Alanların veya dirsek kurulması gereken bütünsel parçalanmışlıkların -ki bunların farklı da olsa bir karşılığı vardır- etrafında bir aktör olarak insan vardır, aktör olma hali insanın kendisini ödüllendirebileceği bireysel bir tatmine karşılık gelirken kollektif bir konuma yerleşmeyi de temin etmektedir. Bu veçheler aynı zamanda kendi içerisindeki farklılıklarla tedrici bir şemanın ürünleri olup mücadele etmeye yönlendirir. Hiçbir şey hazır, önünde 'bulunmuş halde' değildir; düşlemekle ve düşler üzerinden "gündüz düşleri"nden dişlemekle elde edilebilecek olanı imgeler. Bu çok açık anlamda "dişe diş, göze göz" nosyonunun ılımlılaştırılmış insancıl stratejisidir. Oyunu okumaktan önce oyunun içinde olmaktır ve asli olanda hücum hattında konumlanmaktır. Tüketme üzerinden gerçekleşmiş bir üretim stratejisi olarak envanteri uzuncadır. Bu birçok ideolojinin, birçok sosyal politikanın ve birçok basamak çıkmanın tezahürüdür. Bizi Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramını düşündürmeye yönlendirmektedir, Bourdieu habitus kavramını -kavramsallaştırmalar üzerinden- “yapının ürünü, yapının yeniden üreticisi", "tüm seçimlerin seçilmemiş ilkesi", "düzenli doğaçlama", "şefsiz orkestrasyon" olarak açıklamaktadır. [der. Ocak ve Zanaat: 62]
Bir insanın habitusu kendi başına değil "toplumsallaşmış bir özne" olarak bir habitus taşır, habitusun bireysel olarak üretildiği tek yer -fazlası anne/çocuk ilişkisi olabilir- yazı ve onun maceralarının iğdiş edildiği üretme stratejilerimizde yatmaktadır. "Nesnelleştirmek, ortalığa dökmek, görünür, kamusal, herkes tarafından bilinir, ifşa edilmiş kılmaktır. Gerçek anlamda bir yazar, herkesin belli belirsiz şekilde hissettiği şeyleri aleni kılan -kamusal alana çıkartan- kişidir; örtük ve zımni olanı ifşa etme hususi kabiliyetini haiz kişidir; hakiki bir yaratma faaliyeti gerçekleştiren kişidir." [Bourdieu; 2013, 132] Toplumsallıktan uzakta bir yerlerde veya kapı dışında yer alan aktörün karşısında, bireysel eylemin ve bedenin birçok uzvunun pencereden sürekli toplumsallığa baktığı bir pencere olarak yazı eyleminin temini bireysel habitusun üretildiği yerdir, bu tek yer midir veya bu yerin kollektif ağırlığı nedir sorularına cevap aramak gereklidir. Bir yazı stratejisi aklından geçenler, aklında olanlar ve o an aklında olmayanlar ile yazıldığı için ve kendinden öncekine geliştirdiği yüceltme-aşağılama tutumuyla son derece "emperyalist bir etkinliktir", keza aynı zamanda sessiz-sedasız bir üretimin yapılabileceği önemli bir yerdir. Size cazip gelmeyen bir cümleyi değiştirip, silip boşluğa gönderebilirsiniz, yeni bir arayışa girebilirsiniz tıkandığı noktada. Somut birikimlerin ışığında soyut uzlaşının getirdiği, karşındakini tüketmeyen onunla dostluk kuran bir üretme stratejisiyle yazıda karşılaşabiliriz: Bu yazının tedrici şemasını bu teşkil etmektedir. O üretilmeyeni, üretilmek zorunda olanı ifşa etmeye kendini adamış bir aktörün işi olabilir ancak. "Yaz, üret veya kaybol" stratejisini bunun dışında tutmak lazım, böyle yerler akademik alan ve akademik alanın miras paylaşımında karşımıza çıkar. Dolayısıyla bunda sinmiş anlamda "denemeye" yer açmamak, bildiğini söylemeden evvel "doğru", “yapılmış” olan üzerine yeniden farklı yollarla 'iki nokta' koymak. Benimde, kendi payıma kümülatif aktör kavramını denemeye değer bulduğum yan burasıdır, bildiğini okumaya yer-mecra yaratmak, böyle şeylerin zihinde bir yerde canlı durması adına, ampirik araştırmadan önce başlık olarak atmak Bourdieu'yu kızdırmıştır muhtemelen. Öte taraftan ampirik araştırmadan önce 'yönelmemiş' bir doğrultunun zorluğu bir "tabula rasa" da değildir. Ama bu çalışmayı şunu gözeterek gerçekleştirmek istiyorum : “Bir bilim insanı veya araştırmacı olmanın ne demek olduğunu analiz etmeyen, skolastik bir bakışa sahip olmanın ne demek olduğunu analiz etmeyen ve bunu doğal bulan bilim insanları veya araştırmacılar, faillerin zihinlerine kendi skolastik bakışlarını yerleştirirler.” [akt, Swartz; 374]
