Hep sorulur, sorulmaya da devam edecektir; nasıl yaşatılır değerler? Büyük çaresizliğimiz, değerler kendi başlarına yersiz yurtsuzdurlar. İcracılar, failler gerek; değerleri yorumlamakla yetinmeden onların görünürlüğüne, etkinliğine emek veren, bir yerinden başlayıp üretebilen, yapabilen insanlar gerek. Ulus Baker’in toplumu, insanı, yaşamı, iletişimi, duyguyu, imajı ve aygıtı yorumlarken, bunu hep bir bakış açısı kazanmanın önemine binaen, bir değer olarak ortaya koyduğu bilinmelidir. İlgisi dâhilindeki çoğu şeyi siyasete bağladığı, yaşama içkin bir değer olarak siyaseti dostlar arasında, dostluklar örgütleyerek ve dostça icra etmeye gönül koyduğu bilinmelidir. Bunun yanında Ulus Baker, muhtelif örgütlenmeler içinde en görünür olanı Körotonomedya oluşumuyla ve yine dostları ile birlikte minör otonomi yolculuğuna / otonom bir yolculuğa çıkmış, mental düzeyde çokça emek verdiği, üzerine çokça düşündüğü, yazdığı, anlattığı Spinoza, Marx ve Deleuze’ü pratiğe dökmenin yerel ama evrensel ölçekte geçerli adımlarını atmıştı. Komünalizm, otonomi, çokluk ve devrimci oluşlara bağlanma mefhumlarını, parti, temsil, demokrasi, kamuoyu gibi mefhumların karşısına koyarak, siyasal alanın kanaatler ve imajlar üzerinden değil de duygular / duygulanımlar temelinde genişlemesinin olanağını birey, grup ya da toplum gibi bireyliklerde aramıştı. Artık herkesin her ediminin “kamusal” ve “siyasal” gerçeğinin / yansımasının olduğunu bilmesi gerektiği günümüzde Ulus Baker, tekillikler “arası” ilişkileri “duygular” gibi bir ortak olanla anlamaya ve anlatmaya çalışmıştı. Düşüncesi ve pratiğiyle, dünyadan ve gerçeklerden uzak bir “anomali” addedilmeye yumuşak yapısı inkâr edilemezse de, biz bu yumuşaklıkta, hep gelişmeye / geliştirilmeye olanaklı felsefi bir ilke, bir dünyalılık, yaşamsallık bulmalıyız, katılığın, sertliğin, kurumuşluğun ölümü / ölmüşlüğü tınladığını hatırlayarak, Baki’yi zorla tasavvufa adamayıp, dünyaya, yaşama ve insana yorarak.
Böyle düşündük, böyle koyulduk yola. Ölümünün ardından, onun ismini, fikriyatını, duygusunu yaşatmak için, öğrencileri ve dostları olarak her yıl düzenlediğimiz buluşmalara, bu ortak duyguyla bir halka daha ekledik. Hâlâ güncelliğini koruyan Gezi Direnişi ve dünyanın bilinen yerlerinde ortak bir hikâyeyi anlatan otonom mücadeleler, çokluk temelli isyanlar, ana medyaya alternatif medyayla direnişler ve temsile sığmayan / temsilin de sıkıştıramadığı yeni siyasal hareketler, Ulus Baker fikriyatının ve bizatihi öngördüğü yolculuğun seyrine düştü, bu seneki buluşmaya konu etmeye karar verdik ve üst başlığımızı “Çokluğun Direnişi - Direnişin Çoğulluğu” olarak belirledik. Otonomi fikri ve pratiğinin Gezi Direnişi gibi “olay”larda aktüelleşme biçimlerini, benzer tekillikler arası yakınlaşmaların yarattığı imkânlarla yeni olası “direniş”leri tartışmak, bu kolektif deneyimlerin kavramsallaştırılmasına, mümkünse de ortak tahayyüllerin siyaseten örgütlenişine bir nebze katkı sunmak istedik. Geçen seneki buluşmalardan farklı olarak iki ay öncesinden genel bir çağrı yaptık ve ilgili, dertli, sevdalı herkesi davet ettik. Mesela Serazer Pekerman, Ali Rıza Taşkale ve Nabermedya bu çağrıya kulak verip geldiler, destek verdiler. Biz de bir yandan öncelikli konuları, bu konularla ilgilenen kişileri ve seçtiğimiz konuları nasıl, ne biçimde tartışacağımızı belirledik. Meselenin kavramsal temelini, tarihini, küresel gerçeğini anlamak adına anlatısı bol “oturumlar” ve kafamızdakileri, olup biten somut örnekler üzerinden değerlendirmek için tartışması bol “forumlar” öngördük. Önceki senelerde de yapmayı istediğimiz, tam olarak başaramadığımız bu forumları, ortamı daha etkileşimli, tartışmacı, duygusu ve heyecanı yüksek, daha kolektif bir hâlde yaşamak gibi bir temenniyle biçime dâhil ettik. Daha önceki buluşmalarda sıkıntısını çektiğimiz bir başka şeyi, Ulus Baker’in düşüncelerinin bilinmemesi, konu edilmemesi, ilişkilendirilmemesini de bu forumlarla aşmaya yöneldik, çağrı metnimize üst başlığımızla ve oluşturduğumuz içerikle ilişkili bazı Ulus Baker metinlerini okuma önerileri olarak yerleştirdik. Her şey, derli toplu bir konuyu enine boyuna görebilmek, teorisi ve pratiğiyle önümüze koyabilmek, bu bağlamda yeni düşünceler filizleyebilmek ve bunlar etrafında minör örgütlenmeler kurabilmek içindi.
