Cumhuriyetin 90. kuruluş yıldönümü vesilesiyle yapılan tartışmalarda, “yeni Cumhuriyet”e karşı eskinin kazanımlarına sahip çıkılması gerektiğini vurgulayan bir tarz öne çıktı. Bu anlayışta “1923 şartları” kilit bir savunma argümanıydı. Cumhuriyeti kuranlar o dönemin şartları içinde yapabileceklerinin en iyisini yapmışlar, en azından yapmaya çalışmışlardı. Cumhuriyetin nitelikleri ve tüm “kusurları” kaçınılmaz, niyetten bağımsız bir sonuçtu adeta (Sonuçta Marx bile bir cumhuriyetçiydi!). Laikliğe doğru atılan adımlar ve kadın hakları konusunda yaşanan ilerlemeler de bu “iyi niyetli” çabaların ispatıydı. Cumhuriyetin kazanımlarına ilişkin yaklaşımın Kürt sorunu konusundaki sancılı, karnından konuşan tarzı da ayrıca not etmeye değer. Tam da “eski”ye rağbetin olduğu günlerde Cumhuriyet kurucularının zihniyet dünyasına ve gelecek tasavvurlarına bakmak, eskiyi anlamanın önemli bir anahtarı kuşkusuz. Bu açıdan Atatürk dönemi tek parti ideolojisinin önemli düşünür ve siyaset adamlarından Recep Peker’e ilişkin bir analizin tartışmalara ayrı bir katkısı olacaktır. Çünkü, “Eğer Kemalist inkılâbın ikinci bir adamı varsa, üçüncüsü Recep Peker’dir.”[1]
Peker’in, anti-liberalizmle örülü düşünce dünyası 1930’larda CHP ve devlet yönetiminde büyük bir etki bırakmıştır. CHP’nin altı oku parti programına aldığı 1931’deki üçüncü ve parti-devlet ideolojisini tam olarak kurumsallaştırdığı 1936’daki dördüncü kurultayının parti program taslakları Peker tarafından hazırlanmış ve program açıklamaları yine onun tarafından yapılmıştır. İtalya'daki Mussolini ve Almanya'daki Hitler rejimlerine yakın bir politikayı savunan Peker, Kemalizmin, faşizan ve otoriter yorumunun en önemli temsilcisi olarak görülür.
Peker, 11 Ağustos 1923’de açılan ikinci TBMM’ye Kütahya mebusu olarak giren, Halk Fırkası’nın[2] İçişleri Bakanlığı’na verilen kuruluş dilekçesinde imzası yer alan 10 mebustan biri ve fırkanın ilk genel sekreteriydi. 1931–36 döneminde tek parti rejiminin en önemli organı olan ve kararları bütün parti üyeleri için kayıtsız, şartsız bağlayıcı olan CHP Genel Başkanlık Kurulu’nun (Genbaşkur) Atatürk ve İnönü ile birlikte üçüncü üyesi olan Peker, (ki milletvekilleri bu üçlü kurul tarafından belirlenmekteydi) CHP Tüzüğü’nde 1931 yılında yapılan değişiklikle, parti genel sekreteri olarak da “Değişmez Genel Başkan” Atatürk adına konuşma ve iş yapma yetkisine sahipti. [3] 1924-1943 yılları arasında Maliye, İçişleri, Mübadele, İmar ve İskân. Milli Savunma, Eğitim bakanlıkları yaptı; çok partili hayata geçtikten sonra Ağustos 1946’da kurulan ilk hükümetin de başbakanı oldu[4].
PEKER’İN İDEOLOJİSİ
Peker’in kaleme aldığı İnkılâp Dersleri, Kemalizmi doktrinleştirmeye yönelik eserler arasında önemli bir yer tutar[5]. Üniversitelerde verilen bu derslerin içeriğindeki faşizan ve otoriter fikirler -elbette başka bir sürü düşünce ve etkenin yanı sıra- Cumhuriyet’in ilk kuşağının zihniyetinin nasıl biçimlendiğini de gösteren önemli bir veridir.
