‘İki gündür 9 civarı toplanmaya başlamadan önce birileri gelip “yeter artık bu tencere tava eylemi, hastamız var yaşlımız var, ayrıca burda toplanmayın” şeklinde itiraz ediyorlardı mahalleden. Dün tencere tava eylemi yapanlar olmuş (ben 9'u biraz geçe katıldım, bitmişti) fakat bugün yoktu. Bugünkü gerginlikte ayrıca Yeniköy parkında yapılacak Cami projesiyle de ilgili “biz burada Cami istiyoruz, size ne oluyor” şeklinde bir tepki de dile geldi. Bugünkü karşı çıkış faslı daha uzun sürdü, bir kaç grup halinde insanlar uzun süre münakaşa ettiler. Maalesef aramızda “git evinde namaz kıl” şeklinde provokatif ve yanlış usluplarla cevap verenler, “camide namaz kılmanın bir anlamı olmadıgı” seklinde dini bilgiler vermeye had bildirmeye kalkanlar olunca, kolay kolay yatışıp dağılmadılar. Ama bu kavga havasında degil agız dalası seklinde bir gerginlikti. Onlara “buyrun siz de katılın foruma” demeye çalıştık bazılarımız sakin ve yapıcı bir uslup takınmaya çalıştık. Fakat 10 kişinin sakinliğini 1 kişinin hiddeti yerle bir ediveriyor’[1].
Taksim Gezi Direnişi ve hükümetin olaylara sert tepkisi sonrası Türkiye’nin fay hatları yeniden harekete geçmiş görünüyor. 20 Haziran akşamı Yeniköy Parkı’nda düzenlenen Gezi Parkı forumuna katılanlarla yaklaşık 30 kişilik karşıt görüşlü bir grup arasında dini tercihler üzerinden münakaşayla başlayıp şiddete dönüşen çatışma endişeleri artırdı. Gezi Parkı olayları etrafında oluşan tepkiler uzun zamandır devam eden kültür savaşının ötesinde ülkeyi tehlikeli bir yol ayrımına getirmiş durumda[2]. Tüm dünyada ses getiren, ülkede de yoğun bir biçimde tartışılan ve hala çok bilinmeyenli toplumsal bir denklem görüntüsü veren olayların haftalardır gündemi işgal edişi pek şaşırtıcı değil elbette. Ancak gündemle ilgili oldukça şaşırtıcı bir durum var: Gezi Direnişi üzerinden nerdeyse reflekssel veya herhangi bir anlama çabasına girmeden sahip olunan fikri-sabitler ve toplu kanaatler yaygın bir şekilde toplumsal gündemi ele geçirmiş görünüyor. Gerçekten de ana akım medya haricinde başta Twitter tüm sosyal medya araçlarında paylaşılan onca esaslı eleştiri ve iletiye rağmen, Gezi Parkı etrafında ortaya çıkan direniş eylem ve talepleri grup-dışı dayanışma blokajını bir türlü aşamıyor ve farklı sesler rakip gruplar içinde yankı bulamıyor. Sosyal medyada ‘en iyi tartışan kazansın’ diye beklerken, ‘saptırılmış iletişim’ sağduyu ve demokratik müzakereyi kolayca örseliyor. Söz konusu olan karşındakini som inkâr veya reddetmek değil, daha kötüsü: onu ve taleplerini görüp-tanıma ancak topyekûn dışlama hali. Olayları yaşamayanlar yaşayanları, polisler direnişçileri, ulusalcılar başörtülüleri, hükümet muhalifleri anlamıyor, anlamak istemiyor. Adeta ayrık kümelere hapsolmuş insan öbekleri ve onların çelikten yapılmış anlam örüntüleri var karşımızda. Yeni, alternatif tüm iletişim imkânlarına rağmen Türkiye’de hala insanlar ünlü bir sosyologun deyişiyle ‘toplu kanaat sahibi olup, toplu fikir değiştirebiliyor.’
Yine de bu keşmekeşte kaybolmaması gereken, cevap bekleyen bir soru var. Solun ‘akıl tutulması’ sağın ‘basiret bağlanması’ olarak değerlendirdiği Gezi olayları tarafları hangi dinamik süreçlerle nasıl karşı karşıya getiriyor? Gerçekten de nedenleri hakkında nispeten fazla malumat sahibi olduğumuz Gezi Parkı Direnişinin nasılları için aynı şeyi söylemek zor. Bu soruya vereceğimiz cevap toplumsal grupların niye farklı kümelere hapsolduğunu ve ne tür çıkış yolları bulabileceğimizi anlamaya yardımcı olabilir.
Güvenlik İkilemi: Toplumların Trajedisi
Gezi Parkı Direnişini ve onun karşısında gittikçe yayılan muhafazakâr direnci Türkiye’nin yeni toplumlararası güvenlik ikilemi olarak okumak olayların nasıl bu boyutlara ulaştığını açıklamamıza yardımcı olabilir. Peki ama toplumlararası güvenlik ikilemi nedir? Güvenlik ikilemi, bir devletin kendi güvenliğini artırmak için aldığı tedbirlerin diğer bir devlet tarafından tehdit edici bir davranış olarak (yanlış) algılanmasının ortaya çıkardığı çatışma durumunu ifade eder[3]. Taraflardan hiçbiri yek-diğerini tehdit etmek niyetiyle yola çıkmamıştır ve kendi güvenliklerini sağlamlaştırma peşindedir. Ancak her iki tarafta birbirlerinin sadece güvenlik için harekete geçtiğinden bir türlü emin olamaz ve en kötüye (hatta savaşa) kendini hazırlar. Güvenlik ikilemi çoğu kez önlenemeyen ve sarmal ilerleyen karşılıklı-silahlanma, çatışma ve hatta yıkıcı savaşları kaçınılmaz kılar. Sonuç tam da bu yüzden trajiktir.