“Otonomi ve Çokluk” başlıklı ilk oturumda Otonomi Yayıncılık ve Dergisi çevresinden kıymetli dostları, yıllardır özellikle bu konulara emek verenler olarak aramızda görmeyi, kavramlar ve olgular üzerinden meseleyi çok yönlü sunmalarını ve üç gün sürecek buluşmaya teorik bir zemin hazırlamalarını bu yüzden istedik. Münevver Çelik, Sinem Özer ve Cengiz Baysoy, bunu hakkıyla yaptılar ve yeni siyasal / toplumsal hareketlere hem kavramsal düzeyde hem de Zapatistalar’dan Gezi’ye dünya örnekleriyle getirdikleri açıklamalar, değer teorisi, temsil sorunu, ortaklık, ifade arzusu ve komünalizm konularıyla birlikte geldi. Bu oturumda güzel olan şey, Ulus Baker fikriyatının işlenebilmiş, tartışılmış olmasıydı ki Cengiz Baysoy oturumu, “Ulus abi bizim ‘ortak olan’ımızdı” diyerek başlattı. 1960’lardan başlayan özne, temsil, diyalektik ve aşkınsallık krizine, günümüze dek yapılan müdahale ve mücadelelerin olduğunu, Gezi Direnişi’nin de böyle bir müdahale olarak okunması gerektiğini önerdi. Krizin siyasal ölçekte dönüp dolaşıp “temsil”le birlikte ortaya çıktığını, Deleuzecü -aynı zamanda materyalist- bir perspektiften temsil, yasa ve ahlakın, siyasalın ve toplumsalın kurucu gücü olan her türlü tekilliği, bu tekilliklerin kudretlerini, içkinliği, çokluğu, farkları, özgürlüğü ve hepsiyle birlikte bir olumlama pratiği olan etiği bastırdığını hatırlattı. Temsille beraber gelen tahakküm ve sömürünün karşısında isyanın, otonom direnişlerin, bedenlerin bizatihi kendilerinin bir “ifade” arzusuyla dikeldiklerini, siyasal özgürlük kavgalarının da bu suretle etik niteliğinin olduğunu, etik derken de emek, hak ve kudretin muhakkak ki içinde olduğumuzu, yine de bunları bir parti ideolojisi ya da özne kurucu bir iktidarla değil, toplumsal düzeyde ücretli olmayan / canlı emekteki güçle, bir sınıfsızlaş(tır)mayla anlamak / uygulamak gerektiğini, “ortak olan” olarak ortaya koydu. Münevver Çelik de buradan devam etti ve meseleye, Marksizm’den değil Marx’tan katkılar sundu: Gezi Direnişi’nin bizi bir paradigma değişimine zorladığını, sabit bir sınıf arayışından vazgeçmeye ittiğini, buna istinaden emeğin kendisini bir değer olarak olumlamasının, sermayeyi krize sokmasının, gerçek ve biçimsel tahakkümü aşmasının, devletle egemenlik ilişkisinden, ücretlileşmeden ve mülk hâline gelmeden elbirliğiyle kaçmasının mümkün olabileceğini, bunun da otonom direnişler olarak toplumun bütününe yayılıp kitleselleşebileceğini, bir çokluk yaratabileceğini, Marx’ı da emek çatısından okuduğumuzda bu durumu elbette tespit edebileceğimizi, Marx’ın “emeğin nesnelliği” dediği şeyin emeğe dair bir ölçülemezlik, bir otonomluk, bir özgürlük sunduğunu hatırlattı. Gezi Direnişi gibi bir deneyimin bize böyle bir imkânın somut örneğini verdiğini, bu yüzden de “devrim” gibi bir olgunun “kendiliğinden” ya da “aşamalardan sonra” değil de “şimdi burada” başladığını / başlayabileceğini ve belki de ancak böyle gelebileceğini ortaya koydu. Sinem Özer’in, yeni siyasal / toplumsal hareketler derken gerçekten “yeni”, “alışılmamış” olanın ne olduğuna ilişkin tespitleri vardı. Bunların başında, politik öznelliklerin üretiminde / kuruluşlarında çıkar yerine farkın, temsil yerine ifadenin ve temsiller arası ittifakların yerine tekillikler arası elbirliğinin koyulması geliyordu. Bu “yenilik”, Gezi Direnişi ve dünyanın diğer yerlerindeki otonom hareketlerin “ortak olan”larından biriydi, birbirleriyle buradan bağlanıyorlardı. Bunun yanında Gezi Direnişi’ne has olanın, bizim direniş geleneğimizden ayrılması ve kendisini oluşturan tekilliklerin “ortak olan”a sahip çıkabilmesi, bir çokluk olarak tezahür edebilmesindeydi. Özer’e göre Gezi Direnişi’nin ifadesi de bu yeni politik ufka duyduğu özlem ve arzuydu. Bu arzu, Spinoza’da güç, Marx’ta ise canlı emek olarak sürekli bir pratiğin, devinimin, üretimin, etkileme ve etkilenimin temeliydi; eyleme kudretinin artıp azalması varlığa siyasal niteliğini ve biçimini veriyordu ki siyasal eylemlilik, genel zekâda bir mücadele birikiminin sonucuydu, kendiliğinden olduğu kadar geçmişi de vardı, tekil olduğu kadar çoğul olarak da ortadaydı. İki düşünürü böyle birlikte okumak, bugünün gerçeğini anlamak ve onunla baş etmek yönünde yeni bir “ortaklık” imkânı ve “neşe” veriyordu. İşte böyle özetleyebileceğimiz bu sıkı oturum, hem Ulus Baker’in öne çıkardığı düşüncelere can gelmesi adına, hem de otonomi ve çokluk fikrinin mahiyetinin ziyadesiyle önemsenmesi adına gerçekleştirildi ve hem ardı sıra yapılan tartışmaya, hem de diğer oturum ve forumlara uzandı. Umuyoruz ki başka yerlere de uzanır.