Kemalizmin “kopuş anlatısına” paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan kesin bir ayrılığı ifade ettiğini savunan Peker, bu ayrımı eski-yeni, iyi-kötü, hatta asık suratlı-güler yüzlü gibi ikiliklerle ifade ediyordu. Peker’de de geçmiş, -Kemalizmin “kopuş anlatısı”na uygun olarak- kötülükleri temsil ediyordu. Eskinin kötülüklerini ortadan kaldıracak tek bir yöntem vardı, İnkılâp: “İnkılâp; bir sosyal bünyeden geri, eğri, fena, eski haksız ve zararlı ne varsa bunları birden yerinden söküp onların yerine ileriyi, doğruyu, iyiyi, yeniyi ve faydalıyı koymaktır.”[6]
Peker’e göre inkılâp zorlu bir yoldu ve Türk inkılâbı da dünyadaki diğer örnekleri içerisinde hem emsalsizdi hem de onlara nazaran “en güç, en çetin olanı”ydı. Türk ulusu, inkılâbını yaparken “bir yandan sarayla, bir yandan bütün gerilik unsurlarıyla, hakikati anlamadan onlara uyan cahillerle boğuşmuş, diğer yandan da yad askerler, yaban ordularla savaşmıştı.”[7]
İnkılâbın bu emsalsizliği, onun yerleştirilmesindeki güçlükleri de ortaya koyuyordu. Her ne kadar Türk inkılâbı, “halktan gelerek otoritelere karşı yapılmış” ise de inkılâp yapılıp iktidar alındıktan sonra bu defa “otoriteden halka doğru” devam etmişti. İşte inkılâbın otoriteden halka doğru devam ettiği bu aşamada, halk içinde direnişler görülmüştü. Bu direnişi gösterenler kuşkusuz, “halkın hakikatlere uzak kalmış tabakaları” arasından çıkıyordu.[8] Bu direnişi gösterenlerin elinin silahlı olması şart değildi. Yerine göre elinde silah bulunabilirdi elbette; ama “cebinde kitapla, kafasında eskiye alışmış somurtkanlık, dilinde iğfal ve tehevvurle” gelip karşınıza dikilirlerdi. İnkılâbı yapmanın ve uzun devirler korumanın yolu, “bunları vurup devirmek” idi. Üstelik, bu direnç her zaman bilinçle gösterilen bir tutum da değildi. Geçmiş dönemin alışkanlıkları, bilinç altına işlemişti ve bilinçaltı inkılabın başarısını zora sokuyordu.[9]
Kemalizmin baskın karakteri olan “aydınlanmacı despotizm”in örneği Recep Peker’de görülür. Ona göre, millet özünde, “kan vaziyeti”[10] nedeniyle iyidir, ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminde ezilmiştir, cahilleşmiş, dinin etkisiyle üzerinde tortu birikmiştir. Onu değiştirmek, özündeki iyiyi ortaya çıkarabilmek için inkılâp, otoriter biçimde yürütülmeli, gerekirse zor kullanılmalıdır. Halka rağmen, halk için yapılan inkılâp, “yüksek şuurun” henüz mümeyyiz olmamış halk üzerindeki velayetini ve vesayetini de ortaya koyar. Türk inkılâbı, “Türkleri yüksek bir hızla yokluktan varlığa, düşkünlükten onura ve üstünlüğe götüren büyük evrensel hadise”dir[11]. Türk inkılâbı “hürriyet inkılâbı tipinden bir halk inkılâbı” idi çünkü saray yıkmış ve dinin devlet üzerindeki tesirleri en keskin ve en radikal bir formülle kaldırılmıştı.[12]
İnkılâbın, ulusu “her zorluğa göğüs gerecek bir olgunluğa” eriştirmesi için, ona klasik terbiyeden başka “Türkiye’nin ileri gidişine uyar bir halk terbiyesi” verilmeliydi. Peker, bunun için Halkevleri, halk kürsüleri, halk hatipleri kurumlarının kurulduğunu belirtiyordu. [13]
Beri yandan Türk inkılâbı, diğer inkılâplardan daha üstün ve daha evrenseldi. Çünkü Batı’da, hürriyet inkılâpları liberalizm yüzünden yozlaşmış ve içi boşaltılmıştı. Hürriyet inkılâplarını yapan idealistlerin rolleri azalınca “hürriyet inkılâbının getirdiği semerelerde birtakım arızalar, hastalıklar yüz göstermeye başla(mıştı).”[14]