Benzer şekilde toplumlararası güvenlik ikilemi kültürel, etnik veya dini kimliğin savunulması sırasında üretilen söylem ve politikaların nasıl diğer grup kimliklerine ve yaşam kültürüne tehdit olarak algılandığını, bunun da nasıl çatışma ve şiddet potansiyeli doğurduğunu dikkatimize sunar.[4] Toplumlararası güvenlik ikileminin en trajik sonucu; devlet içi alt kültür gruplarının birbirlerinin kimliklerine yönelik algıladıkları tehditlerden doğan karşılıklı ve sürekli varoluşsal bir güvensizlik durumudur. Klasik güvenlik ikileminde güvenliğin öznesi devlet, nesnesi ülke toprağının egemenliği, mücadelesi siyasal bağımsızlık iken; toplumlararası güvenlik ikileminde güvenliğin öznesi toplumsal gruplar, nesnesi kültür, hedefi ise ‘bizi biz yapan’ değerleri korumaktır. İyi niyetle de olsa bir kültür veya kimliğin güçlendirilmesi amacıyla siyaset sahnesine sokulan her söylem ve politika trajik olarak diğer kültür ve kimliklerin varoluşsal güven(siz)liğini besleme potansiyeline sahiptir. Güvenlik ikileminde her ne kadar farklı toplumsal grupların yegâne amacı kendilerini toplumda gerçekleştirmek/var etmek, kamusal alanda ifade etmek, eşit ve meşru kabul edilmek ve çeşitli kültürel yeniden üretim araçları ve mekanizmalarıyla varlıklarını sürdürmek olsa da, bu mücadele karşılıklı dışlama siyasetini besleyebilir. Bu durum, kimlik grupları arasındaki karşılıklı korku siyasetinin sürekliliğini de ima eder. Toplumlararası güvenlik ikilemi geleneksel devletlerarası güvenlik ikileminden daha vahim sonuçlar doğurabilir zira davranışsal değil ontolojik bir güvensizlik durumunu da ifade eder. İkilem, ‘belirsizlikler’, ‘çok anlamlılık’, ‘en kötüyü varsayma’ ve ‘aksiyon-reaksiyon’ gibi süreçlerinin ortaya çıkardığı toplumsal ve politik bir sonuçtur[5]. Çeşitli söylemsel ve siyasal mekanizmalarla pekiştirilen bu kavram, sadece Türkiye’de değil Soğuk Savaş sonrası Balkanlar ve Orta Avrupa coğrafyasında toplumsal kimlik grupları arasındaki çatışmaları açıklamamıza yardımcı olan temel kavramlardandır. Bu tür endişelerin içinde üretildiği güvenlik söylemlerini, toplumsal tavırları ve siyasi mekanizmaları toplumsal güvenlik ikilemi çalışmalarının analitik çerçevesini kullanarak ortaya çıkarmak önemli ve gereklidir. Çünkü Türkiye’de tarihsel olarak üretilen ve birçok alanda devam eden bu ikilemleri anlamak ve onları güvenliğin alanından siyasetin alanına yansıtmak toplumsal barışın gereğidir.
Türkiye’de toplumlararası güvenliği tehdit eden gruplar arasındaki tarihsel çekişme genellikle yaşam tarzı ve kültürel kodların beslediği siyasal söylemden ve bunların etkilediği sosyal ve kentsel politikalardan beslenir[6]. Çeşitli toplumsal gruplar siyasal erki ve kültürün yeniden üretimini kontrol altına almak amacıyla davranış ve strateji geliştirirler. Devletin ideolojik aygıtlarını, örgütsel imkân ve kabiliyetlerini kullanarak kamusal-kültürel alanı sahiplenmeye çalışan ve iktisaden ayrıcalıklı pozisyonlarının devamı için mücadele eden hâkim bir grup (bazen çoğunluk bazen azınlık olabilir) her zaman vardır. Gerçekten de farklı yaşam tarzında ifadesini bulan özgün kültürünü yaşatmak/devam ettirmek isteyen grupların muktedirlere karşı mücadele ve direnci Cumhuriyet dönemi siyasasının en temel kurucu unsurlarındandır. Bu mücadelenin en çok dikkat çeken yönü toplumsal ve kültürel güvenlik politikalarıdır. Tarih boyunca siyasi elitler ve güvenlik bürokrasi siyasi hesaplarına paralel toplumsal grupların kültür ve kimliklerini güvenliğin nesnesi haline getirmişlerdir (Komünizm tehlikesine karşı milliyetçi; Kürt etno-politik dirence karşı da mukaddesatçı kimlikleri desteklemek gibi). Bugünkü siyasi ajanda her gün gazete manşetlerini ele geçiren kültürel güvenlik sorunlarıyla doludur: çatışmacı Türk-Kürt kimlik siyasetleri; dış politikada toplumsal kimlik çekişmeleri, Alevi-Sünni kimlik gerilimleri, sivil toplumda kimlik temelli sosyo-politik ayrışma, çekişme ve kimlik savaşları. Sakarya[7] ve Marmara[8] Üniversitelerinde yürüttüğümüz Ortadoğu ve Türkiye’de Toplumlararası Güvenlik İkilemleri adlı projelerin kavramsal çerçevesinden yararlanarak söylersek; bu coğrafyalarda siyasal mücadelenin aritmetiği ve matrisini toplumlararası güvenlik ikilemi ve onun ürettiği siyasi-kültürel çatışmalarından bağımsız düşünmek oldukça zordur.
Gezi Parkı Direnişi ve onun karşısında gittikçe yayılan muhafazakâr direniş Türkiye’nin yeni toplumlararası güvenlik ikilemini oluşturan en önemli yapıtaşları olarak görülmelidir. Bu iki grup arasındaki mücadele ve çatışmanın oluşum sürecini dört kademeli bir anlama stratejisi üzerinden çözmek mümkün. Buna göre, Türkiye’de Gezi Direnişi sonrası oldukça artan toplumlararası karşılıklı güvensizliği tarihsel-kaçınılmaz bir ‘kapışma’ ya da var olan ‘fay hatlarının yeniden harekete geçmesi’ gibi determinist yorumlar getirmektense; onu ‘belirsizlikler’, ‘çok anlamlılık’, ‘en kötüyü varsayma’ ve ‘aksiyon-reaksiyon’ süreçlerinin doğurduğu toplumsal ve politik bir sonuç olarak anlamak daha doğru olur.
Belirsizlik
Belirsizlik dinamiği toplumlararası güvenlik ikilemine giden yolu bireysel ve sistemik olmak üzere iki taraflı kolaylaştıran süreçtir. İlki, kadim problem yani muhatabınızın kafasının içindekileri okuyamama problemidir. Burada özellikle karar vericilerin politikalarının makul olmayan hevesler ve düşmanca talepler olarak kodlanması ve algılanması tetikleyicidir. Bu algı, belli toplumsal grupların devlet politikalarından ve söylemlerinden herkesten önce ve daha fazla zarar göreceğine inanmasına yol açar. Sistemik belirsizlik ise sadece siyasal aktörler üzerindeki işlemesi gereken yasal ve yargısal kontrol mekanizmalarına olan güvensizlikten değil, ayrıca tarihsel ‘millet inşası’ gibi makro-sosyolojik kırılmalardan da çıkabilir. Askeri vesayet altında tek-etnik köken asimilasyonu ne kadar korkutucu ve güven zedeleyici olmuşsa; vatandaşı tek tipleştiren kültür politikaları da o kadar güvensizlik duygusuna yol açabilir. Bu bağlamda, Gezi protestolarının hemen öncesinde ortaya çıkan ve toplumlararası güvenlik ikilemini besleyen temel belirsizlik dinamiklerin listesi oldukça kabarık: yargıya güvenin zedelenmesi, işinden olmuş kıdemli gazeteciler, 1 Mayıs Taksim miting yasağı, THY’de kırmızı ruj ve elbise yasağı, kamusal alanda (metroda) öpüşme yasağı, ‘iki ayyaş’ söylemi etrafında haber çerçevelemesi yapılmış ‘içki yasağı’ polemiği, etnik aidiyete karşı tehdit olarak algılanan ve sosyal medyada büyük ilgi çeken T.C. tabelası yasağı, başta Aleviler birçok vatandaşın tepkisini çeken ‘Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ gibi toponimik isimlendirme stratejileri ve bazı sanatsal tercihler (mesela Hürrem’in kıyafet tercihleri) üzerinden ‘siyaseti estetize etme’ gibi tehlikeli çabalar düşmanca talepler olarak görülmüş ve karar vericilerin ‘gerçek niyetleri’ hakkında belirsizliği ve dolayısıyla da güvensizlik duygusunu beslemiştir.