Bourdieu, her şeyden öncelikli olarak bildiğini-okuyan biridir ve burada onu farklı kılan bir sosyal bilimci olmasıdır.[2] Çalışmaları, etraflı analizler ve kavramsallaştırmalarıyla bireyin ve genel olarak da belirli bir grubun hem 'toplumsal saflığını' hem de bireyin "sermaye" aracılığıyla kendisine sağladığı "üstün olma", galebe çalma meselesini açık bir şekilde analiz etmektedir. “Sosyal uzam” faillerin yatkınlıkları ve uyur-gezerlikleriyle bir savaş alanıdır ve “sosyal uzam bireyi sadece bir noktaymış” gibi kavrar. M. Bloch’un; "Bir yazar için, hem akademisyenlere hem de ilkokul öğrencilerine aynı üslupla seslenmeyi biliyor denmesinden daha büyük bir iltifat düşünemiyorum. Ama böylesine yüksek düzeyde bir basitlik sadece az sayıda seçilmiş kişinin ayrıcalığıdır." [M.Bloch: 47] Muhtemelen gencin babasına sorduğu "Baba, tarih ne işe yarar?" sorusunun farklı bir açıdan cevabı Bourdieu'nün sosyal bilim ne işe yarar sorusunda gizlidir. Ve Bourdieu'nün sosyal bilimi; kavgaya, didişmeye, bilimsel olarak yüzleşmeye ve olağan ağırlığıyla sinirlendirmeye teşnedir. Bourdieu çok kolay hareket edilebilecek kavramlar sunar, bunlardan “alan”, “sermaye”, “habitus” ve genel olarak da “kültürel sermaye” ve “ekonomik sermaye” kavramsallaştırmaları sosyal bilimci için kaynak olmaktan öte davet ve “veri” işlevi görmektedir. Sosyal bilimlerin iç içe, geçişli olmasını sağlayan kavramsal patikalardır, bir kavramın açtığı-açacağı patika sosyal bilimcinin hal-i pürmelalidir. Sosyal uzamın insanı bir nokta gibi gördüğünü fark eder ve onu anlamaya,onunla yüzleşmeye çalışır. Bourdieu bir sosyal bilimcinin kucağına aynı zamanda küsküt -cuscute- bitkisi bırakır, onunla baş edebilmek sosyal bilimcinin gerçekliğini ifşa etmek adına. Nedir bu cuscute'nin meziyeti; "Uygun koşullarda çimlenen tohum toprak yüzeyine iplik şeklinde bir sürgün çıkartır. Bu sürgün, saat yönünün tersi istikamette dairesel hareketler yaparak tutunacak bir konukçu arar. Eğer bir konukçu bulamaz ise bir süre sonra ölür. Bu süre türden türe ve özellikle tohum iriliğine bağlı olarak 1 ila 4 hafta arasında değişir. Konukçuya tutunduktan sonra emeçleri ile su, besin maddesi ve fotosentez ürünlerini sömürerek konukçusunu zayıf düşürür, ayrıca konukçunun gövde, dal, sürgün, yaprak ve çiçek gibi organlarını boğarak, mekanik olarak gelişmesini sınırlar." [Kitiş] -Bir arkadaşım söz etmişti bu bitkiden, çok ilginç meziyete sahip olduğunu düşündüm, o bir şekilde yerine getirirmiş meziyetini.-
Bir kavram geliştirmeyi deneyeceğim, Bourdieu’dan mülhem olarak ve "benliği üretme stratejileri" bakımından büyük oranda da Goffman'dan; “Alan”, “Sermaye” = Kümülatif Aktör. Kümülatif Aktör'ü birikimli ama aynı zamanda herhangi bir anda genel bir aktör olmanın getirdiği vasıflar olarak açımlamak mümkün. “Oyunu okumak”, oyunda olmak, oyunun veçhelerini yönlendirmek, asli olarak belirli bir vasfa sahip olmak kümülatif aktörü tanımlamaktadır, buna akademilerdeki etiketleri, dersteki oyunu yönlendirme kurallarını, titr üstünlüğünü temsil eden profesörlükte görebiliriz, bir ailede baba ve anne vasıflarına sahip insanlarda, bir şirketin direktörlerinde, bir futbol takımının teknik direktöründe ve bir iş yerinde ustanın çırağa ihtiyacı olduğunda o ağır tonlamalarında ve azarlayışında, etki edebildiği menzille var olan taraftarlıkta. Oyunun kendisi olmayan ama her zaman, ‘zamanlamalar’ üzerinden oyunun veçhelerini, aslını belirleyen bir strateji olarak kümülatif aktör belirli bir eylemin oluş ve akış şemalarını belirleyen kişidir. Bu kavramsallaştırmayı Bourdieu’nün kültürel sermaye kavramına dahil edebiliriz ve şu nokta da çok açıktır ki, profesörlük ve sıradan insan bu iki tahterevallinin karşı kutupları ve aynı zamanda ağır ve zayıf tarafları olarak yer alırlar, sıradan insan buraya ulaşmayı hedefleyebilmek için önce kendinden vazgeçmelidir, bu ise silah tutmakla eşdeğerdir. Mecburen o da kendi oyununu, "üretme stratejilerini" kurmak zorundadır, burada ekonomik sermaye devreye girer. Bir çözüm olarak kültürelin