Halkların Demokratik Kongresi, yakınımızda cisimleşen çokluk deneyimiydi; sevgili Çağdaş Yusuf ve Fırat Çağlıyan’ın da önerileriyle, bu deneyimi tartışmanın güzel olacağını düşündük. Bir “hareket” olmasını, yeni bir siyasal söylem ve “perspektif” benimsemesini ve bu perspektifin sunduğu ortak olanın kudretini, sosyalist Kürt Hareketi ile Türk sosyalizmini “yeni bir hatta” ya da “yeniden” birleştirmesini, yatay örgütlenme kurmasını ve azınlıkları çoğaltması imkânını önce hareketin içindekilerden kısaca dinlemeye sonra da hep birlikte tartışmaya çalıştık. Gönlümüzden geçen, üst başlığımız ve genel bağlamımız dâhilinde HDK’nin “yeni”liğini ve “hareket”liğini onun örgütlenme, direniş ya da ortak olan öngörüleri üzerinden ele almaktı. Böyle olmadı ama Fatma Gök, belki vakitli ve gerekli başka bir konuya, HDK’nin genel işleyişine, yerel yönetim pratiklerine ve alttan / yerelden başlayıp demokratik bir çatıda buluşma olanağına değindi. Kadınların görünmeyen emeğine ve siyasal, ekonomik ve kültürel boyuttaki baskılanışına ziyadesiyle vurguyla devam etti ve Ferdan Ergut, meselenin gerçekten de bir tanınma ve görünme meselesi olduğunu ama tarihsel derinliği olan tanınma siyasetinin tüm etnik, cinsel, türsel ve sınıfsal boyutlara doğru uzandığını, “milliyetçilik”, “asimilasyon”, “soykırım” ya da “yok saymaya” karşı HDP üzerinden geliştirilmesi gereken taktiklerin “şekil” ve “tarz” açısından değerlendirilmesi gerektiğini, kapitalizmin eklemlendiği ulus-devlet idealinin ve şimdi de AKP iktidarının hegemonya kurduğu her alanda da “karşı taleplerin artması”nın, çoğulculuğu kurmak, farklı mağduriyetleri ve farklı hakikatleri “tanımak”, bu zeminde siyaset yapmak için elzem olduğunu belirtti. Bu anlatılanlara istinaden, Kürt Hareketi’nin Gezi Direnişi’nde “yetersiz” kaldığı yönünde sıkça duyduğumuz eleştiri yinelendi ve aynı şekilde Fatma Gök, tam tersine Gezi Direnişi’nde oluşan geniş mutabakatın HDK’de cisimleşen ve amaçlanan bir örgütlenme modeli olduğunu yineledi. Forumun bir diğer dikkat çeken tartışması, Cengiz Baysoy'un Ferdan Ergut’a yönelttiği bir soruyla oluştu. Baysoy, Van'da açlık grevine başlayan depremzede aileler örneğini hatırlatarak, talep siyasetine bir son verilmesi ve iktidardan beklenti içinde olunmaması gerektiğini, aksi halde bunun bir acziyet biçiminde yorumlanma tehlikesinin olduğunu, ama tam tersine Van halkının ve BDP'li belediyelerin, mağdur ailelerin zararlarını tazmin edebilmesi durumunda bunun bir kudret ifadesi olarak değerlendirileceğini savundu. Baysoy’a göre tepkisel olup her şeyi iktidardan beklemek yerine otonom üretim, imkânların kullanımı, otonom bölgeler oluşturabilmek çok daha önemliydi. Konu, HDK’nin partiye evrilmesine, seçimlerin önemsenmesine, liderlerin -en azından temsilcilerin- ve temsillerin gerekliliğine varınca, tekstil işçisi arkadaşımız Tayfun, Ulus Baker’in “ÖDP Parti mi Hareket Mi?” yazısını hatırlattı ve eski bir tartışma, yine önümüze geldi.
Türkiye’de demokrasinin -ve bu yönde diri kalan- sekülarizmin, bununla beraber de çoğulculuk anlayışının yaşamasında zaten yıllardır önemli rolü olduğunu düşündüğümüz Aleviler, Gezi Direnişi’nde de kitlesel olarak görünmüş, hatta direnişin ülke geneline yayılmasında etkili olmuşlardı. Alevilik, ve onunla beraber Türkiye’de Sünni İslam’ın kurduğu siyasal hegemonya, din, inanç ve kültür meselesi azınlık hâlleri üzerinden muhakkak konuşulmalıydı. Böyle bir niyetle düşündüğümüz oturuma, kolaylaştırıcı olarak da destek veren sevgili Eren Barış’ın önerisi doğrultusunda öncelikle Kazım Ateş’in destek verebileceğini düşündük, o da biz de çok memnun olduk ki Ateş, hegemonik milliyetçi, seküler ya da dinsel söylemlerin Aleviliği nasıl kurduğunu önümüze koydu. “Halk” kavramını sorunsallaştırdı ve Aleviliğin ele alınışında üç büyük temsili -etno-kültürel milliyetçilik, İslamcılık ve AKP söylemi- Lacancı bir perspektiften analiz etti, eleştirdi. Etno-kültürel milliyetçiliğin, Aleviliği kolektif bedene dâhil ederken otantik benliğini Alevilikte bulduğunu söyledi. Cumhuriyetin krizinde de Alevileri hatırlattı; 1915 Ermeni Tehciri, Koçgiri, Dersim, Hatay gibi. Ateş’e göre bu yaklaşım ve müdahaleler, nevrotik bir söyleme sahiplerdi, ki Aleviliği bastırmayı denediler. İslamcılık ise, Aleviliği dışarıda tutmuştu ve psikotik bir söylemi vardı; Necip Fazıl’ın Dersim’i ele alış şeklindeki din mazlumları kategorisi, buna bir örnekti. Bugünü anlamak açısındansa Alevilere AKP dönemindeki yaklaşıma bakmak gerekmekteydi ve AKP’nin söylemi fetişistti. Yani AKP, “Alevileri, Sünni değil ama Sünni’ymiş gibi” görmek istiyordu, onları hem varlar hem yoklar gibi bir söyleme yerleştirmek, halk inşasını / populizmi seküler-dinsel antagonizması üzerinden kurmak istiyordu. Tüm bunlar konumuzla