Çok partili hayatın ve “klasik” demokrasinin “hürriyet inkılâbının” içini boşalttığı ve bu ülkelere istikrarsızlık getirdiğini savunan Peker’e göre, bunun en olumsuz etkilerinden biri de “eski müesseselerin, yeni hayatın içine sinip yaşama imkânı bulmalarına meydan veril(mesi)” idi. İnkılâbın yıktığı bu “düşman müesseseler” (özellikle saray yanlıları ve din, yani irtica) inkılâp taraftarları ile pazarlığa giriştiler.[15] Oysa Türk inkılâbı liberalizmin ve çok partili sistemin tuzağına düşmeyecekti. Hele pazarlık söz konusu olamazdı: “Geçmiş zamanlarının unsurlarının, inkılâp fikirlerinin içerisinde yer almasına mukavemet gösterilmeli ve tedbir almalıyız. Kendi inkılâp anlayış ve mevcudiyeti için bizden olmayan, bizim olmayan tesirlere daha birinci adımdan itibaren göğüslerimizi ve kafalarımızı siper yapmalıyız.”[16]
Peker, Avrupa’daki çok partili sistemlerde yer alan siyasi partileri analiz ederken de muhafazakâr partileri “Sözlerinde ve programlarında, ileri gidişin kendi ifadelerine göre zararlı sayılacak ölçüdeki hızını tadil gibi orta düşüncelilere hoş görünecek bir eda vardır. Hakikatte bunlar, uyanık olmayanlara hoşça gelen bir dış görünüş içinde saklanmış, en zararlı mürtecilerdir” diye tanımlıyordu. Sosyal demokrat partiler için de “sosyalizmi kuvvetlendirmek, onun propagandalarını serbest hava içinde kolay ve geniş olarak yapmak ve sosyalistleri iktidar mevkiine getirmek isteyenlerin, demokrasinin serbest çalışma zemininden istifade için, bir taktik olarak, tatbik ettikleri bir siyasal parti”[17] diyordu. Yani, burjuva demokrasisinin en temel partileri bile Peker’e göre zararlıydı ve arkalarında bir art niyet taşıyorlardı. Onun için Avrupa’da Hıristiyan demokrat partilerin varlığı ise başlı başına nasıl tahammül gösterildiği anlaşılmaz bir durumdu. [18]
Peker’in sert eleştiriler yöneltmediği ama açık biçimde övmekten kaçındığı tek siyasi akım faşizmdi: “… faşizm, sınıf mücadelesine, beynelmilelciliğe ve diğer sınıfların tanıdığı siyasal inançlara zıt olan ve demokrasiyi, fırkaları ve hürriyet ihtilalinin getirdiği parlamentarizmi inkâr eden bir politika yoludur. ... faşizm, 20. yüzyılda Sezarizm’in dirilişidir.”[19]
DİSİPLİNLİ HÜRRİYET
Peker, “nizam ve birlik düşmanı” klasik demokrasi yerine, “disiplinli bir beraberliğin” üstün tutulması gerektiğini söylüyordu. Bu beraberlik “yurddaş zekâsının beslenip açılmasına da yol veren sevgiye ve inana dayanan”[20] bir beraberlik olacaktı. İçinde farklı görüşler olan, “hepsi ayrı tarafa çeken insanların bir araya gelmesinden teşekkül ed(en)” bir ulusun hiçbir değeri yoktur: “Fertlerin yarattığı kalabalık yekünunun, yani ulusun; hiçbir zaman ara vermeyen hayat mücadelesi cereyanları içinde daima muvaffak olabilmesi, yurt dediğimiz büyük varlığın ön olması ve her kavgada üstün çıkması için, düşüncede, harekette bir ve birleşik olması gerektir.”[21]
Peker’in faşizan görüşlerinin en berrak biçimde görüleceği alan “demokrasi”ye ilişkin yazdıklarıydı. Yukarıdaki paragraf da sosyal Darwinist esinlerin yanı sıra, faşizmin demokrasi karşıtı ideolojisinin bir yansımasıdır. Peker’e göre, “İnsanlar tek tek bakıldığı zaman değerleri sıfırdır.” [22]