karşısında bir başka itibarlı güç -toplumsalın dikiz aynasında-, yani denge olarak ekonomik sermaye çıkar. Ekonomik sermaye çoğu insan için raslantısal olmasa da bir karşılığa sahiptir, dolayısıyla ikircikli anlamda bir mekandır; "hem kuşatan hem de koruyan". Sosyal ilgi ekonomisi olan piyangonun, iddaa'nın itibarı bundandır. Kavga etmeyelim uzakta olalım düşüncesinin tezahürüdür aynı zamanda bunlar. Çaresizliğin değil umut edilmemiş olanın, edilemeyecek olandan kaçışın ifadesidir. Aktörün zehir-zemberek yanı da burasıdır, düş görmemek ve hiçbir zamanda düşle olumlu veya olumsuz bir bağ kurmamak. Ama aynı zamanda bir habitata sahipken her şeye kafa tutmak, Bourdieu'nün işaret ettiği anlamda alanın, bedenleşmiş yargılarına içkin bir aidiyet savunusu ve onu çalma, ondan koparma girişimine karşı hırçın bir megalomani, aceleci olmak zorunda olanı, kümülatifi tanımlar.
Usullerin, işleyişlerin kendi korporatist yatkınlıkları vardır ve bu yatkınlıklar kişinin habitatını, habitusunu yaratan itkilere sahiptir. Bir habitusa sahip olan insan ve bunun kendi üzerinden araçlarına, veçhelerini belirleyebilen insan bizatihi bir kümülatif aktör olma koşullarını kendisine hazırlamış olur. Habitus; “İçselleştirilmiş ve yatkınlığa çevrilmiş zorunluluktur. Zorunluluktan doğan bir erdemdir ve ürünü olduğu koşullara tekabül eden ‘tercihler’i yerleştirerek zorunluluğu durmaksızın erdeme dönüştürür.” [akt, Swartz; 150]
Biz alanların, kendi stratejik üretimleriyle düşünürüz, fakat bu tek boyutlu olmamakla birlikte o alana dair sermayeye sahip olmayı gerektiren bir deneyimi üretmek ve üstelemek zorunda bırakır. Alanlar meşruiyet mücadelesi arenalarıdır. Bir profesörün, müdürün odasına "tak diye" giremezsiniz o süreçle ilgili bir oyun okumaya dayalı bir deneyiminiz veya yeteneğiniz olması gerekir, futbolda forvet özelliklerine sahip bir oyuncuyu defansta oynatamazsınız; özellikleriyle uyuşmaz, bunun için-buna rağmen kendinizin içinde ve aynı zamanda onun karşısında, ona rağmen dışında bir aktör olmak zorundasınızdır, işte bu nokta kümülatif aktörü oluşturur. O alana ait olan, o alandaki oyunu okuyabilen, dar bir anlamda "girişken" olan "eyleme gücü ve kudretine sahip" bir aktörlük hâli. Ekonomik yönden kümülatif aktörün kendisini ifşa etmesi dünyanın en kolay işidir, çünkü maddi araçlara sahiptir ve bu açıdanda hep imrenilerek bakışımlanır. Kültürel yönden kümülatif aktörde zaman, süre, müsaade etmek, müsamaha göstermek güç bir olgudur ve üretme stratejilerinde bu pek kullanılmaz, başvurulmaz ve çetin bir sürece karşılık gelir. Üretildiği yerler kısıtlıdır veya "bilgi-özerk pedagoji" gibi 'kibirlidir'. Veya hiç adı sanı duyulmamış, ırak insanların yaşadığı, azmini sadece bedeni üzerinden sağladığı şehirlerde öyle “laf olsun, torba dolsun” diye fuar veya vb. etkinlikler gelir. Toplumların, küçük ölçekte ise ailelerin bireylerinden-çocuklarından beklediği zamanı çok harcamadan, harvurup harsavurmadan ekonomik araçlara sahip olması emellenir. "Toplumsallaşma somut bir rolün çok sayıdaki detayını öğrenmek anlamına gelmeyebilir, genelde bunun için ne zaman ne de enerji vardır. Öyle görünüyor ki, kişiden istenen kendine verilmesi muhtemel herhangi bir rolle öyle ya da böyle baş edebilecek ve gerektiğinde o role soyunabilecek kadar ifade parçası öğrenmesidir." [Goffman: 79] Deneyimlenmiş bir üretme stratejisi, bir başka toy üretme stratejisini bastırır ve altına alır, dolayısıyla bir gencin söyleyebilecekleri hem çok kızgın, çok aşırı, hemde dolambaçlıdır. Gencin arzusunu, iradesini bastırabilmek için ona yön sağlamak aile dahil birçok mercinin görevi bilinmiştir. Burada yer alan "tarihselleşmiş özne" çok zaman kaybetmeyen, mümkünü düşlemeyen, kümülatif olmak zorunda olandır. Bir olayın, örgünün, salkım-saçağın; bir müziği, ruhu olmaması ruşeym halinin tazyikine, rafa kaldırılmasına işaret eder, bu aynı zamanda Bloch'un insan, olmakta olandır, olacak olandırına işaret etmektedir. Bundan ancak bıkıp, usanmış biri bunu rafa kaldırabilir.