Çok Anlamlılık
Çok anlamlılık aktörlerin ve ilgili kurumların belirsizlik ortamında dolaşıma soktuğu politika ve söylemlerin anlamının ne olduğu üzerinde bir mutabakatın sağlanamadığı durumlarda ortaya çıkan güvensizlik durumudur. Tarafların faaliyetlerinin farklı yorumlara yol açabilecek üstü kapalı mesajlarının ortaya çıkardığı basit bir iletişim hatası olarak görülmemesi gereken bu süreçte, ilgili olay ve söylemlerin örtük veya kültür-spesifik anlamları ile tarafların bunlardan ne çıkarımlarda bulunduğu önemlidir. Gezi Parkı Protestolarının görünür nedeni Gezi Parkı’nın İstanbul Belediyesi tarafından yeniden düzenlenmesi olsa da, olaylarının büyümesinde AKP’nin 2011 seçimlerinden bu yana izlediği politikaların oluşturduğu anlam karmaşasının etkisi büyüktür. Gezi Parkı Protestolarının kamusal alandaki görünürlülüğünü ve etkisini çarpan etkisiyle artıran tartışmaların yazılı-görsel ve özellikle sosyal medyada oluşturduğu çok anlamlı temsiller toplumlararası güvensizliği artıran sebeplerdendir. Burada, Gezi Direnişinin bizatihi kendisinin çok anlamlı okunabilir yapısının yanında ona ilham veren söylem ve politikaların içerdiği anlam karmaşasından da söz etmek gerekir. 2011 seçimlerinden sonra ivmesi hızla artan ve Erdoğan’ın şahsında ifadesini bulan kültür politikalarının ‘toplumu dindarlaştırma’ hedefinde olduğu inancının yaygınlaşması birçok anlam karmaşasına yol açmış, bu da tarafların toplumsal algılarına paralel olarak olayları ‘yanlış’ anlamasına sebep olmuştur. İfade hürriyeti, farklı cinsel tercihler, aykırı seslerin ‘yandaş-medya’dan dışlanması, oto sansür, kürtaj tartışmaları gibi konular laik kesimler için özgür yaşam hakkına alenen saldırı olarak algılanırken karar vericiler ve muhafazakâr seçmenleri için ‘ahlaklı nesil/toplum’ yolunda atılması gereken adımlar olarak görülebilmiştir. Yine Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz yıl Fatih Projesi çerçevesinde savunduğu ve çok tartışılan ‘dindar nesil yetiştiriyoruz’ söylemi toplumlararası güvenlik ikilemini besleyen çok anlamlılık dinamiğinin örneklerindendir: ‘bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? Siz bu gençliğin büyüklerine isyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Siz, bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz?’[9] diyen Erdoğan ve seçmenlerine göre bu eğitim projesi gençleri kötü alışkanlıklardan kurtarmaktan başka bir amaç gütmemekte. Bu kültür politikası da kötü alışkanlıkların pençesinde kaybolmakta olduğunu düşündüğü bir neslin kültürel yeniden üretimi adına oluşturulan bir kurtarma projesidir, yani başka bir deyişle kendi toplumsal güvenliğini artırma projesidir.
Ancak muhatapları için durum hiçte öyle algılanmıyordu, aksine ‘dindar nesil projesi’ açık bir ‘yaşam tarzı dayatma projesi’ olarak algılanmıştı. Sadece yaşam tarzına müdahale olarak değil, devletin ideolojik aygıtlarının sunduğu imkânların-örneğin eğitim politikalarının-üzerinden belli bir kültürü-grubu tedricen ‘yok etme’ siyaseti olarak algılanmıştır. Her ne kadar Erdoğan ‘öğrenci formatlamak bizim hedefimiz değildir ve olamaz. Hiç kimse niyet okuması yapmasın. Kullandığım ifade açık ve nettir. Herkes biliyor ki biz bir dayatmadan değil tam tersine özgürlükten yanayız’ dese de[10] bu sözler ikna edici olmamış ‘dindar nesil’ başka çağrışımlar yapmıştır. Gezi protestocularından biri için bu tür eğitim politikalarının oluşturduğu kaygı ‘korku duvarının aşılmasını kolaylaştırmıştı’[11]. Özellikle hemen arkasından sarf ettiği ve içinde yaşadığı güvenlik ikileminin ürünü olan sözler de yine rövanş siyaseti olarak algılanmıştır: ‘Bu ülke, ikna odalarında öğrencilere zulmeden zihniyetlerden çekmiştir’[12].
Daha yakınlarda protestoların ilk günlerinde yani 29 Mayıs 2013 tarihinde, Binnaz Toprak tarafından meclise getirilen ve Türkiye'de yaşayan ‘LGBT bireylerin güvence altına alınması’ önerisini AKP temsilcileri ‘toplumun ahlakını bozuyor’ gerekçesiyle reddetmiştir. Daha sonraki günlerde de AKP’liler Gezi protestolarında aktif rol oynayan LGTB bireylerini ‘hastalıklı’ ve ‘anormal davranış’ sergileyen kesim olarak tanımlamıştı. Gezi Direnişinin üzerinden anlam karmaşasına yol açan en önemli mecra Erdoğan’ın ‘toplumun baş belası’ olarak Direnişçilerin de ‘özgür iletişimin son kalesi’ olarak tanımladığı sosyal medya olmuştur. Olayların en yoğun yaşandığı 31 Mayıs akşamı ve sonraki günde atılan toplam tweet sayısı 2 milyonu bulmuş, yalan haberle doğru haber birbirine karışmıştır[13]. ‘Polis panzeri tarafından ezilen genç resmi’, ‘portakal gazı kullanıldığı iddiası’ ve ‘polisin gerçek mermi kullandığı’ gibi iddialar anlam karmaşasına yol açmış, toplumlararası güvensizlik artırmıştır. Yine Kabataş İskelesinde meydana gelen başörtüsü saldırısına cevaben Başbakanın söylediği ‘1 milyonu zor tutuyorum’ söylemi toplumlararası güvensizliğin pekişmesine neden olan bir yaklaşımdı zira durmak istemeyen harekete geçmek isteyen bir insan seline set olduğu kadar karşı gruba verilmiş bir gözdağı da ima ediyordu.