Klasik demokratik biçimlerin Türk inkılâbının bünyesine yabancı olduğunu savunan Peker’e göre, yine de CHF, “hakiki anlamda en ileri demokratik yollardan” yürüyordu. Türkiye’de de her türlü hürriyet vardı ve bu hürriyet, daha önce inkılâp yapmış yerlerdekinden hiçbir surette daha az değildi. Bunun kanıtı da iki dereceli seçim sistemi ve CHF’nin kongreleriydi. Her yıl toplanan binlerce parti kongresinin sonuçları “otoritelere sunularak Parti hükümetinin çalışmalarında tesir yapıyor(du).” Böylece “egemenliğin kaynağı olan ulus yığını Parti mekanizmasının işlemesi yolundan devlet idaresine arasız bir surette iştirak etmiş oluyor(du).” [23]
Peker’e göre, demokrasi “bir nas, bir ayet” değildi. “Zigana dağının üzerinde portakal ağacı dikilmez. Biz filan millet ve yahud filan yerde böyle yapmışlar, biz de aynını tatbik edelim, diyenlerden değiliz. Biz memleketimize uygun olan ulus işine elvereni tatbik ederiz. Ve ulus işlerinde taklid ve dış görünüşle beğendirme yerine hayata uygun olan yolları doğru buluruz.”[24]
Bize özgü olmayanı almak ve “taklitçilik” yaparak liberal demokrasilerdeki gibi, hürriyetin sınırlarını geniş tutmak, inkılâbın, dolayısıyla milletin zararına olacaktır. Osmanlı, 2. Meşruiyet’ten sonra bunu yapmıştı; bu dönemde irticacı gazeteler yayınlanıyor, bir Rum mebusunun Meclisi Mebusan kürsüsünden ‘Benim dışım ne kadar Osmanlı ise, içim o kadar Yunanlıdır’ sözlerine “hürriyet namına” susuluyordu. Peker’in, gazeteci Ahmet Samim’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni rahatsız eden yazıları nedeniyle Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesine ilişkin söyledikleri de Kemalist legalizm zihniyeti açısından çarpıcıdır: “Nihayet tedbir olarak tabanca bile kullanıldı. Matbuat hürriyetinden istifade ederek yazdığı şeyler menedilemediği için bir gazeteci köprü üstünde öldürtüldü. Ne ona, ne de buna lüzum vardı.”[25]
Peker’e göre, insanların hürlüğünü ve masunluğunu (dokunulmazlığını) esas alınırken bütün yurttaşların oluşturduğu ulusun ve devletin masumiyeti de göz önüne alınmalıydı. “Bunun aksi, her varlığın başı olan ulusa ve devlete tecavüz olur ve anarşiler doğurur. Bugünkü anlamda hiçbir devlet buna göz yummaz. Bu tarifler, söz, yazı, basın ve hareket etme gibi, hürriyetin haklara ait kısmını toplar.” [26]
Peker, liberalizmin sadece siyasi veçhesine değil, ekonomik uygulamalarına da tamamen karşıydı. Sınıf mücadelesine neden olan liberal ekonomi yerine “devletçilik” uygulanacaktı ve “ekonomik liberalizmin suiistimalinin, bu hürriyet inkılâbının serbest ticarete tatbikinin fena neticelerinin yurdumuzda tahribat yapmasına meydan ver(ilmeyecekti). [27]
Peker’de devletçilik, özel teşebbüsün serbest olduğu, ancak kamu yararı (umumi menfaatler) gereği her ekonomik teşebbüste devletin yer alabilmesini öngörüyordu. “Devlet kendi yapacak ve kurulmasını teşvik ve himaye ettiği endüstriyi kontrol da edecektir”.[28] Bu anlayış, dünyadaki 1929 Büyük Bunalımı’nın ardından gelişen devletin ekonomiye müdahale ederek istihdam yaratması ve böylece sermaye krizlerinin önlenmesi fikriyle yakınlık gösteriyordu.