dolaylı olarak ilişkiliydi ama asıl önemlisi Ateş’e göre Gezi Direnişi, böyle bir populizmin dışladıklarının direnişi olarak da anlamlandırılabilirdi. Aslında daha öncesinde Besim Can Zırh, “Gezi Bir Alevi İsyanı mı?” sorusuna cevap aramıştı; Alevilik ve Sünni hegemonya gerçeğini, Alevilere yönelik devlet siyasetini, yıllardır çalıştığı konulardan süzdüğü kronolojik örnekler üzerinden analiz etmişti. Zırh’a göre ortada bir direniş gerçeği vardı ama aynı zamanda da Alevileri, tıpkı Kürtlere ya da sosyalistlere yapıldığı gibi bir “günah keçisi” yaklaşımı da söz konusuydu. Misyoner faaliyetleri, siyasi elit sorunu ve Ergenekon süreci olarak adlandırdığı üç bölümde AKP dönemindeki Alevilere yönelik siyaset, bunu gösteriyordu. Aleviler, Gezi Direnişi sürecinden sonra uluslararası yayınlarda / haberlerde “Şia” olarak temsil edilmeye başlanmıştı. 1990’larda kentlere göçleriyle, gecekondularda yaşamalarıyla, edindikleri mülkler nedeniyle rahatsızlık yaratıyorlardı ve bugün kentsel dönüşümle Alevilerin yaşadığı alanlarda bir mülksüzleştirme girişimi söz konusuydu. Kısacası Zırh, Alevilerin sürekli bir tehdit olarak görüldüğünden bahsetti ve Gezi Direnişi’ni bir Alevi isyanı olarak görmenin AKP’nin işine gelmesi gibi bir sıkıntının olduğunu gösterdi. Sondan başa ilerledim; ilk konuşmacı Mustafa Şen’di. Aslında Mustafa hoca, “Alevilik, Sekülarizm ve Çoğulculuk” başlıklı bir oturum henüz belli olmadan, hegemonya ve çokluk mefhumlarını birlikte ele almak istediğini belirtmişti. Denk geldi, “Hegemonya ve Çokluk: İki (Farklı) Bakışın Buluşma İmkânları” başlıklı konuşmasında bu kavramların siyaset felsefesinde ele alınışlarına değindi ve bu ikisinin, hem kavramsal olarak hem de aktüel halleriyle birbirine muhtaç olduğunu savundu. Ortada gerilimli bir ilişki vardı ve yeninin, değişimin, başlangıcın imkânı da siyaseten buradaydı. Oturumun özeline, böylesi bir imkân üzerinden bağlandı, meseleye bir giriş yaptı. Dikkat çektiği nokta, Alevilerin ve Alevi kurumlarının iktidarı hedefleyen bir siyasetlerinin olmadığıydı. Aksine, Alevi-Sünni çatışması üzerinden muhalefet örmenin, muhalefetin önünü kapatacağını belirtti.
İkinci güne yine teorik çerçevenin genişlemesi, düşünsel araçlarımızın zenginleşmesi niyetiyle başladık ve konuşmacılar, daha ziyade meselenin “direniş” boyutuna yoğunlaşıp, direnişin yaratımla ve yenilikle ilişkisini tartıştılar: Bir direniş olarak ele alındığında Gezi olayları neye, nasıl direnmekteydi? Direnişlerin yüzyılımıza özgünlüğü yanında kadim bir erdeme uzanan kökleri de var mıydı? Konuşmacılar, bu ve benzer sorularla iç içe geçen “direniş” kavramının, devrim ya da isyan gibi diğer kavramlarla birlikle sorunsallaştığı bir düşünce hattına yoğunlaştılar. Nazile Kalaycı, “Hakikat Kavgası: Bir Parrhesia Olarak Gezi Parkı” adlı daha önce yayımlanmış bir yazısında temellerini attığı Gezi Direnişi değerlendirmesinde, karşı-enformasyonun direnişle olan hassas ilişkisini Foucault’nun “parrhesia” kavramı ışığında ele aldı: Toplumun her kesimini ayrı ayrı rahatsız eden yalanlar vardı ve bu yüzden direniş, bir çokluk’a dayanıyordu ki iktidara rağmen hakikat söylenmeliydi ve bunu yapmak, yurttaşlığı, siyasallığı ve etik olmayı birlikte içeren bir “olay”dı. Süreyyya Evren, Gezi Direnişi'nin, Occupy hareketi, Tahrir ve 68 Olayları’yla rabıtalarını, benzerliklerini ve farklılıklarını tartıştı. Son olarak Ali Rıza Taşkale, Gezi Direnişi bağlamında zaman kavrayışının direniş ve devrim kavrayışıyla olan ilişkisinin ve aslında daha genel bir perspektiften siyaset felsefesinin ontolojiyle olan derin ilişkisinin altını çizdi: İsyan bize gösteriyordu ki tarih, insanların, zorunlulukla bir şeyin devamı olmayan şey olarak yeni başlangıçlar, yeni olaylar yaratabileceği siyasal bir sahneydi. Bu oturumun kolaylaştırıcısı sevgili Emre Koyuncu’nun girizgâhı da, bu özette yer alacak kadar önemli duruyor. Emre, Deleuze ve Guattari’den yola çıkarak, “iletişim” ve “yaratım”ın neden karşıt iki mefhum ve pratik olduğunu hatırlattı: Herkesin hemfikir olduğu bir yanılsama günümüze hükmetmekte, yeterli “iletişim” kuramadığımız bir tespit hepimize dayatılmakta; her sorun bu “iletişimsizlik”e bağlanmakta, böyle olunca da tüm çabamız, pozisyonların karşılıklı konsolidasyonundan öteye geçmemekte; en fazlası, karşı da olsa enformasyonların paylaşımına, pekiştirilmesine varmaktadır. Oysa Deleuze ve Guattari, sorunun iletişim eksikliği olmadığını, tersine çok fazla, belki yalnızca, iletiştiğimizi, ama asıl eksikliğimizin yaratım ve üretim, yani “şimdiye direniş” olduğunu ortaya koyarlar ki Ulus Baker, “medya” ve “direniş” üzerine yazılarında bunu sıkça vurgulamış, iletişim meselesinden ziyade olay’lara sahip çıkıp dolaylı da olsa “üretim”e yatırım yapılması gerektiğini vurgulamıştı.