En Kötüyü Varsayma
Toplumlararası ilişkiler vasatında şimdi ile ilgili yaşanan semantik karmaşa (çok anlamlılık) ve ilerisi ile ilgili korkuları üreten geleceğinden emin olamama hali (belirsizlik) tarafları en kötüyü varsayma eğilimine sokar. Bu süreçte şimdiyi doğru tanımlayamayan ve geleceği tekinsiz bir yer olarak algılamaya başlayan aktörler günlük yaşam(sal) tercih ve rutinlerini bile yapmaktan alıkonduklarını hissederek güvensizliğe kapılırlar. Bu durumda önlerinde en garantili seçenek olarak gördükleri tek bir şey kalır: en kötüye karşı kendini konumlama ve hazırlama. Gezi Direnişi etrafında kümelenen toplumsal aktörlerin varsaydıkları en kötü ihtimal; Erdoğan’ın şahsında AKP iktidarının Türkiye’yi ‘seçilmiş padişahlık’ sistemine doğru dönüştürdüğü şeklindedir. ‘Seçilmiş padişahlık’ korkusu yaşayan Gezi direnişi destekçilerine göre alkol tüketimi, TC ibaresi ve hayatını istediği tarzda yaşamak gibi ilke ve pratikler ‘manevi değerlerden’ sayılmalıdır. Yine onlara göre ‘manevi değer’ olarak görülmesi gereken ve en çok tehlike altında olduğu varsayılan laiklik ilkesi de soyut değil yaşamsaldır. Buna göre laiklik ‘ben trafikte biriyle kavga etsem, sadece o beş vakit namaz kılıyor ben kılmıyorum diye hâkimin onu haklı bulmamasının garantisidir mesela! Sosyolojik, ideolojik değil; gerçek, çok hayata dair, gelecek umutlarına dair, çok ‘kalbi duygular’dır artık bu kavramlar!’[14]
Erdoğan ve seçmenlerinin var olduğunu kabul ettiği en kötü ihtimal ise Gezi Parkı’nda direnen ‘nihilist’ gençlerin ‘çevreci’ taleplerinin arkasına saklanan ‘ideolojik ve marjinal’ çevrelerin ‘28 Şubat benzeri bir karşı devrim kalkışmasının’ içine girmiş olmasıdır. Bu tür bir ‘kalkışma’ sadece kendi iktidarlarına değil çok daha önemlisi kendi günlük yaşam(sal) tercih ve rutinlerine de mal olacaktır. Dolayısıyla Gezi Direnişi ve etrafında şekillenen muhalefetin birinci hedefi Erdoğan gibi görünse de mütedeyyin camiaya göre Erdoğan ‘normal bir siyaset adamı’ değildir ki sorun orda bitsin. Erdoğan ‘son 250 yıldır ezilmek değiştirilmek istenen dindar halkın sembolüdür’. Yine Erdoğan ve AKP seçmenleri açısından en kötü ihtimali besleyen başka bir etken de olaylar sırasında Taksim dışında yaşanan ama Gezi Direnişi ile ilişkili olduğu düşünülen ‘başörtülüye taciz’ haberleri olmuştur. Gezi Direnişi destekçikleri tarafından kabul edilemez bulunsa da, mütedeyyin camia özellikle AKP’ye yakın ‘yandaş medya’da oldukça yankı bulan bu taciz haberlerinden oldukça etkilenmiştir. Yakın geçmişlerinde önemli ontolojik kırılmalara sebep olan devletin başta başörtüsü yasağı eski dışlayıcı politikalarının ‘geri geleceği korkusu’ en kötüyü varsaymalarına ve hükümete mesafeli duran başta başörtülü kanaat yapıcı köşe yazarları olmak üzere diğer bazı demokrat köşe yazarlarının bile ‘direnişe direnme’ yönünde tavır almalarına sebep olabilmektedir.
Dolayısıyla açıkça görülmektedir ki hem Gezi Direnişi ve etrafında şekillenen muhalif camia için hem de AKP ve etrafında toplanan mütedeyyin camia için ‘en kötü varsayım’ sadece ‘çevre hassasiyetleri’ için isyan etmek ya da demokratik usullerle seçilmiş bir iktidarın çeşitli projeleri hayata geçirme hakkının elinden alınması değildir. En kötü varsayım; sekülerlerin kutsallaşan/manevileşen yaşam tarzı pratiklerini özgürce hayata geçirme yoluyla, mütedeyyin camianın da siyasileşen kültürel tercihleri yoluyla kendilerini gerçekleştirme hakkının gaspıdır. Başka bir deyişle söz konusu olan camiaların varoluş hakkıdır.
Aksiyon-Reaksiyon Süreci
Belirsizlik ve çok anlamlılık ikliminden çıkamayan ve dolayısıyla en kötü ihtimali varsayan taraflar için aksiyon-reaksiyon girdabına savrulmak zor olmaz. Aksiyon-reaksiyon sürecinin en önemli dayanaklarından biri içerde ‘ortak biz’ duygusunu pekiştirmek için atılan pratik adımların (bazen kaçınılmaz biçimde) grup-dışı toplulukların ayrık-özelliklerine yaptığı aşırı vurgudur. Bu yüzden, algıladığımız tehditleri bertaraf etmek için aldığımız tedbirler, karşı tarafı yine onlar hakkında ürettiğimiz (yanlış) davranış kalıplarına itebilir. Yani ettiklerimiz ve söylediklerimiz yüzünden Ötekilere hissettirdiğimiz güvensizlik duygusu onları tam da bizim beklediğimiz türden davranışlara sevk edebilir ki bu da onların daha fazla Ötekileşmesine sebep olabilir. Bu toplumlararası güvenlik ikileminin çıkmazlarındandır. Bu şartlarda başka seçeneği kalmadığına inanan tarafların toplu halde mobilize olması da hem sosyolojik hem de politik olarak haliyle kolaydır.
Üç haftadır Gezi Direnişin etrafında yaşanan aksiyon-reaksiyon sürecinde birçok örnek olay tartışılabilir ancak pek çok şeyin birbirine bağlı ortaya çıktığı sürecin başlangıcını tespit etmek kolay değil. Yeni gelişen ilgili literatürde tafsilatlı bir açıklama da yok. Ancak metodolojik olarak en yakın tarihli ilişki dinamiğinden başlamak mümkün. Direnişe giden yolda taraflar arasındaki en önemli güven kırılmalarından biri 25 Mayıs 2013 Ankara’da yaşandı. 19 Mayıs’ta Ankaray Kurtuluş istasyonunda yapılan ‘Lütfen ahlak kurallarına uygun hareket ediniz’ anonsuna tepki olarak sosyal medyada ‘metroda öpüşme eylemi’ yapan gruba karşı ‘Ak Ekip’ adı altında bir grup tarafından ‘Kurtuluş Metrosunda Ahlaksızlığa Hayır’ kampanyası başlatıldı[15]. Kurtuluş İstasyonu önünde toplanan 300 kişilik gruptan bazı çiftler öpüşerek ‘ahlak anonsu’nu protesto edince 20 kişilik karşıt grup ‘Burası Müslüman mahallesi, burada uygun olmayan hareketler yapılamaz’ diyerek eylemcilerden bazılarına saldırdı, 5 kişi yaralandı[16].
Bu ilk ciddi-yakın kırılmadan sonra, Gezi Direnişi ile ilgili aksiyon-reaksiyon sürecinin en önemli ayağı şüphesiz direnişin üç haftada içerdiği şiddet ve çatışma dinamikleri oldu. 27 Mayıs Pazartesi günü başlayan ve üç hafta yoğun şiddet eylemleriyle süren direnişin en dikkat çekici yönü tartışmasız polisin uyguladığı ‘orantısız şiddet’ti. Kışla ve AVM inşası için Gezi Parkından 5 ağacın yerinden sökülmesine karşı parkı savunan 50 kişilik bir grup aktivist parkın içine çadır kurarak direnişi başlattı ve sosyal medya üzerinden herkesi destek vermeye çağırdı. Ağaçların yıkılmasını protesto eden Taksim Bileşenleri Platformundan yaklaşık 500 kişilik grup park içine çadır kurdu. İstanbul’un fethinin yıldönümünde Üçüncü Köprü’nün temel atma töreninde tüm itirazlara rağmen köprüye verilen Yavuz Sultan Selim adı aksiyon-reaksiyon sürecinin Gezi Parkı’nın ötesinde toplumsal dinamikleri içerdiğinin ilk habercisiydi. Açılışta Başbakan Erdoğan eyleme karşı ilk söylemsel tavrını alarak olayların üç haftalık aksiyon-reaksiyon dinamiğini şekillendirdi: ‘Taksim Gezi Parkı şöyle olmuş, böyle olmuş, orada gelip gösteri yapacaklar, şudur, budur vesaire. Ne yaparsanız yapın. Biz karar verdik, verdiğimiz gibi işleyeceğiz’[17]. Bu sözler protestocular açısından kırılma noktalarından biri, kendi tabirleriyle ‘sabır taşlarını kıran’ bir etki yaptı[18]. Başbakanın konuşmalarını takiben vatandaşlar büyük gruplar halinde Taksim’e gelmeye başladı. Polisin biber gazlı, tazyikli su dâhil sert tepkisi Türkiye’yi bir daha unutamayacağı bir direnişle baş başa bıraktı.