Kemalizmin devletçilik uygulamalarının henüz çok zayıf olan sermayeye bir destek amacını taşıdığı belirtilir.[29] Peker, devletçi ekonomi ile birlikte halkçılığı da “sınıf kavgalarını önlemek” ekseninde ele alıyordu: “Biz halkçıyız, halkçı demek, ulus içinde hiçbir imtiyaz ve üstünlük tanımayan ve her ferdini öteki kadar hak ve şeref sahibi sayan, ekonomik alanda birini ötekine, işçiyi patrona, patronu işçiye mahkum edecek, müstehliki müstahsilin eline düşürecek vaziyetlere müsaade etmeyen bir varlık demektir. Bizim halkçı vasfımız sınıf mücadelesini yaratan doktrinlerin tamamı tamamına zıddınadır.” Peker’e göre, halkçılık ilkesi uygulanan Türkiye’de eğer yurttaşlar arasında birtakım “farklar” varsa, bunların “hayatın icabı” sayılması gerekir. “Türkiye’de sınıf yoktur, cins yoktur, imtiyaz yoktur.”[30]
Sınıfların varlığının inkârı[31], kapitalistlerle işçiler arasındaki uyuşmazlıkların çözümünün de “devletin hakemliğinde” yapılmasını öngörüyordu. Bu yüzden Tek Parti döneminde grev ve lokavt yasaktı.
MİLLİYETÇİLİK
Recep Peker, faşizan ve otoriter devlet sistemi kurgusuna paralel olarak kan ırkçılığı sınırlarında dolaşan etnisist ve asimilasyoncu bir milliyetçiliği savunmuştur. Peker’in “Türk ana inanış istikameti” olarak tarif ettiği şey; otoriter, ulusal, tek partili ve şef yetkesine dayanan, korporatist bir devlet ve kan ırkçılığı sınırlarında dolaşan etnisist bir milliyetçilikti.[32]
Anarşizm, Marksizm, Faşizm, hilafetçilik ve beynelmilelcilik akımlarına karşı milliyetçiliğin “bütünleştirici” niteliğini vurgulayan[33] Peker, İnkılâp Dersleri’nde sınıriçi, ırk ve kan, antisemitik olmak üzere üç tür milliyetçilik tanımlar. Kan milliyetçiliğinin ve bütün beynelmilelci akımların Türk milliyetçiliğine aykırı olduğunu belirten Peker, klasik örneği Fransa’da görülen “sınıriçi milliyetçiliği”ni anlatırken kendilerine “dışardan Kürtlük, Çerkezlik, Lazlık ve Pomaklık gibi telkinler yapılan toplulukların” da Türk Ulusal Camiası içinde yer aldıklarını belirtir. Peker, Hıristiyan ve Yahudi azınlık mensuplarının dil ve ülkü birliğini benimsemeleri halinde Türk olarak kabul edilebileceklerini de belirtmektedir. [34]
Türk olmayan etnik gruplara ilişkin asimilasyoncu görüşü savunan Peker’de, ırkçı ve kan milliyetçiliğinin derin etkilenmeleri de görülür. Türkiye’deki Türkler’den “Batı Türkleri” diye söz ederek diğer Türkler’e olan ilgisini gösterir.[35]
Peker, pek çok Kemalist yazar gibi, Osmanlı geçmişini reddeder ve eski Türk tarihine referansını da “Türk ulusunun kanındaki yücelik”le sınırlayarak tarih-dışı bir ulusçuluk tasviri yapar. [36] Peker, kan ulusçuluğunu reddettiğini söylemesine rağmen sürekli olarak Türk ulusunun kanındaki saflık ve yüceliğe atıfta bulunur: “Dünyaya batırlık örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, devlet iradesinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan bay Türk Ulusu’nun kanındaki yücelikten ileri geliyordu.” [37]
Bu sözler, Yıldız’a göre, bir ikircikli tutumun ifadesidir ve Peker’in ulus oluşumunda kan birliğini önemli bir unsur olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. “Bu sözler kan ulusçuluğu söylemini yansıtmakla beraber, daha çok milli seciye teorisi bağlamında düşünülebilecek, dolayısıyla ırkçı olmaktan çok etnisist bir söylemin ifadesidir. Peker’in kan milliyetçiliğine ilişkin ikircikli tavrı, Kemalist ulusçuluğun en uç versiyonunun kan milliyetçiliğinin eşiğinde durduğunu ve sistematik ırkçılığa giriş yapmadığını ortaya koymaktır.” [38]
MİLLİ ŞEFLİK
Peker’in faşizm ve nazizm etkilenmesinin görünümlerinden biri de “Milli şef” görüşleridir. Bu ifadeyi ilk kullananların başında gelen Recep Peker, İnkılâp Dersleri’nde “Şef, bir siyasal partinin bütün ana düşüncelerini, iradesini, yapış kuvvetini ve şerefini temsil eder. Şef, kendi ruhunda beslediği heyecan ve hararetle partisini ve muhitini ısıtır, aydınlatır. Şef nüfuzu olmaksızın hiçbir toplulukta dirlik, düzenlik ve güler yüzlülük olmaz.”[39] diyordu. Peker’e göre Türk milleti “şefi anlamak yolunda en bahtiyar millet”tir. Peker, Şef’in peygamberleştirilmemesi uyarısında da bulunur ama “Şef, bütün ısıtıcı, besleyici, alıp götürücü vasıfları ile baştadır”[40] ifadelerini de kullanarak şefi adeta dinsel bir varlık gibi tasvir eder.