"Televizyonda bir güreşçiyi rakibine sataşırken, faul yaparken veya dişlerini gösterirken izlerken, kopan onca gürültüye rağmen, o güreşçinin sadece "kabadayı" rolü oynadığını (ve kendisinin de farkında olduğunu), başta bir maçta gösterişten uzak güreşçi rolünü de üstlenebileceğini ve bunu da aynı şevk ve ustalıkla yerine getireceği kabulüne hazırızdır. Ancak kabule aynı derecede hazır olmadığımız birşey vardır: Her ne kadar düşüşlerin türü ve sayısı gibi detaylar önceden belirlenmiş olsa da, ifadelerin ve hareketlerin detayları bir senaryodan değil de belli bir deyime hakim olmaktan, gerektiği zaman anında -düşünmeye ve planlamaya gerek duymadan- icra edilen bir hakimiyetten kaynaklanır." [Goffman: 79]
Goffman'ın ifadesinde daha çok şu var; oyuncu kendinde olduğunu değil bizatihi olmak istediği, beklentisel olanı oynar ve bunun da yeri, noktası; devreye girmek konusunda stratejik bir ağırlığı olmasını gerektirir, bu stratejik gereklilik toplumsal ve bireysel uzlaşıyla sağlanır daha çok.
Dolayısıyla toplumlar, bireyler avara kasnak hareket etmeyen, self-servis hizmet sağlayan aktör üretimi ve yaratımı peşindeler ve sanıyorum bunun karşılanması için birçok seferberlikte var. Bunun farklı numuneleri olmakla birlikte eğitim daha çok bu işlevin başını çekmekte, yönlendiren konumundadır. Siyaset zaten çok görünürde olduğu için hali hazırda böyle bir pratiği çok aşikârdır. “Siyasi alan, fiili bir durum içerisinde aleni ya da örtük olarak neyin var olmuş olduğu ile ilgili, nesnel halde açık, yayımlanmış, resmi ve yetkili olarak neyin tam olarak var olduğuna dair katkısı olan, temsil ya da ifade gücünün uygulanışı için imtiyazlı alanlardan birisidir.” [der. Ocak ve Zanaat; 445]
Bir kavram önerdim ve açmayı sürdüreyim, yerli yerinde açıklayabilmek için örnek, 'temsil' seferberliğine gireceğim, kümülatifliğin Bilimde, sokakta, yaşayışta, herkes için elan vital olduğunu düşünüyorum; bir başbakan “performansını” sergileyebilmesi için kümülatif olmak zorundadır, bu onu aynı zamanda belirli bir konumun aktörü olarak tanımlamaya da karşılık gelmektedir. Türkiye'ye özgü olarak varsaydığım siyasi-parti mitinglerinde o kentin futbol takımının renkleri ve adını taşıdığı atkıyı takmak o kent için kümülatif bir değer taşır. Bir bayrak, bir okulun özelliği, bir grubun tanımlanması, bir kişinin ihtiyacı ve eksikliği kümülatif olanı tanımlar. En başta yargılar kümülatif değil midir?, kimi zaman o yargıların doğrultuları aktör değil insan üzerinedir. Kısıtlanmışlık, kıstırılmışlık ve gözyaşları bundan oluşmuyor mu? Faillik -eyleyici- ve faaliyet arasında “bilinç muayenesi” gerçekleştiren kümülatif aktör henüz olmak zorunda olanla olmuş olan arasındaki uzunca bir yayılımı kapsar. Olmuş-?-olanın kendi tasavvuru ve herc-ü merci olmakta olana karşı bir fişek ateşlemesidir, dolayısıyla baskı altındadır. Biz bu kümülatifliği birçok ideolojide görebilirken asıl olarak kümülatif kurum olan devlette de tanık olmaktayız. “Devletin kuruluşu, bir tür tarihsel olarak paylaşılan aşkın bir yapıyla el ele gider. Ki bu, şekillenme sürecinin ertelenmesi sonucunda, bütün özneleri için içkin bir hal almıştır. Dayattığı pratiklerin çerçevesi boyunca, devlet, ortak sembolik düşünce formlarını, devletçi sınıflandırma formlarını kurar ve aşılar… Devlet bu yüzden, ortak ve kendinden menkul, kurgulayıcı ortak duygu setindeki bir uzlaşım kuruluşu olan hazır habitus orkestrasının koşullarını yaratır.” [der. Ocak ve Zanaat; 449]
Siyaset ve eğitim aktör olma şemasının en üst basamaklarını temsil ederler ve kümülatif yargı oluştururlar, dolayısıyla oyunun akışını belirlemekten çok büyük laflarla oyunun kendisini belirlemektedirler, bu güçtür. Siyaset oraya varan bireyden önce kuralları olan, insanlar üzerinde tortu bırakmış bir aktördür herşeyden önce. Siyasetin, iktidarın hayat hamlesi; güçtür. Bu güç bizatihi ideolojik ve baskı aygıtlarından temin edildiği gibi simgesel bir kapsayıcılığa da sahiptir ve simgesel olanda müthiş bir korkutuculuk vardır. Çok dolandırmayalım, bir alana hükmetmeyen her oyuncu için çoğu şey simgeseldir ve bu simgesellikte ürkütücüdür. Bir insanın yüzüne baktığınızda korkmuyor veya endişelenmiyorsanız kümülatif aktör olmuşsunuzdur bu da bir tür insani kapitalistleşmedir. -bu kavramın kullanımına kaş kaldıranlar olacaktır, her zaman sermaye kapitalist değildir bazen kapitalist olan insanın kendisidir de, bu açıdan birçok 'hoca' tanıyorum kapitalist tüfekleri ateşlemekte olan- "Sokaktaki insanların çoğu, sanki bambaşka bir şey düşünüyormuş gibi görünürler. Başka şey, ağırlıkla parasız, ya da paraya çevrilebilir olandır. Yoksa süsle tavlamadan, güzel görünüşle cezbetmek o kadar kolay olmazdı. [Bloch; 2011, 55] Eğitiminde hayat hamlesi “sıralama”dır.
