarattığı belirgin psikolojik etkileri anlatıyor. Roman böylece bir kahramanın öyküsü yerine bir şehrin öyküsüne ve gelişimine odaklanmış oluyor. Bunu yaparken de kara büyü, hırsızlık, fuhuş, cinnet ve cinayet temalarını işliyor. Cantek de buna benzer bir yapıyı DumAnkara’da kullanıyor. Ankara’nın, aşağı yukarı başkent olmasıyla başlayan bir tarih üzerine kuruluyor öyküler, ve Moore’un eserinde olduğu gibi insani faaliyetleri karanlık taraflarına doğru gidiyorlar.
Psikocoğrafya, Fransa’da 1950’lerde Lettrist International tarafından ortaya atılan ve sonrasında situasyonistlerin sahiplendiği bir kavram. Baudelaire ve Benjamin’in flâneur kavramıyla hısım, şehirde bir sürüklenme (dérive) halini olumlayan bir niteliği var. Yeni bir kentlilik öngören situasyonistler, şehirlerin mimarisinin, kentlilerinin nereye girip nereye girmemeleri gerektiği konusunda belirli ya da belirsiz kurallar koyduğunun altını çizip, şehir mimarisinin insanları şehrin farklı yerlerini keşfetmeye teşvik edecek şekilde yeniden düzenlenmesini talep ediyorlar. 1990’lardan itibaren, psikocoğrafya bilhassa İngiliz edebiyatında etkili bir akım haline geliyor. Bu akımın yazarları, şehir merkezlerinde ve banliyölerde taban teperek – sürüklenerek – keşiflere çıkıyor ve bu keşiflerini eserlerine aktarıyorlar. Iain Sinclair ve Peter Ackroyd gibi yazarların başını çektiği psikocoğrafi edebiyatın ilham kaynağı olan şehir ise çoklukla Londra.
Cumhuriyetin başkenti Ankara, resmi söylemde ve popüler kültürde, milli mücadeleyle, otoriteyle, bürokrasiyle, askeri iradeyle, planlı yapılanma ve düzenle özdeşleştiriliyor. İstanbul zevk-i sefanın başkentiyken, Ankara betonarme bir ciddiyet duygusuyla anılıyor. Ankara’ya atfedilen bu özellikler sebepsiz değil. Ankara, ulus-devletin jakoben idealleriyle öylesine yoğrulmuş ki, ilerlemeci, batılı, çağdaş bulunmayan hemen her öğe temizlenmek istenmiş. Şehrin planlaması, vatandaşın gidebileceği ve gidemeyeceği yerleri belirleyecek şekilde yapılmış. DumAnkara, Ankara’nın sokaklarında ve bilinçaltında, resmi söylemin girilmesini arzu etmediği köşelere sokuyor okuyucuyu. Böylelikle, farklı karakterlerin hikayelerinden bir “öteki Ankara” romanı kuruyor.
Berat Pekmezci’nin ligne claire tarzında resimlediği “Ankara 1916”, Ankara’nın ulus-devletin başkenti olmasından önce, milliyetçi bir ateşle yanıp etnik bir temizliğe maruz kalmasını anlatıyor. Cantek, cumhuriyet dönemi Ankara’sının miladını, resmi tarihin kahramanlık destanlarıyla bezediği 1920 tarihinden, milliyetçiliğin acımasız yüzünün gösterildiği 1916 yangınına çekerek, resmi olana alternatif bir tarih sunacağının sinyallerini veriyor. Ankara’nın geçmişindeki bu travmatik olayla açılan kitap, şehrin karanlık bilinçaltına doğru seyahatini sürdürüyor. Mert Yavaşca’nın çizdiği “Hacıbey”de, kahraman Türk askeri mitinin yerine, savaşmaktan ve adam öldürmekten yorulmuş, savaşmamak için dağa kaçmış Hacıbey’in, kişisel davaları uğruna savaşa girmesi anlatılıyor. Gökhan Güneş’in çizgileriyle “Macar”, dışarıdan, kendini üstün gören bir bakışa sahip bir “batılının” dilini ve kültürünü anlamadığı bu yerde kendi sonunu hazırlamasına odaklanıyor. Macar asıllı karakterin, Ankara’da kendini Amerikalı olarak tanıtması ise kimin batılı kimin doğulu olduğu konusunda ironik bir durum doğuruyor. Sümeyye Kesgin’in çizdiği Neşet Coşar, sadece bir süper kahraman parodisi değil, 1950’lerin Amerikan sinemasında etkili olan anti-komünist paranoyaya da gönderme yaparak, aynı dönemde Türkiye’deki komünizm korkusuyla, daha doğrusu komünizmin ne olduğunun tam olarak anlaşılamamasıyla dalga geçiyor.