Peker’in tasvir ettiği Şef, tabii ki Atatürk’tür. Atatürk’ün karizmatik kişiliğinin Cumhuriyet dönemi boyunca gelişmesi ve özellikle karizmasının olağanüstü büyütülmesi de Kemalizmin kurucu edimlerinden biriydi. Mustafa Kemal imgesi, onun fikriyatından öte, bizzat ideolojik bir imgeydi. Mustafa Kemal’in karizmasının dizayn edildiği bu dönem rejimin iç siyasal hesaplaşmasının tamamlanmasıyla ve iç rıza sorunu yaşayan rejimin, Mustafa Kemal’in saygınlığından yararlanarak durumu tahkim etme arayışı ile doğrudan ilgilidir.
GEZİ'DEN SONRA "KEMALİST MUHALEFET"...
Recep Peker’de ifadesini bulan otoriter-faşizan Kemalist anlayışın, “Kemalizm”in tek yorumu olmadığına ancak ana damarını besleyen bir anlayış olduğuna da kuşku yok. Ancak 1930’lu yıllardaki bu görüşlerin 1990’lı, 2000’li yıllara yansıması otoriter, militarist ve milliyetçi içerikleri nedeniyle tartışmalara dahil edilmeyi gerektiriyor.
Cumhuriyet tartışmaları ve ardından 10 Kasım’da Anıtkabir’e (Pazar gününe denk gelmesinin de etkisiyle) olan rekor ilgi, Atatürk’ü ve Cumhuriyet dönemini adeta önemli bir muhalefet simgesi haline getirdi. 1990’lı yıllardan itibaren farklılaşan ve bir pop-milliyetçilik dalgası içinde önemli bir figür olan “yeni Atatürk” imgesi, 2013’de artık iktidarın yaşam tarzına müdahale başlığı altında sıralanan ve laiklikle doğrudan ilgili olan birçok uygulamasına yönelik tepkinin de simgesi olma yoluna girdi. Bu yeni dönem Kemalist muhalefetin, birçok argümanını ve sloganını Gezi isyanından alması ve onun ortaya çıkardığı toplumsal enerjiden beslenmesi Gezi’nin çoğulcu, farklılıkları kapsayıcı ve demokratik iradesinin yeni tür Kemalist muhalefete kanalize edilmesi olanağını ve olasılığını güçlü bir biçimde ortaya çıkarıyor. Özellikle “yaşam tarzına müdahale” tartışmalarıyla Kürt sorununa çözüm süreci eksenindeki gelişmelerin eş zamanlılığı, Kemalist milliyetçiliğe, eski düşmanlıkları hatırlatmak ve iktidara karşı ortak muhalefet alanında buluşturmak için önemli bir alan açıyor. Bunun karşısında ise Kürt sorununda demokratik-barışçıl çözüm için mücadeleyle Gezi’deki halk iradesini birleştirerek büyütmeye çalışan bir tarzın öne çıkması olasılığı / ihtiyacı bulunuyor. Bu yüzden birinci Cumhuriyetin zihinsel dünyasının çeşitli biçimlerini ortaya koymak, hem ikinci olasılığı güçlendirmek, hem de yeni Kemalist muhalefetin tabanını Kürt sorunu, militarizm ve demokrasi konusunda “makul” bir çizgiye doğru çekebilmek için gerekli görünüyor.