Biraz biraz kümülatif aktörün kaideleştirilme etkinliklerine bakalım;
KAİDELEŞTİRME PRATİĞİ VE KÜMÜLATİF AKTÖR
Bourdieu’nün Seçilmiş Metinler'de [Chose Dities] işaret ettiği gibi kaideleştirmenin; “biçimleştirme etkisiyle” birlikte dolaşımda olduğuna dair, simgeselleştirme anlamında farkındalığına dikkat çekmesi bize gündelik pratiklerin içselleştirme ve aynı zamanda müdâhil zorunlu değişimlerinde önemli bir hareket noktası sunmaktadır. “Kaideleştirme; şeyleri basit, açık, aktarılabilir kılar.” [Bourdieu; 2013, 133] Bunu siyasi, politik, aynı zamanda “üst” unsurlarda görebiliriz; "Kaideleştirme, sıklıkla devletin büyük bürokrasilerine düşen sembolik bir düzene sokma veya sembolik düzenin muhafazası işlemidir." [Bourdieu; 2013, 130] yaşamsal-gündelik pratiklerde yoksul birilerinin yaşamasını sürdürmesi adına gerçekleştirdiği olumsal yatkınlıklardan tutunda, varlıklı birinin seçenek şemalarını özsel ve yapısal anlamda belirlemede etkin-etkili kişi olmasına kadar. Kaideleştirmenin genel yerleşik kuralı, aynı zamanda yapılar üzerinden varlığı Saussure’ün “dilsel kaidenin” en temel biçimiyle, en üst basamağı temsil eden dilsel sembollerle donatıldığı ve bir geleneği korumada önemli bir görev taşıdığı dilsel yapının kapsayıcılığı üzerinden de görebiliriz. Kaide kavramını “temel dayanak oluşturmak”, “inşa etmek” anlamında geçerli bir ‘akçesi’ mevcut ama kavramın toplumsal ivmeyle ilişkisinde birden fazla kavramla akraba yakınlığı kurmak zorunda olacağı çok aşikârdır. Kimse bir komşusuna, bir akrabasına veya sevdiği birinin yanında beceriksizliğini ulu orta sermeye çalışmaz, bundan kaçınır, bu ızdırap halinin üzerinde durur, "beceriksiz", "vasat", "marazi" biri bunlarla uğraşırken, "güvenilir", "eli yüzü düzgün olan" ve "bakışlarında mutluluk, heyecan fışkıran" biri kümülatifliğini sergilemek zorundadır, dolayısıyla devraldığı ve aynı zamanlamada da kendi yarattığı dünyanın aktörü gibi davranmak zorundadır. Kaideleştirme burada uzviyetini göstermektedir. Sosyal farklar, ikircikli olma hâli, başarı ve başarısızlık kriterlerinin itibarı buradan menşeiylidir. Başarısız olana karşı toplumsal uzviyetlerin gözleri buraya dikizlenir, yalnızdır ve bütün tehditler onun üzerinden sağlanmaktadır. Bu noktada Bourdieu’nün kaideleştirmeden bir tür simgeselleştirme yöntemi olarak bahsetmesi kaidenin çevreyle ilişkisini gözeterek yapılabilecek bir yönetim olduğunu bildirir. "Simgesel sermaye, bilişsel temelli, yani bilgiye ve başkaları tarafından kabul görmeye dayalı bir sermayedir." [Bourdieu; 2006, 149]
Kaideleştirme, yerleştirme ve yaşatma pratiklerinde; tarih, kurum (.....), sembol, mit, aile, iş bölümü, kültür, sermaye kavramları ve bunların sinmiş halleri kaideleştirme pratiğinin önemli destekçilerindendir[v1] . Hiçbir şey kolaylıkla kendi başına var olamadığı gibi yanında olumlu-olumsuz hareket edebildiği veya birbirini olumlayabildiği bir bağlamı vardır. Sözünü etmeye çalıştığım kavramların hepsinde birbiriyle olan ilişki ve birbiriyle olan gizliden bir rekabet vardır, bu rekabeti yer yer genişleten, azgınlaştıran ve bu rekabetten en yüksek payeyi sağlayan yer olarak siyasal alan göze çarpar. Öte yandan bu rekabetin temel üretim birimlerinden olan okulda ve ailede öğretim pratiklerinde tecessümleşir. Eğitim bu gizli rekabeti kendi içerisindeki nedenselliklerle (başarı ve başarısızlık aralığı) karanlık bir noktadan aydınlığa kavuşturup, aşikâr kılar ve bunu da hayatın bütün noktalarındaki karşılaşmalarda içkinleştirir. Siyaset insanlar için araç olmasına karşın eğitim gittikçe yazgılaşan ve aynı zamanda yetkeleşen bir karşılıkla hareket etmektedir.