DumAnkara’daki hikayelerin çoğunda, seçkinlerin girmek istemediği, yahut sadece imar etme amacıyla girdikleri mekanlarda, Bentderesi’nde, Altındağ’da, Hacettepe’de, yoksullukla yazılmış, fuhuş, hırsızlık ve cinayetle yoğrulmuş, hayata ve kadere lanet okuyan hayatlarda gezdiriyor bizi, Cantek ve 19 çizer. Kitapta, Ankara’nın sadece gerçek sokaklarının izdüşümlerini görmekle kalmıyoruz, hayali sokaklarını da arşınlıyoruz. Cantek’in yazdığı Mor Menekşeler televizyon dizisinin kenar mahallesi Eskitepe, bu grafik romanın sayfalarında varlığını sürdürüyor ve şehrin tekinsiz sokaklarında kaybolmaktan korkmayanlar için Ankara’nın edebi haritasında yerini alıyor.
Alan Moore’un Voice of the Fire romanında olduğu gibi, DumAnkara’da da tekerrür eden öğelere rastlıyoruz. Bunlardan birisi Cantek’in de önsözde bahsettiği ve iyi hikayelerin mutlaka uğradıklarını söylediği mezarlıklar, diğeri ise kitaptaki çoğu karakterin beklenmedik anlarda akıllarına düşen Fidayda türküsü. “Ankara 1916” hikayesinin baş karakteri Fehim, kitabın son derece çarpıcı son sayfasında “bu havaya marş iyi giderdi Samet… Onu da ben bilmiyorum. Bi bildiğim Fidayda” diyerek, sadece bir felakete karşı neşeli bir türküyle tezatlık kurmuyor, aynı zamanda marşların resmiyetine ve milliyetçi tonuna karşı bir halk müziği parçasıyla bir anlamda hümanist cephesini de belli ediyor.
Çağrı Coşkun’un çizdiği, ve kitabın son hikayesi olma özelliğini taşıyan “Skor”, küreselleşme çağında git gide birbirine benzemeye başlayan şehirler ve bu şehirlerin beyaz yakalı çalışanlarıyla ilgili bir yorum içeriyor. Aslında “Skor”da temsil edilen şehir ve karakter, Cantek’in kitabın önsözünde, İstanbul’a atfettiği özelliklere sahip – “şıkır şıkır giyinen, yabancı dil bilen yuppie [bir] bebe”. Kitabın sonunda böylelikle Ankara’nın da bir nebze İstanbullaşmış olduğu öne sürülüyor.
DumAnkara gibi işlerle her zaman karşılaşmıyoruz. Edebi nitelikler taşıyan, kültürel ve siyasi tarihe eleştirel bir şekilde yaklaşan, fakat bunu kesinlikle göze batacak şekillerde ya da didaktik bir üslupla yapmayan, bir şehri anlatırken onun klişeleşmiş özelliklerinden öteye bakan ve arka sokaklarında gezinen fazla grafik roman yok ortalıkta. Tüm dünya için geçerli bu söylediğim. O yüzden, diyeceğim şimdi hep beraber bir Fidayda!