[1] Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene–Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938)”, Ankara 2007, İletişim Yayınları, s. 200
[2] Halk Fırkası, 9 Eylül 1923’de kuruldu. 1924’de “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935’de de “Cumhuriyet Halk Partisi” adını aldı.
[3] Yıldız, age, s. 200
[4] http://www.basbakanlik.gov.tr/sour.ce/index.asp?wpg=hukumetler (13 Ocak 2009)
[5] Kemalizmi doktrinleştirmeye yönelik diğer bazı eserler şöyle sıralanabilir: Mahmut Esat Bozkurt “Atatürk İhtilali”, Saffet Engin “Kemalist İnkılâbın Esasları”, Tekinalp (Moris Kohen) “Kemalizm”, Şeref Aykut “Kamalizm”.
[6] Peker, age, s. 73–74
[7] Peker, age, s. 21
[8] Peker, age, s. 20
[9] “Öte taraftan alışan alıştığını bırakıp, alışmadığına girinceye kadar, aklından ve şuurundan gelmese bile, kendi alışkanlık duygularından birçok mukavemetlere maruz kalır. Bu bakımdan da Türk inkılâbı en ziyade zor kullanmayı gerektiren bir hususiyet gösterir.” (Peker, age, s. 19)
[10] Peker, age, s. 56 “Bereket versin ki, en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiselerle bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan bay Türk Ulusu’nun kanındaki yücelikten ileri geliyordu.” (Peker, age, s. 16)
[11] Peker, age, . 13
[12] Peker, age, s. 33
[13] C.H.P. Genel Sekreteri R. Peker’in Söylevleri, Ulus Matbaası, Ankara 1935, s. 6
[14] Peker, age, s. 26
[15] Peker, age, s. 28
[16] Peker, age, s. 29
[17] Peker, age, s. 77
[18] Peker, age, s. 78
[19] Peker, age, s. 50
[20] C.H.P. Genel Sekreteri R. Peker’in Söylevleri, Ulus Matbaası, Ankara 1935, s. 6
[21] Peker, İstanbul 1984, s. 48
[22] Peker, age, s. 49
[23] C.H.P. Genel Sekreteri R. Peker’in Söylevleri, Ulus Matbaası, Ankara 1935, s. 6
[24] age, s. 23
[25] Peker, İstanbul 1984, s. 33
[26] Peker, age, s. 69-70
[27] Peker, age, s. 34
[28] Peker, age, s. 16
[29] Yetkin, age, s. 107
[30] C.H.P. Genel Sekreteri R. Peker’in Söylevleri, Ulus Matbaası, Ankara 1935, s. 11
[31] Yetkin, sınıfsız bir toplum iddiasındaki CHP’nin Recep Peker’in doğrudan doğruya sorumlu olduğu parti örgütlenmesinde, 1935 yılında “Vilayet idare heyeti” üyelerinin mesleklerinin şöyle olduğunu aktarıyor: “90 tacir, 44 il ve belediye genel meclisi üyesi, 31 varlıklı çiftçi, 10 fabrikatör, 24 avukat, 17 doktor ve eczacı, 7 banka müdürü, 14 emekli general ve subay, 4 öğretmen.” Yetkin’e göre bu dağılım CHP’nin sınıfsal konumunu da ortaya koymaktadır. (Yetkin, age, s. 130)
[32] Peker, age, “Parti İdeologu Recep Peker” başlıklı imzasız önsöz yazısı
[33] Yıldız, İstanbul 2002, s. 62
[34] Yıldız, Ankara, 2007, s. 203
[35] “… Pantürkist özlem, reel-politik ufuklardan silindiğinde bile, Yeni Türkiye’nin resmi milliyetçiliği uhdesinde gizil varlığını korumuştur.” (Tanıl Bora, “Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık”, Birikim Yayınları, İstanbul 2008, s. 36)
[36] Yıldız, Ankara, 2007, s. 206
[37] Peker, İstanbul 1984, s. 16
[38] Yıldız, age, s. 206
[39] Peker, age, s. 63
[40] Peker, age, s. 64