Üst başlığımız ve genel bağlamımız, çokluğun direnişi yanında direnişin çoğulluğunu da içeriyordu ve bu çoğulluğa, aslında yıllardır dünyanın her yerinde otonom şekillerde sürdürülen ama Gezi Direnişi’yle kitlesel boyutta görünürlük kazanan “ekolojik hareketleri” ve “kentsel mücadeleleri” de dahil ettik, “Doğa, Kent ve Direniş” başlıklı bir forumu programa dahil ettik. Kolaylaştırıcı olarak aramıza katılan sevgili Güçlü Ateşoğlu’nun Ulus Baker’i bir anekdotla anması ve kısaca tanıtmasıyla foruma başladık. İlgi çekici temalarıyla Utku Balaban, meseleye diferansiyel kent mekânları olarak prefigüratif eylemliliğin ürettiği “vernaküler ütopya”lar üzerinden yaklaştı ve söylemden ziyade mekâna yerleşen direnişlerin faillerinin oluşturduğu kolektiviteye, cemiyet ve cemaat zaten denilemeyeceğini, ama “çokluk”tan ziyade de “camia” gibi alternatif bir kavramın düşünülmesini önerdi. Doğa mücadelesi temelli toplumsal hareketler üzerine çalışan Koray Doğan Urbarlı, “ölüm kalım meselesi” olan yerellerin mücadelesinden yola çıkıp “yaşam alanı” mücadelesi örneği olan genelin Gezi’sine bağlandı; kırın da kentin de hem düşünsel hem de somut saldırı altında olduğunu örneklendirdi. Doğanın korunması ve kırın muhafaza edilmesinin, “gelişmemişlik”, “medeniyet eksikliği”, “geri kalmışlık” olarak algılanmasını, böyle bir fikri hegemonyayı eleştirdi. Gezi Direnişi’nin köklerinin yerellerin mücadelesinde olup olmadığına ilişkin bir soruyu foruma bıraktı ve ekolojist siyasette mücadele veren arkadaşımız Deniz Gümüşel, bu soruya “evet” diyerek başladı. Deniz, kent-kır hiyerarşisini ekolojik perspektiften ele aldı ve Gezi Direnişi’nin köklerinin Bergama, Gerze, Hopa ya da Dersim’de olduğunu ama daha geniş ölçekte, kırla bağlantısı kopmaya yüz tutmuş kent insanının kentlerdeki bu “ben de varım” isyanının, Anadolu, Latin Amerika, Hindistan, vb. topraklarda on yıllardır neo-liberal kapitalist saldırıya direnen yöresel ekoloji mücadelelerine bağlanmasını, bunlarla birlikte düşünülmesini önerdi. Son olarak “kentsel mücadeleler” ve “kent hakkı” konularını önümüze koyan arkadaşımız Mehmet Penbecioğlu, bu mücadelelerin “çokluğu” ve bu hakkın da “ortaklığı” üzerine bir tartışma açtı. Kentsel toplumsal hareketlerin, direniş ve mücadele pratiklerinin devrimci bir kentsel tahayyülü nasıl geliştirebileceğine, bu bağlamda kentsel mücadelelere ilişkin otonomi ve çokluk tartışmalarının nasıl katkı sağlayabileceğine ilişkin konuştu. Kentsel mücadelelere ilişkin farklılıklara, otonomi meselesinin yanı sıra dayandıkları ortak temele (mesela kentlerde görülen dönüşüm, dünyanın her yerinde devlet ya da sermaye eliyle yapılan mülksüzleştirme, sömürü, yerinden etme, bunun üzerinden kendini yenileyen sermaye birikimi, vb.) ama buna karşın “çokluk”un nasıl bir dayanışma ağında bir arada tutulabileceğine dair görüşlerini paylaştı. Mehmet’in genel bağlamımıza katkısı, kentsel bir soyutlamanın yanında, toplumsal / mekânsal ayrışmaları ve kentte sınıfsal çelişkileri derinleştiren pratikleri önümüze koyması, “kent hakkı”nın içinin boşaltılmasına yönelik siyasal elit girişime karşı, onu daha devrimci, kapitalist kent olgusu dışında seçenekleri arayan, aşağıdan yukarıya dayanışmayla örülen kolektif bir hak arayışı olarak görmenin “çokluk”la bağlantısını kurması oldu. Forum, forumun biçimine eleştiriyle ve Ege Berensel’in ekolojik siyasette pasif direniş kadar “eko-anarşist” ve pro-aktif müdahalelerin önemini vurgulamasıyla başlasa da, genel çerçeve içinde devam etti.