Bourdieu dört tip sermayeden söz eder; "iktisâdi sermaye - kültürel sermaye - sosyal sermaye - simgesel sermaye" hepsinin ortak noktasının olumsal yanını oluşturan altlığında eğitim ya önemli bir yer oynar ya da önemli bir pay sahibidir. Stephan Heyneman'ın eğitim üzerine çalışmaları şu sonucu çıkarır; "Bir toplum ne kadar uzun zamandan bu yana endüstrileşmişse o toplum nesnel açıdan o kadar farklıdır, farklılaşmıştır. Ve gene bir toplum nesnel olarak ne kadar az farklılaşmışsa bu toplumda okulun öğrenci başarısı üzerindeki etkisi o kadar fazla ailenin etkisi ise o kadar azdır.” [Köse; 2006, 52] Ve kaideleştirmenin en çok simgesel sermaye üzerinde bir etkisi olduğuna dikkat çeken Bourdieu simgesel sermayenin aynı zamanda bir “meşruluk” sağladığını savunur. "Kaideleştirmek, aynı anda biçime sokmak ve biçim vermektir. Biçimin kendinde bir erdemi vardır. Ve kültürel anlamda vakıf olmak her zaman biçimlere vakıf olmaktır." [Bourdieu; 2013, 128] Eğitimin Bourdieu'nün işaret ettiği anlamda "vakıf olmak" gibi bir olgusu özellikle alt sınıfa özgü insanlar için bir tür zaruret sahaları halini alır. Yapılan çalışmalar sonucunda alt sınıfa özgü insanların başarısızlık oranın yüksek olduğu bulgulanır. Bernstein alt sınıfa özgü insanların basit çıkarım ve cevaplarla hareket ettiğini ifade eder ve bunlarında sonucu olarak; "Bernstein genel olarak, alt sınıf çocuklarının yapıya yönelik bir biçim, orta sınıf çocuklarının ise içeriğe yönelik bir biçim içinde yetiştirildiğini ileri sürmektedir." [Köse; 2001] öğrencinin biçim ve içeriğe olan yaklaşımının belirleyici olduğunu vurgular. Örneğin günümüzde bir çocuk sokakta gördüğü X marka otomobilin "çok güzel" olduğunu görmesi ve o otomobilin güzelliğini söylemesi çocuğun o otomobile uzanan hatta sadece bunu bilmesiyle "yeterli sebep" olur. Bir diğer çocuğun sokakta gördüğü X marka otomobili görüp "çok güzel" olduğunu ifade etmesi ve onun ne gibi özelliklere ait olduğuna dair araştırma yapmasındaki biçim ve içerik farkı gibi belirgin ve ayrımlaştırıcıdır. Birinde olabilirliğin ihtimali söz konusudur, diğerinde ise bilmenin-mukayese ve seçimin önemi gözükmektedir. Bourdieu’nün tam da işaret ettiği anlamda; “Hakim sınıfın özgürlük beğenisi ile işçi sınıfının zorunluluk beğenisi arasındaki karşıtığı ilişkisel biçimde kavramsallaştırır.” [akt, Swartz; 235]
N. Elias'ın Uygarlık Süreci çalışması, “yemek yeme biçimi”, “sofra adabı”, “tükürmek”, “yatak odasındaki pratikler”, gündelik pratiklerden toplumsal pratiklere dair genişçe bir şema ortaya koymaktadır. Bunun yanında Elias, “dilsel kaide” üzerine yapılmış mukayeselerden de söz etmektedir, alt ve soylu-üst sınıflarla ilgili karşılaştırmasında “Konuşmanın sarayda biçimlenişi üzerine”de, deyimler, sözcükler ve deyiş biçimleri, seçkinler tarafından kullanılıyorsa iyi, alt toplumsal tabakalar tarafından kullanılıyorsa kötüdür." [Elias; 208] "Halkın kullandığı basit sözcüklerden özenle kaçınılmalıdır. Çünkü bu sözcükleri kullanan kişiler, "bassé education", yani alt tabakalara özgü bir eğitim aldıklarını açığa vururlar. "Bu tür sözcükleri, yani aşağı tabakaların sözcüklerini" der anlatıcı "ancak karşılaştırma yaparken kullanırız." [Elias; 209] Belirli sosyal tabakanın toplumsal varlığını ifade etmesi ve onun merkezi veya kaideleşmesi için yapılması gereken şey, iyi koşullara sahip olmak ve o koşulların devamını da o merkezi role özgü kaideleştirmekten geçmektedir. Orta Çağ'da etin çok tüketildiğinden bahseden Elias, köylü, alt tabakaya özgü insanların hayvanla