5 günlük eylemin sonunda Gezi Parkı'na girişe izin verilmesinin ardından kolluk kuvvetleri güveni tekrar sarsan bir eylemle, tepki çeken gaz bombasıyla müdahale etti ancak yine de Taksim meydanında binlerce kişinin toplanmasına engel olamadı. Eylemcilerin sayısının artarak devam etmesi, polisin şiddetini de artırdı. Biber gazı, tazyikli su ve plastik mermi kullanan polisin müdahalesi sonucu durumu ciddi 10 kişi ve yüzlerce yaralı hastanelere kaldırıldı. ‘İnfial’ olmasın diye sosyal medya’da ölenlerin sayısının gizlendiği iddiaları infiale yol açtı. Olaylar önce İstanbul’un çeşitli semtlerine yayıldı. Anadolu yakasından binlerce kişi Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçti ve Beşiktaş’tan Taksim’e girmek istedi ancak polisin sert müdahalesiyle karşılaştı. Sonra olaylar başta Ankara, Bursa, İzmir, Eskişehir, Konya, Afyon gibi yurt içi; Amsterdam, Paris, New York olmak üzere de yabancı şehirlerde ‘Gezi Parkı’na Destek Eylemi’ adı altında yayıldı. Olayların ‘Türkiye'nin Tahriri’ olduğu ve ‘Türkiye'ye bahar geldiği’ yorumları yabancı basın üzerinden sosyal medyada yankı buldu.
Her ne kadar 29 Nisan’daki kararlı tavrını yumuşatıp, Topçu Kışlasında ‘AVM olabileceği gibi şehir müzesi de yapılabileceğini de söyleyen Başbakan Erdoğan’ın sonraki sözleri olayların daha da büyümesine sebep oldu. Kadıköy’de miting yapmayı planlayan CHP’ye hitaben ‘Eğer olay toplumsal hareketse ben kalkarım onun 20 topladığı yerde 200 bin toplarım. Onun 100 bin topladığı yerde, ben partim olarak 1 milyon insan toplarım’ diyerek aksiyon-reaksiyon dinamiğini daha da şiddetlendirdi[19]. İzmir'de bir polisin sahilde oturan bir genç kızın saçını çekerek götürmesi gibi polis şiddeti görüntüleri sosyal medyada büyük tepki toplayınca, Erdoğan eylemlerin altıncı gününde HaberTürk TV’nin canlı yayınına çıktı ve Gezi Parkı protestolarıyla ilgili ‘Bunların hiçbirinin demokrasiyle filan alakası yok. Gezi Parkı'ndaki sökülen ağaçlarla alakası yok… Twitter denilen bir bela var. Abartı, yalanın daniskası burada. Sosyal medya denilen şey şu anda toplumun ve toplumların bana göre baş belasıdır’ diyerek Atatürk Kültür Merkezi'ni de yıkacaklarını ve Taksim'e cami yapacaklarını ifade etti[20]. Hükümetin geri adım atmayacağı ve çatışmanın büyüyeceği artık kesinleşmişti.
Konuşmanın oluşturduğu reaksiyon büyüktü ve eylemin yedinci gününde Taksim Meydanı ve Gezi Parkı'nda yine onbinler toplandı. Göstericilerle polis arasında şiddetli çatışmalarda polisin biber gazı ve tazyikli su kullanması olayların yatışmasına izin vermedi. Bu esnada ilginç bir olay yaşandı. Yoğun biber gazından kaçan bazı göstericiler Beşiktaş’taki Bezm-i Alem Valide Sultan Cami'ne sığındı. Cami müezzinin ve göstericilerin yalanlamasına rağmen içki içtikleri iddia edilen grup Başbakan’ın daha sonra göstericilere karşı oluşturmaya çalıştığı kamuoyunun en önemli söylemsel kozlardan biri oldu[21].
1 Haziran’da İstanbul'da AKP’li bir ilçe belediye başkanının başörtülü gelinine ve onun 6 aylık bebeğine Kabataş İskelesinde yapılan ve basına ‘Gezi eylemcilerinin saldırısı’ olarak yansıyan saldırı yine aksiyon-reaksiyon dinamiklerini ve muhafazakâr camianın toplumlararası güvensizlik duygusunu artıran en önemli olaylardandı. Saldırgan gruptaki kadınların olayın mağdurunu bebeğiyle beraber tekmeleyip herkesin gözü önünde taciz etmesi ve başörtüsünü çekerek ‘Ne geldiyse bundan geldi… Bu sefer devrim yapıyoruz, sen de gideceksin Tayyip de gidecek… Tayyip'i asacağız’ dediği iddiası muhafazakar camianın Gezi olaylarıyla ilgili olumsuz kanaatini pekiştirmişti. Erdoğan’ın tam da bu olay üzerine ‘1 Milyonu evde zor tutuyorum’ dediği iddia edilmişti[22]. Travmatik başörtüsü saldırısı muhafazakârlara göre masum görünen Gezi Direnişinin gerçek yüzüydü ve Türkiye’ye karşı oynanan ‘Büyük Oyun’un bir yansımasıydı. Erdoğan’ın 15-16 Haziran’da planladığı mitingler de tam da bu yüzden yapılmalıydı yani ‘iradeyi milletin ve seçilmişlerin elinden alıp, sokağın emrine vermek isteyenlerin’ planını bozmaya ve ‘Kabataş İskelesi'nde başörtülü olduğu için tekmelenen Z.D.'nin başına gelenler [kendisi tarafından] yaşanmasın’ diye yapılmalıydı. Yine tam da bu nedenle ‘AK Parti'nin Ankara ve İstanbul mitinglerine katılmak bir siyasi faaliyete destek vermek değil’ başta başörtüsü kendi yaşam tarzını korumaya yönelikti[23].