Yeni siyasal/toplumsal hareketlerin bu güne dek kıymeti/hakkı teslim edilmemiş kolektiflerini, sol-sosyalist siyaset içinde(n) direnen tekillikleri, Gezi Direnişi’nde oluşan çokluğun önemli bileşenlerini yine bir arada tartışmak, LGBT hareketini, feminizmi ve kadın hareketlerini birlikte dinleme, konuşma ortamı yaratmak istedik. İkinci günün sonuna böyle bir forum koyduk; kısa sürdü ama güzel oldu. Forum öncesi konuşmacıların ilki Begüm Başdaş, iyiye ya da güzele dair “hayallenme halleri”nin anı öteleyici, şimdi yaşanabilecek aşkı ya da meşki incitici özüne değindi. Her ne kadar eşit ve iyi bir yaşam için mücadele etse de geleneksel feminizmin bugün yeterli olmadığını, feminist hareketin bugüne dek kazanımlarını bir kenara atmadan ama yine de “unutma” ve “yeni oluşlara açılma” erdemi üzerinden alternatif bir feminizmin kavramsallaştırılıp pratik edilmesi gerektiğini savundu. Begüm’e göre arzuladığımız şey, “kaybetme” ve “vazgeçme”yi gerektirecekse de, “kadınlık” ya da “erkeklik” gibi kimlik ikiliğinden vazgeçmek şarttı. Kimlikleri tümden bozan / ihlal eden queer siyasete bir “özne” olarak hazır olmak, gelecek “hayal etmek”ten ziyade arzulanan şeye doğru hemen/beklemeden yönelmek, bu seyirde de dil ve bedeni yeniden örgütlemek daha adil, daha özgürlükçü, daha siyasal olacaktı. İkinci konuşmacı, Sosyalist Feminist Kolektif üyesi arkadaşımız Hilal Eyüpoğlu ise, Türkiye’de ve dünyada eskimeyen bir gerçek varken, kadına yönelik şiddet ve erkek hegemonyası her gün yeniden nüksederken, “unutma” ve “vazgeçme”nin imkânını sorguladı. Ulus Baker’in “İgnoramus: Psikanaliz Neden İşe Yaramaz?” metninden yola çıkarak, kadını “acıyı arzulayan” ve “şehvet düşkünü” olarak görüp onu iğdiş etmeye yönelen bir erkek iktidarının ezele dayandığını, psikanalizin de bu noktada “kadın nefreti” kustuğunu, buna karşın Spinozist perspektifte her arzunun, duygu durumunun ve deneyimin yaşamı olumladığını, burada da devrimci bir oluşun imkânlarının yattığını hatırlattı. İskoçya’dan kalkıp gelen sevgili Serazer Pekerman ise, kadınların kendilerine nasıl direniş alanı/mekânı açabilecekleri üzerine düşünmek gerektiğini ve Deleuzecü/azınlıksal bir feminizmin bu direniş alanını sunduğunu savundu. Direnişin bir “oluş” meselesine kilitlendiğini yineledi ve bunu, Freud’un psikanalist temelde “yorumladığı”, Deleuze ve Guattari’nin ise “devrimci” ve “şizo” oluşlar temelinde gerçek kabul ettiği “Kurtadam” vakası üzerinden örnekledi; nihayetinde vardığı yer, “dışarı”nın siyasallığı, özgürlüğü ve akışkanlığıydı. Forum, bu konular etrafında devam etti ama Yüzüncü Yıl ve ODTÜ’deki direnişe destek vermek için eyleme gitme yönünde bir irade oluştu ve forumdan çıkıp eyleme gidildi.
Üçüncü ve son güne “Güvencesizlik” oturumuyla başladık. Güvencesizlik sorununun da ortak bir sorun olarak somutlaştığını, emek dünyasının, alt ve orta sınıfların yakın dönemini işgal eden ve gelecek yıllarda da devam edecek bir gerçeklik olduğunu ve otonom örgütlenme ve direnişlerin temelinde yattığını düşündük. Konuya dair birikimi, deneyimi ve duygusu olan kişileri bir araya getirip meseleyi bir kez daha görünür kılmak istedik. Altı konuşmacıdan oluşan bu geniş oturumu özetlemek oldukça güç olacaktı ama kolaylaştırıcı olarak bu oturuma katkı sunan Fatin Kanat’ın değerlendirmeleri, bu özeti yapmakta da kolaylaştırıcı oldu: Gaye Yılmaz, “Direnişlerin Arka Planından Bir Kesit” başlıklı –anladığımız kadarıyla farklı yerlerde de ilgiyle dinlenen- sunumunda, “sermaye için kesin güvence” anlamını taşıyan her adımın -ki bunlar, öncelikle Avrupa dışındaki ülkelerde başlamış ama ardından Avrupa’ya da sıçramıştı- emeğin, işçinin, çalışanın dünyasında yeni bir gediğin açılması anlamına geldiğini vurguladı. Kendisinden, taşeronlaştırma sürecinin kiralık işçiler kategorisi gibi bir alan yarattığını, hiçbir temel hakkı olmayan kiralık işçinin ana firma nezdinde tamamen güvencesiz çalıştığını ve çok açık bir biçimde sömürüye maruz bırakıldığını öğrendik. Ayrıca bu sürecin giderek daha da olumsuz örneklerle dolmakta olduğunu, bazı firmaların, telefonlarına gelecek çağrıyla işbaşı yapan ve ne zaman, ne kadar çalışacağını bilmeyen iyiden iyiye güvencesiz çalışanlarla üretim yapmayı benimsediğini, bunun sendikacılığı tamamen tasfiye etmeyi amaçlayan bir gidişatın da önünü açtığını ve “kalıcı geçici çalışma” gibi yeni bir kavramın literatüre girmesi gerektiğini. Ama Brezilya’da ve Japonya’da işçiler, bu yeni olguya karşı mücadelelerini yükseltmeye başlıyorlardı, örneğin Japonya’da Kiralık İşçiler Federasyonu adı altında örgütleniyorlardı. Peki, Türkiye’de neler oluyordu? “Aşınan Yakalar, Aşınan Hayatlar” başlığıyla Plaza Eylem Platformu’ndan