olan olası ilişkisinde "Köylü hayvan besliyorsa", denir o dönemde "ayrıcalıklı olanlar, soylular ve burjuvalar için besler." [Elias; 215] Elias, etin sofraya getirilmesi, etin servis ediliş sürecine dair önemli teknik ve şemalardan söz etmektedir, hatta; "Etin nasıl parçalanması gerektiği konusunda özel kitaplar yazılmıştır, hatta bu kitapların bazılarında bütün parçalar resimlenmiş ve etin daha iyi kesilebilmesi için çatalın nereye batırılması gerektiği dahi işaretlenmiştir." [Elias; 217] Mukayese etmek gerekirse her iki kesimin birbiriyle olan münasebetinde merkez olma ve öteki olma aralığında yaşanılan süreç aynı zamanda bir kaideleştirme, yerleştirme, yerleşiklik sürecidir. Alt sınıfa özgü insanlar olası bir et yeme anında işin tekniğini, usulünü vesair bilmezken ne kadar fazla et yeme davranışında olacaklarını ve zamanı-sindirme egzersizlerini çabuk yapmaları konusunda hesap yaparlar[v2] . Etin servis ediliş biçimiyle ilgili Elias; 18. Yüzyıla ait davranış kitaplarında, iyi yetişmiş bir insan için hayvanların nasıl parçalanacağını bilmenin çok önemli olduğunu belirtmektedir. "Prens saraylarında etin parçalanma işi asla küçümsenecek bir görev değil, tam tersine en önemli görevlerden birisi olduğundan, soylu ya da iyi aileden bir gelen, düzgün ve uyumlu bir vücuda ve güçlü kollara sahip, eli hafif birisi tarafından yerine getirilmelidir. Bu kişi eti keserken bütün hareketlerinde dikkatli olmalı, gereksiz ve saçma törenlere girişmemeli, kendinden emin ve cesaretli olduğunu göstermelidir, ki bütün bu vücudunun ve ellerinin titremesi halinde saygınlığından çok şey kaybeder ve saray sofralarında yer almayı hak etmez." denilmektedir. Bu vasıfların ürün yerleştirme pratiklerine karşılık geldiğini iddia edebiliriz.
Bourdieu ise söz konusu durumu farklı bir kavramsallaştırmayla “sınıflandırıcı şemalar” olarak söz eder; "Habitusler ayrı ve ayrıştırıcı pratikler doğurur -bir işçinin yediği şey, özellikle de yeme biçimi, yaptığı spor ve yapma biçimi, siyasi kanaatleri ifade etme biçimi sanayici patronun bunlara tekabül eden tüketimleri ve etkinliklerinden sistematik olarak farklıdır; ancak bunlar, aynı zamanda sınıflandırıcı şemalardır, farklı sınıflandırma ilkeleri, farklı görü ve ayrım ilkeleri, farklı zevklerdir. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, saygın ile kaba, vb arasındaki ayrımları saptarlar." Bourdieu bu ayrım ve görü ilkelerinin dil üzerinden somutlaştığını belirtir; "Ancak asıl önemli olan, pratikler, sahip olunan mallar, ifade edilen kanaatler arasındaki farklılıkların, bu algı kategorileri, bu görü ve ayrım ilkeleri aracılığıyla algılandıklarında simgesel farklılıklara dönüşmesi ve gerçek bir dil oluşturmalarıdır." [Bourdieu; 2006, 21-22]
Günümüzde, dilin aynı zamanda bir konuşma, aktarma, onu kullanma meselesi değil, davranış edimi olduğuna dikkat çeken Bourdieu ve Bernstein bu farklılıkları toplumsal iş bölümü üzerinden ve yeniden üretim birimi olan okul üzerinden somutlaştığını, bedenleştiğini iddia etmektedirler. Özellikle Bernstein'ın "dilsel kod ve sosyal sınıf, dil ve toplumsallaşma, kod, kontrol, kültürel süreç, çerçevelendirme, sıralama" gibi kategoriler üzerinden incelediği önemli çalışmaları mevcuttur. Basil Bernstein üzerine Türkiye'de M. Ruhi Köse tarafından yapılan bir çalışma bu açıdan bizim için önemli bir hareket noktası sunmaktadır; "Bernstein dili, 'toplumsal iş bölümüne bağlı olarak haritalandırılmış ve uzamalara yerleştirilmiş kişilerin, yerleştirilmiş oldukları uzamdan ürettikleri anlamların cisimleşmesi' olarak tanımlamaktadır. " [Köse; 2001]