Kabataş başörtüsü saldırısı ertesinde söylendiği iddia edilen ‘1 milyonu zor tutuyorum’ söylemi toplumlararası güvensizliğin pekişmesine neden olan bir yaklaşımdı zira durmak istemeyen harekete geçmek isteyen bir insan seline set olmak kadar karşı gruba verilmiş bir gözdağı da ima ediyordu. 11 Haziran günü Taksim meydanındaki göstericileri dağıtan polis müdahalesi aksi yönde tüm söylemlere rağmen sıradaki hedefin Gezi Parkı olduğu konusunda şüpheleri artırmıştı. 14 Haziran’da Ankara Sincan mitinginde ‘vur de vuralım öl de ölelim’ ve ‘dik dur eğilme’ gibi pankartları açan coşkulu AKP taraftarlarının isteklerini yerine getiren hükümet, 15 Haziran saat 20.55’te direnişinin 19. gününde Gezi Parkı’nı boşalttı. Bu sonucu muhafazakar camianın gözünde ‘normalleştiren’ nedenler Erdoğan’ın özetlediği nedenlerle örtüşüyordu: ‘18 gün boyunca sokak sokak terör estirenlere, benim başörtülü kardeşlerime el uzatanlara, yanında bebeği olduğu halde, hem anneye, hem bebeğe şiddet uygulayan alçaklara, ahlaksızlara, Dolmabahçe Bezmi Alem Validesultan Camisi’ne ayakkabıyla giren, 3 gün orayı işgal edenlere, orada alkol kullanan saygısızlara, hukuk dairesi içinde gereken hesabı mutlaka soracağız’[24].
Metrodan Parka: ‘Toplumu Savunmak Gerekir’
Metro düellosundaki aksiyon-reaksiyon dinamiğini tetikleyen bilişsel kodlama süreçlerini hatırlamak gerekiyor. ‘Lütfen ahlak kurallarına uygun hareket ediniz’ gibi çok anlamlı ve farklı şekillerde yorumlanabilecek, sınırları açık olmayan bir iletişim biçimi; belirsizlik kaynağı olarak ortaya atılan ve düşmanca-makul olmayan, ve yargısal açıdan savunulamayacak makro-sosyolojik bir değişim ima eden belediye uyarısı sıradan bir mesaj olarak değil en kötü varsayımla yaşam-varlık alanına yapılmış açık bir saldırı olarak kodlanmıştır. ‘Metroda öpüşme’ gibi günlük yaşam rutinlerinden biriyle beraber diğer yaşamsal özgürlüklerinin de elinden alınacağı varsayımıyla; kendi kültürel anlam dünyasında tanımladığı ‘ahlaksızlıklara’ ‘Müslüman mahallesinde’ göz yummakla kendisi olmaktan (Müslümanlıktan) çıkacağı varsayımı arasında ailevi benzerliklerin olduğunu görmek gerekiyor.
Gezi Direnişine hükümetin sert tepkisini de kapsayan aksiyon-reaksiyon dinamiklerini tetikleyen süreçler ise şu şekilde oluştu: Gezi Direnişinin bizatihi kendisi çok anlamlı bir hareketti. Sokakta değil parkta bir ağaç etrafında direnenlerin profili bir araya gelmesi hiç düşünülemeyecek farklı kişi ve fikirlerden (LTGB’den anti-kapitalist Müslümanlara) oluştuğundan hükümet grubun-bildik muhalefet partilerinden bağımsız-toplumsal muhalefet gücünü anlamakta oldukça yetersiz kaldı. Gezi Parkı katılımcılarına göre ‘direnişçi’ hükümete göre ‘marjinal ve çapulcu’, seküler entelektine göre ‘haysiyet ayaklanması’ muhafazakar entelektine göre ‘taksim nihilizmi’; devlet aklına göre ‘kaos’, sivil akla göre de ‘karnaval’ olarak okunabilecek bir çok anlamlılık yelpazesi karar alıcıları çok zorladı. Belirsizlik kaynağı olarak düşünülebilecek en önemli girdi ise hareketin ikinci safhasında ortaya çıkan direnişin iki-başlı görüntüsüydü. Hükümetin karşısında bir yanda siyasi sınırları ve sivil-demokratik tanınma talepleri ‘masum’ Gezi Parkı, bir yanda da düşmanca-makul olmayan ve hükümetçe yürütme yetkisine müdahale olarak algılanan (3 ilin valilerinin istifasını, gösterilerde tutukluların serbest bırakılmasını ve 3. Köprü ve HES iptalleri gibi) taleplerle Taksim Platformu ve Taksim meydanını dolduran ‘ambülansçılar’ koalisyonu ve onların bayrak-flama-taş-molotof stratejisi ile yürüttükleri manevra savaşları vardı. Hükümet bu iki grubu ikisini birbirinden ayıramadı. Görüntü de bunu destekler mahiyetteydi: biri yaşam/var oluş tarzlarına haysiyet-saygı mücadelesi verirken, diğeri hükümeti devirmeye kadar giden bir dizi başka talep peşindeydi. Oldukça farklı iki muhatap ile karşılaşan hükümetin kafası haliyle karışıktı ve durum ‘sert’ belirsizlikleri içeren bir süreçti. Bu ortamda kendi ‘koruyucu koza’sına çekilen Erdoğan hükümeti ekonomik, uluslararası, toplumsal ve ontolojik güvensizlik kaynağı olarak 4 farklı alanda en kötüyü varsayarak aksiyon-reaksiyon dinamiğini tetikledi: Türkiye’nin ekonomik başarısına kastetmiş uluslararası ‘faiz lobisi’ ve onun komplike finansal komplo varsayımı; batılı devletlerin stratejik çıkarları paralelinde yayın yapan uluslararası medyanın Türkiye’ye ihraç etmek istediği ‘Türk Baharı’ varsayımı; ‘başörtüsü saldırısı’, ‘camide içki’ gibi olaylarla iyice belirginleşen ve direnişin gerçek niyeti yani mütedeyyin camiaya ve onun kutsalına kastettiği varsayımı; ve son olarak AKP hükümetini devirmeye yönelmiş bir hareket olarak görülen Gezi Direniş hareketi varsayımı. Bu 4 güvensizlik kaynağının belki de en belirleyici olanı AKP ve Erdoğan’ın bizzat kendi varoluşuna karşı duyduğu ontolojik güvensizlikti. Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik tarafından ‘yeniçerilerin kelle istediği’ bir ‘kalkışma’ olarak kodlanan siyasal güvensizlik[25]; Kabataş’taki başörtüsü saldırısını içselleştiren Erdoğan’da ontolojik güvensizlik olarak ortaya çıkıyordu. Bu durum 16 Haziran Kazlıçeşme Miting’inde yaptığı konuşmada gizliydi: ‘Sayın Menderes çok kibardı, çok nazikti. Bu kadar kibar, bu kadar nazik insanı ipe götürdünüz, astınız be vicdansızlar, astınız. İdam ettiniz. Şimdi Erdoğan için de bunu kullanıyorsunuz’[26].
Ne Yapmalı?