aramıza katılan Gökçe Tatlısu, “beyaz yakalı” olarak addedilenlerin çalıştığı sektörlerde aleyhteki uygulama ve sorunları bizimle paylaştı. Burada da kiralık işçiliğin giderek yaygınlaştığını, yıl dolmadan yapılan “işten çıkarma” formülüyle çalışanların tazminatsız işten çıkarıldıklarını, ayrıca cinsiyet ayırımcılığı ve mobbingin de sıkça karşılaşılan olgular olduğunu anlattı. Gökçe’den öğrendik ki bütün bu olumsuz gidişata karşı Platform, özellikle deneyim paylaşım atölyelerinde, dayatılana karşı nasıl mücadele edileceğini, sorunlarla nasıl başa çıkılacağını tartışıyor, somut adımlar atma, yöntemler belirlemede olumlu bir rol oynuyordu ve Gezi Direnişi süreci, beyaz yakalılara da çok şey öğretmişti. Üçüncü olarak, atık kâğıt işçilerinin çıkardığı Katık Dergisi’ni temsilen Fehmi Çelikok ve Ekrem Yaşar, güvencesizlik olgusunun fiili mağdurları olarak aramızdaydılar. Hakkâri ve Diyarbakır’dan Ankara’ya gelmişlerdi ve yıllarca çok olumsuz koşullarda çalıştıklarını, saldırılara uğradıklarını, dışlandıklarını, sürgün edilmiş Kürtler olarak da bedel ödediklerini anlattılar. Güvencesiz yaşam karşısında bir dernek kurduklarını, buraya yalnızca 350 civarında atık işçisinin üye olduğunu, geriye kalan ve “çekçekçi” diye ifade edilen atık işçileriyle birlikte tamamen güvencesiz çalıştıklarını, mantar gibi marazlara ve birçok hastalığa maruz kaldıklarını belirttiler. Son zamanlarda Valiliğin önlük ve yaka kimlik kartı olmadan atık işçilerinin kâğıt toplamalarına izin verilmeyeceğini açıklamasının da, ilk başta olumlu bir iş gibi görünmesine rağmen, atık kâğıt işçilerinin güvenceli çalışma isteklerine çözüm getirmeyen bir göz boyama olduğunu, bunu da her fırsatta dile getireceklerini vurguladılar. Dördüncü konuşmacı Umut-Sen adına özel güvenlik emekçilerinin örgütlenme arayışları ve mücadelelerini anlatan, güvencesizlik meselesine akademide de yer açmaya çalışan sevgili Çağlar Dölek’ti. Çağlar, üst ve orta sınıfların “güvence” ihtiyacını, güvencesiz emekçiler olarak özel güvenlik çalışanlarının karşıladığını belirtti. Fakat bu işçilerin, işverenin şiddet ihtiyacını giderecek birer “maşa” olmadıklarına dair bir anlayışın filizlenmesiyle birlikte örgütlenme mücadelelerinin hız kazandığını, İzmir’de başlayan Güvenlik-Sen adlı sendikalaşma adımının büyük şehirler başta olmak üzere diğer şehirlere de yayılmakta olduğunu, henüz yaygın bir hâl almasa da bunun “umut” verici bir gelişme olduğunu gösterdi. Ardından Timurhan Yalçın, işsiz, güvencesiz, ataması yapılamayan öğretmenler meselesini gündeme getirdi. Uzun yıllar dershane sektöründe bizzat çalışan Timurhan, bu sektörde yaklaşık 70-80 bin öğretmenin güvencesiz çalıştırıldığını, devletin sözleşmeli öğretmen statüsüyle, yazın kestiği ve dönem içinde ölümüne bir sınırda ödediği ücretle binlerce öğretmeni köle gibi çalıştırdığını, ayrıca ataması yapılamayan öğretmen sorununun da her geçen yıl çığ gibi büyüdüğünü hatırlattı. Güvencesiz çalışmak zorunda kalan öğretmenlerin kurdukları dernekler vasıtasıyla, ataması yapılamayan işsiz öğretmenlerin AYÖP adlı platformda hak arama ve örgütlenme mücadelelerine devam ettiklerini belirtti. Dar vakit çabuk tükendi, uzun bir tartışma olmadı ama Fatin abi, Ulus Baker’in sosyal bilimlere katmak istediği bir yöntemle paralel düşecek şekilde, “güvencesizlik ve sinema” vurgusu yaptı: Tekel Direnişi, HES’lere karşı mücadele, iş cinayetleri gibi konularda belgesel sinema üretiminin giderek arttığını, belgesel sinemanın durağanken dinamikleştiğini söyledi. Ayrıca Fernando Leon de Aranoa’nın Güneşli Pazartesiler’i gibi, Erdem Tepegöz’ün Zerre’sinin de işsiz olmanın ve güvencesiz çalışmanın/yaşamanın, sinema diliyle anlatılabilmesi açısından başarılı bir örnek olduğunu ve sinemacıların bu meseleye daha çok önem vermesi gerektiğinin altını çizdi. Böylece bir sonraki foruma da göz kırpmış oldu.
Video-aktivizm forumuna geçmeden önce, yani son günün ortasında, “Geleceğin Örgütlenmesi” adına kısa bir forum daha gerçekleştirdik. Otonom örgütlenmelerin çokluklar ve tekillikler üzerinden oluşması imkânlarını konuşmak istediysek de, konu Türkiye’de sosyalist direniş geleneği ile yeni direniş pratikleri ve ortak tahayyüller arası tartışmaya evrildi. Necmi Erdoğan, Gezi Direnişi’nde deneyimlenen ve etkin hâle gelen pratiklerin, şimdilerde bilinmiyor yahut unutulmuş olsalar da geçmişte de örneklerinin olduğunu, sosyalist gelenekten beslendiklerini, hâliyle böyle bir birikimin görmezden gelinmesinde ciddi tehlikelerin olduğunu hatırlattı. Bu tartışma, belki uzayıp gidecekti, ziyadesiyle kıymetliydi ama çok kişinin katılacağı, eski ve yeni deneyimlerini sunacağı sırada foruma geçmemiz gerekiyordu.
Çeşitli taktikleriyle zaten var olan ama Gezi Direnişi’yle birlikte görünürlük kazanan bir diğer direniş biçimi belgesel-videoculuk ve video-aktivizm, şüphesiz Ulus Baker fikriyatının ana damarlarından birini oluşturuyordu. Eski ve yeni tarzlarıyla bu türden bir eylemliliği kavramsallaştırmak, üzerine düşünmek ve tartışmak için bir forum ayırmak da kaçınılmazdı. Ulus Baker’in öğrencilerinden olan ve imajların, sinemanın ve video-belgeselciliğin siyasallığı üzerine çalışan sevgili Ayşe Uslu, bu forumu örgütledi, kolaylaştırdı. Foruma dair değerlendirmeyi de yine kendisi yaptı, olduğu gibi aktarıyorum:
“Kitlesel iletişim araçlarının iktidarı eleştirmek ve bazen bozguna uğratmak amacıyla kullanıldığı bir aktivizim biçimi olarak taktiksel medyanın kavramsal tarihi üzerine yapılan bir açılış konuşmasıyla başladı forumumuz. Gezi direnişinin öncesinde ve sonrasında ortaya çıkmış olan medyanın yeni kullanım biçimleri üzerine düşünmek istiyorduk. Tek yönlü iktidar ve iletişim akışını tersine çevirme ve böylece karşı denetim mekanizmaları üretme amacını taşıyan görüntü arşivciliğinin tabana yayılmasıyla oluşur taktiksel medya. Panoptikonu ters çevirecek, akışkan ve kıvrak bir savaş makinesidir kamera bugün. İstenildiğinde arşivcilikten çıkarak ‘olaylarla düşünme’ aracına dönüşebilme potansiyeline sahiptir. Böylece sadece kaydı tutulan gerçeklikten değil ‘olmayan’ imajlardan yola çıkılarak da iktidarın sistematiği imajlarla anlaşılabilir bir hâl alabilir. Bu forum canlı yayıncılıktan belgesel sinemaya kadar video aktivizmin farklı biçimlerinin deneyimler etrafında tartışılmasını sağladı. Foruma tanınan belgeselci ve video aktivistler kadar direnişin doğurduğu canlı yayın ve belgesel ekipleri de katıldı. Türkiye’nin en eski video aktivist örgütlerinden Karahaber’den Oktay İnce ve Özlem Sarıyıldız aramızdaydı. Oktay, direniş sırasında imajların nasıl kolaylıkla imgesel göstergelere dönüştüğünden ve bazen bu durumun imajın duygulanım yaratma kudretini güdükleştirdiğinden bahsetti. Nihayetinde gerçekliğin kaydı ya da izi olarak imajlar bizi deneyimin gerçekliğine daha doğrudan bir yolla bağlar. Böylece deneyimin tekilliğini yaratan zamansallığına dokunabiliriz. Video-imajın gerçekliğe doğrudan teması bu anlamda bir çok imkân sunar. Belgesel sinemada imajlarla düşünmek duygular ve duygulanımlarla iş yapmaktır. İş cinayetleri belgeselleri çeken ve direnişin arşivcilerinden biri olan Sevgi Türkmen, bu anlamda video eylemcinin eylem içindeki konumlanışından bahsederken yaşanan duygulanım akışlarının kamerayla girilen ilişkiye ne oranda yansıdığı konusunu gündeme getirdi. Bazen de kameranın varlığının eylemlerin gidişatını etkilediğini ve nasıl bir eylemci-özneye dönüştüğünün hikâyesini dinledik Sevgi’den. Diğer yandan, sinemanın sadece var olan imajlarla yapılmadığına dikkat çekti deneysel sinemacı Ersan Ocak ve Sinema Laboratuarı. Bu anlamda “yok imaj”, imajları yani fikirleri bir araya getirirken nasıl bir rehberlik sunar ve imajlarla düşünebilmenin yolunu aralar yakıcı bir soru olarak karşımızda durmakta. Ulus Baker’in deyimiyle montaj düşünce, Vertov’un aralıklar teorisine göre iki imajı birbirine yakınlaştıran aralıkta, görünmeyenin görünür kılınmasıyla meydana gelir. İsyan ve direnişin eylemselliğini ve ayrıca fikriyatını da kuracak olan imajların görünene odaklanması kadar görünmeyeni de içermesidir. Ankara’da ‘çekim yapan kadınlar’ olarak anılan ve direniş sırasında ikili bir örgütlenmeye dönüşerek görüntü arşivi tutanlardan Sibel Tekin ve Dolunay Genç, video kayıtları üzerinden görsel bir analiz yaparak yok sayılan ve baskıya maruz kalan halkın nasıl sokaklara döküldüğünü anlatan ‘Ankara sokaklarının görünmeyen yüzünü’ konuştular. Foruma katılan bir diğer video aktivist örgütlenme de Gezi Direnişi sırasında kurulan ve direnişin İstanbul ayağındaki kayıtlarını tutan Videoccupydı. Belit, Özhan ve Pelin bize çok çabuk ve kıvrak nasıl örgütlenilir ve organize olunurun taktiklerini kendi video arşivciliği deneyimleri bağlamında anlattılar. Polis şiddeti üzerine bir yıldır sürdürdükleri belgesel çalışmalarını tanıttılar bir diğer belgeselci grup Ekipmat. İspanya, Yunanistan ve İstanbul direnişlerinde canlı yayın deneyimine sahip Nabermedya, ana akım medyanın ağırlığına karşı bir çabukluk, egemenliğe karşı bir kuvvet ve devlet aygıtına karşı bir makine nasıl olunur’un taktiksel sırlarını verdi. Forumun sonunda internet üzerinde kurulacak bir forum ortamında buluşmak ve yeni proje önerilerini tartışmaya devam etmek için sözleşerek ayrıldık. İşte adresi: https://groups.google.com/forum/?hl=en&fromgroups - !forum/ulusbaker_bulusmasi”
Anlaşılacağı üzere böyle çok yönlü, teorik ve pratik hatlarıyla toplumsal ve siyasal olanı anlamak adına dolu dolu geçti son buluşmamız. Elbette bize böyle göründüğünü, hissettiğimizin bu olduğunu da not düşmek gerek. Burada özünü vermeye çalıştık; yoksa orada olup bitenleri, yaşanan duygu ve heyecanı, tanışıklıkları ve kurulan dostlukları sığdırmak mümkün değil. Fakat geçmiş ve gelecek Ulus Baker Buluşmalarının video ve ses kayıtlarını www.ulusbakerbulusmalari.com adresli web sitesinde toplayıp en kısa zamanda yayınlamaya çalıştığımızın haberini vermek mümkün.
İşin nihayetinde, eğer kendi kendimize teşekkür etmemiz gerekseydi, dertleri ve fikirleriyle buluşmaya ortak olan misafirlerimize, değerli emekleri ve zamanlarını bize ayıran konuşmacı ve kolaylaştırıcı dostlara, buluşmanın örgütlenmesi ve hazırlanmasında kritik rolü ve kıymetli emeği olan, şehir dışından gelen misafirlerimizin büyük bir kısmını evinde ağırlayan sevgili Haydar Öztürk’e, “kutsal” saymalarına karşın çalışmalarını erteleyip Mimarlık Amfisi’ni bize bırakan ODTÜ Oyuncuları’na, bürokratik işleri üç senedir üstlenen Sosyoloji Bölümü Sekreteri sevgili Sündüs Abla’ya, onarma kültürüyle bize örnek olan ve nerede bir güzellik varsa orada görünen sevgili Hasan Akbulut’a, son olarak da Ulus Baker’le çıkılan her atağa kanatlardan destek veren Tanıl Bora’ya teşekkür etmek gerekirdi.