Gezi Direnişinin önemli sonuçlarından biri ‘legal Türkiye’nin içindeki ‘reel Türkiye’yi ifşa etmesidir. Ataerkil toplum gramerini, onun moral değer ve tercihlerini ideal bir kamusallığa dönüştürme meraklısı bir Türkiye’nin yerine; farklı yaşam biçimlerinde polarize olmuş, ayrık ve muhalif düşünce kümelerinde yaşadığı gerçeğini artık haykıran bir Türkiye gelmiş bulunuyor. Peki ama bu gerçekle nasıl yaşayabiliriz? Türkiye’nin demokrasi tecrübesinde birçok korku ve güvensizliğin kaynağı olan (siyaseten kurucu olsa da sonuçları itibariyle oldukça yıkıcı) dost-düşman ayrımını ülke gündeminden çıkarmak, toplumlararası güvenlik ikilemini besleyen süreçlere karşı hassas, dengeli değerlendirmeler ve politikalar üretmekten geçer. Bu değerlendirme ve alternatif politikaları nasıl üreteceğimiz başka bir yazının konusu ancak böylesi bir çabanın içine girmek her şeyden önce asimetrik toplumsal güvenlik arzının iç siyasi mücadelelerin ana hatlarını nasıl oluşturduğunu görmemizi sağlayacaktır. Daha kapsayıcı bir kamusal alanı mümkün kılan, tüm sivil özgürlükleri güvence altına alan ve daha fazla siyasi katılım sağlayan yeni bir toplumsal sözleşmenin gerekliliği uzun zamandır kabul edilen bir gerçek. Bununla beraber, Gezi Direnişi sorunların sadece liberal kurumsal-legal bir yeniden yapılandırma kolaycılığı ile de çözülemeyeceğini göstermiştir. 11 Eylül sonrası özgürlük ile güvenlik arasında ters orantı olduğuna inanmaya başlayan tanıdık liberal-özgürlükçü sistemlerin ‘uygarlık sürecini’ adeta geriye saran pratiklere nasıl savrulduklarını hatırlamak sanırım yeterli olur. Her şeyden önce yapılması gereken Türkiye’de iktidarın, muhalefetin, medyanın ve hatta akademisyenlerin her sıkıştıklarında başvurduğu siyaset ve toplumu güvenlikleştiren söylem ve politikalardan vazgeçmeleri şart. Yeni karşılaştığı talepleri tehdit olarak kodlayan ve algıladığı tehdide tehdit söylemiyle karşılık veren bir siyaset mantığı oldukça sorunludur. Hele toplumu ‘bizden ve bizden olmayanlar’ şeklinde öfkeyle ayırıp halkanın dışında kalanları ‘hainlikle’ suçlamak çok tehlikeli bir tavır. Fay hatlarında istediğini yapan öfkeli bir ‘makas memuru’ tren kazalarına davetiye çıkarır. Ancak bunun yanında, kimlik-körü bir liberalliğin ya da ırkçı söylemlerle muhatabını dışlamaktan-küçümsemekten (‘makarnacı-kömürcü’, ‘bidon kafalı’, ‘göbeğini kaşıyan’ ‘etobur İslamistan’ vb.) başka politik bir tavır geliştiremeyen laik-seçkinciliğin yerine, yeni bir muhalif-siyasallığa, yeni bir demokrasi kültürüne duyulan ihtiyaçta ortadadır. İktidarın Gezi Direnişi etrafında ürettiği kültürel tehdit grameri, (saptırılmamış) demokratik iletişim süzgecinden geçmelidir ki güvenlik ikileminin doğurduğu cebir ve şiddet sarmalı yerine taraflar müzakere ve diyalog yoluyla kendilerini gerçekleştirsin.
Gezi Direnişi ve etrafında şekillenen yeni muhalif tavrın en önemli politik gücü onun alternatif siyasallığında gizlidir. Formel siyasette muhalefet gücü olmamasına, hatta reel toplumsal bir buluşmaya da tekabül etmemesine rağmen Gezi Direnişinin sivilliği dönüştürme ve siyaseti etkileme potansiyeli küçümsenmemelidir. Direnişin sağ siyasetteki yansımaları sadece emir kipinde konuşmaları azaltmış olmasında yatmaz tabi. Gezi Direnişçileri Türk siyasasının en önemli yapı taşlarından biri olan Biz-Onlar ayrımını sökme yolunda önemli bir başarıya imza atmış, bu konuda rüştünü ispatlamıştır. 15 günlük bir süre zarfında da olsa, siyaseti güvenliğin demir kafesine mahkûm eden mimli ‘dost-düşman’ ayrımına ve onun günlük siyasetteki tüm yansımalarına meydan okumuştur. Yukarıda aktarılan ve muktedirlerin içine düştüğü ontolojik güvensizliğe inat Gezi direnişçileri psikososyal güvensizlikleri aşmış ‘hümanistik paylaşım’la Ötekileriyle parkta buluşmuş, zor şartlarda günlük hayatlarını yaşamaya başlamışlardı. Katılımcılardan birinin sözleri durumu özetliyordu: ‘Parka bakıyorum sanki yıllardır birbirimize platonik aşıkmışız da şimdi açılmışız gibi’[27]. Başından beri o meşum (Schmittian) tuzağı hissetmiş ve oldukça basiretli, sivil ve sabırlı bir tavırla dost-düşman siyaseti değil bir arada yaşa(t)ma pratiğini hayata geçirmiştir. Gezi direnişçileri aksi tüm medyatik kışkırtmalara, siyasi partilerin ve gayr-ı sivil STK’ların direnişin dilini ‘devşirme’ çabalarına ve hatta kendi sınıfsal-kültürel (laik burjuva) reflekslerine de direnmiştir (piyano resitali esnasında ezanın bitmesini beklemek gibi). İslamcı kadın yazar Yıldız Ramazanoğlu’nun ifadesiyle ‘Gezi Parkı, başörtülü kızların huzur ve emniyet içinde oldukları, hiçbir tacize uğramadıkları veya yan bakılmadıkları bir yerdi’[28]. Direnişini ayrıştırıcı değil kuşatıcı ve zeki bir mizah diliyle yaymak, kamu malına zarar verenleri durdurmaya çalışmak, Başbakana sövenleri dışlamak, fanatiklerin nefretini duvardan silmek, kendileri gibi direnen mütedeyyin göstericilerin ibadetlerine alan açmak, kandil simidi dağıtmak ve tesettürlü tesettürsüz kadına yönelik şiddeti hazmedememek yeni bir toplumsal dilin habercisidir[29].
Gezi Parkı Direnişi, Türkiye soluna da hitap eden üç önemli mesaj geliştirmiştir. Birincisi, Gezi Parkı Direnişi orta-sınıf kentlilerin sıklıkla söylemeye başladığı milliyetçi (hatta faşizan) tonlar içeren ‘Kürtler sosyal hayatı bozuyor’ inancına ve Kürt kimliğini ‘tanıyarak-dışlama’ pratiklerine katılmayan yine orta-sınıf bir kesimin olabileceğini göstermiştir. Direniş kentlilere Kürt meselesiyle ilgili özeleştiri yapma imkanı tanımış ve direnişçilerin 2 haftadır yaşadıkları devlet şiddetini yıllardır yaşayan Kürtlerle daha fazla empati kurma imkanı vermiştir[30]. Gezi deneyimi aynı şekilde genç Kürtler için de kentli-burjuva sınırlarına rağmen etnik aidiyetin ötesinde kentle bütünleşme, sorunlarına sahip çıkma imkanı vermişti. Bu buluşmanın sürpriz getirilerinden biri de Kürtlerin ve Türklerin semboller siyasetini aşma vasatı vermesindeydi. Genç bir Kürt protestocu ‘Kürtlerin tabusu’ olarak görülen Türk bayrağını ‘benimsedim, sahiplendim ve ben de dalgalandırdım’ diyebilmişti[31]. Bu durum özellikle BDP’nin parti program ve tüzüğünde uzun zamandır var olan ‘Türkiyelileşme’ söylemini eyleme dökme gerekliliğini bir kez daha göstermiştir. Sırrı Süreyya Önder gibi kentli sınıfların günlük yaşamsal endişelerini bilen, dilini konuşabilen ve Kürtleri Türkiye kamuoyuyla daha fazla birleştirebilen sembol isimlerin Gezi Parkı Direnişine katkıları ortadadır. Gezi Parkı’nın Kürt direnişçilerinden birinin ifadesiyle Süreyya Önder’in tavrı kendisinde ‘direniş tohumlarını atmıştı’[32]. İkinci mesajında Gezi Direnişi Türkiye’de sivil toplumun üzerindeki ataletin ne sadece yapısal-tarihsel şartlara ne de ‘korku duvarı’ gibi psikolojik kategorilere indirgenmemesi gerektiğini göstermiştir. Başka bir deyişle, Gezi Direnişi Türkiye sivil toplumu üzerindeki ‘jelatinimsi’ çeperi yırtmak için ne ‘tarihsel şartların olgunlaşmasına’ ne de sınıf temelli keskin ayrışmalara ihtiyaç olmadığını göstermiştir. Kamusal görünürlülük ve etkinlik için özgün-eylem biçimleriyle kendini gerçekleştiren sivil bir muhalefetin oldukça etkili olabileceğinin işaretlerini vermiştir. Üçüncü mesajıyla Gezi direnişi, çoktan ‘sağduyu’ haline gelmiş neo-liberal ideolojinin (başta muhafazakâr versiyonu) çeşitli politik taktiklerine karşı oluşturduğu etkin tepkinin kendine özgün strateji ve gramerini kamuoyunun dikkatine sunmuştur. Gezi hareketinin gündelik hayatın sorunlarını ve politika yapmanın zorluklarını siyaset-dışı diliyle, hayal-kurgusuyla ifade etme çabasını ‘podyumlaşma’ veya ‘fiktif buluşma’ gibi ‘yanlış bilinç’ ürünü çıktılar olarak görenlere inat, bu çabanın yeni sosyal ve politik mücadele alanları açtığını tüm Türkiye’ye göstermiştir.
Bundan sonra artık Türkiye’nin önünde iki seçenek görünüyor. Ya cumhuriyet tarihi boyunca sıklıkla yaptığı şeyi yapacak yani farklı yaşam tercihlerini güvenliğin ve kültür savaşlarının nesnesi haline getirip tüm enerjisini heba edecek; ya da o hayranlık uyandıran genç, dinamik direniş ruhunu, mizah anlayışını ve farklı yaşam pratiklerini bir araya getirme potansiyelini daha radikal ve daha sivil bir demokrasinin harcına katacak.
* Doç .Dr., Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. Eleştiri ve önerileri için Ali Balcı ve Ahu Kardaş’a teşekkür ederim.
[1] http://www.twitlonger.com/show/n_1rkulro.
[2] Bu kültür savaşlarından birinin analizi için Tuncay Kardaş (2012) ‘No Laughing Matter: Visualizing Turkey’s Ergenekon in Political Cartoons, Middle East Critique, 21(2).
[3] John Herz (1950) ‘Idealist Internationalism and the Security Dilemma’, World Politics 2(2) 157-180.
[4] Paul Roe (2005) Ethnic Violence and the Societal Security Dilemma, New York: Routledge. Paul Roe (2002) ‘Misperception and Ethnic Conflict: Transylvania's Societal Security Dilemma’, Review of International Studies, 28(1), 57-74.
[5] Roe, Ethnic Violence, ss 8-16.
[6] Bu çekişme sadece içerisi ile sınırlı olmamış, dış politikada da kendisine karşılık bulmuştur. Bu konuda Kürt hareketi örneği üzerinden yapılan yakın dönemli bir çalışma için bkz. Ali Balcı, (2013) ‘The Kurdish Movement’s EU Policy in Turkey: An Analysis of a Dissident Ethnic Block’s Foreign Policy’, Ethnicities, (yayımlanacak). Kapsamlı tarihsel bir analiz için bkz. Nebi Miş (2012) Türkiye’de Güvenlikleştirme Siyasetleri: 1923-2003, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Sakarya Üniversitesi.
[7] İlk sonuçlar için bkz. ‘Türkiye’de Toplumlararası Güvenlik İkilemi Paneli’ 7. Guvenlik Akademisi, UİK, 19-23 Aralik 2012 Ilgaz.
[8] İlk sonuçlar için bkz. ‘Inter Societal Security Dilemma in the Middle East’, METU IR Conference, Ankara, Turkey, June 2012.
[9] http://siyaset.milliyet.com.tr/erdogan-bu-gencligin-tinerci-olmasini-mi-istiyorsunuz-/siyaset/siyasetdetay/06.02.2012/1498747/default.htm (26 Haziran 2013)
[10] http://siyaset.milliyet.com.tr/erdogan-bu-gencligin-tinerci-olmasini-mi-istiyorsunuz-/siyaset/siyasetdetay/06.02.2012/1498747/default.htm (24 Haziran 2013).
[11] Emre Tansu Keten, ‘Mesele Haysiyetimiz’, Radikal 2, 23 Haziran 2013, s. 11.
[12] http://siyaset.milliyet.com.tr/erdogan-bu-gencligin-tinerci-olmasini-mi-istiyorsunuz-/siyaset/siyasetdetay/06.02.2012/1498747/default.htm (24 Haziran 2013).
[13] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=23520443&tarih=2013-06-16 (17 Haziran 2013).
[14] Gülse Birsel, Hürriyet, 02 Haziran 2013, s.2.
[15] Haber Türk, 26 Haziran 2013, s. 17.
[16] Hürriyet, 26 Mayıs 2013, s.8.
[17] Hürriyet, 02 Haziran 2013, ss 22-23.
[18] Emre Tansu Keten, ‘Mesele Haysiyetimiz’, Radikal 2, 23 Haziran 2013, s. 11.
[19] Hürriyet, 02 Haziran 2013, s. 23.
[20] HaberTürk TV, 03 Haziran 2013.
[21] Radikal, 21 Haziran 2013, s. 1.
[22] http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AbdulkadirSelvi/basbakanin-sozunu-ettigi-gelin/38114 (17 Haziran 2013).
[23] http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AbdulkadirSelvi/basbakanin-sozunu-ettigi-gelin/38114 (17 Haziran 2013).
[24] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=23520443&tarih=2013-06-16 (17 Haziran 2013).
[25] Hürriyet, 09 Haziran 2013, s. 24. Ontolojik güvensizliğin bireysel-psikolojik kaynakları için Ronald D. Liang (1965) The Divided Self, London: Penguin ss. 39-64.
[26] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=23520443&tarih=2013-06-16.
[27] Aktaran Sibel Çakır, ‘Gezi gençliğine ruhsal biyopsi’ Radikal 2, 23 Haziran 2013, s. 8.
[28] http://t24.com.tr/haber/yildiz-ramazanoglu-divan-otelinin-sahibi-olsam-ben-de-kapilarimi-siginanlara-acardim/232598 (24 Haziran 2013).
[29] Hürriyet, 09 Haziran 2013, s.26.
[30] Nehir Banaz, ‘Bizi tanıyorsunuz’, Radikal 2, 23 Haziran 2013, s. 12.
[31] Serhat Baş, ‘Çapulistan direnişi’, Radikal 2, 23 Haziran 2013, s. 11.
[32] Baş, ‘Çapulistan direnişi’.