Dil ve dilsel kullanım pratiklerinin veya dilsel kodun, ki bu anlamda doğrudan göze çarpan sermayenin kültürel sermaye olmasıyla özdeştir, belirleyici olması ailesel-geleneksel yapıyla ilgilidir. Bernstein'ın dili kullanamayan, farklı ifade biçimleri oluşturamayan çocukların eğitim sürecinde başarısız olduklarını ifade etmesi bize aynı zamanda simgesel bir kaide işleminden söz etmektedir. Öte yandan da çok gündelik, işlevsel ve belirleyici bir işlemden söz etmektedir Bernstein, bunun farklı boyutlarını bir adres vesair veya bir iletişim aşamasında da gözlemlemek mümkün, insani ilişkiler düzleminde bir "ilişkisel sosyoloji" pratiği ele geçirilmeyi vesair geniş bir düzleme yaydığı vakit başarısızlık ihtimali zaten pek görünür, hissedilir bir şeydir. Alt sınıfa özgü insanlar, yetiştirilme tarzlarından dolayı çekinik ve çok kolay ele geçirilebileceklerini bilirler, gündelik pratikler en başında zaten onlara bu hissi verir, bilmekten-tanımaktan da önce yer edinmiştir. Varsılın, varsıl olmasını sağlayan yoksul üzerinden gerçekleştirilmiş ürün yerleştirme pratikleridir. Ve bu ürün yerleştirme pratikleri sınıfsal, tamamlayıcı ve yerleştirici olarak ve birileri tarafından yapılmış kuşatma ve korunma stratejileridir. “Azınlık aynı zamanda bir kayıp konumudur; kayboluş ile yanıt bulan bir kaybediş, hiç gelmeyecek o yolcu; çünkü yolda olan da, yolculuğun yönü de belirsiz.” [Baker; 2000, 203]
Goffman, toplumsal yaşamın pratikleriyle ilgili üç tür ayrıma gider; “vitrin bölgesi” (sahne), “sahne arkası”, “dışarısı”. Bu kategorileri genel düzlemde “kişisel ilgi ekonomisi” olarak açımlar. Arka bölgeyi ya da sahne arkasını belli bir performans tarafından çizilen izlenimle tanımlanan “yer”, veya “bölge” olarak ifade eder. “Bir performansın kendi ötesinde bir şeyler ifade edebilme becerisi binbir zahmetle burada geliştirilir; yanılsamalar ve izlenimler burada inşa edilir.” [Goffman; 112] Bunların sergilenmesinde bireysel ve takım pratiklerinden söz eder; “Orwell, bulaşıkçıların sahne arkası bakış açısından garsonlardan söz ederken, bize şöyle bir örnek sunuyor: Bir garsonu otelin yemek odasına girerken seyretmek eğitici bir görüntüdür. Garson kapıdan geçerken ani bir değişim geçirir. Omuzlarının duruşu değişir; bütün o kir pas, bütün o telaş ve gerginlik bir anda gider. Halının üzerinde adeta rahipleri andıran bir ciddiyetle süzülerek yürür.” [Goffman; 120] Bu yatkınlıklar işlemi aynı zamanda bir yerelleşme, yerel olmanın kendi kendini doğuran veya bir anlamda dayatan özgün olan ama aynı zamanda tikeldeki geneli oluşturan eğilimlerdir. Çünkü Goffman'ın garson örneği gibi garsonun en iyi performansını verebilmesi buradan geçmektedir. Elias'ın, Goffman'ın çalışmaları gündelik pratiklerin nasıl, hangi yollarla yerleştiğine, kaideleştiğine dair bizim açımızdan önemli bir örnek teşkil etmektedir. Benzer bir ilişkiyi anımsatmak amacıyla Ulus Baker'in Kanaatlerden İmajlara çalışmasına başvuracağım; "Nihai olarak, kanaat bireyi düşüncesinin efendisi ve öznesine, bir grubun mensubuna dönüştüren şeydir. Burada "mensup" terimi vurgulanmalıdır, zira, bir kişi dile getirmiş olsa bile hiçbir şekilde bireysel kanaat olamaz." [Baker; 2010, 61] Bu kanaat çarpışmasının sürekli var olduğundan söz eden Baker aynı zamanda bir uzamdan da söz etmektedir; "Kendinde farklı düşünmek diye bir şey yoktur, daima başkasından farklı düşünülür, o başkası da bir diğerinden farklı düşünür, ta ki bütün toplumsal dünya katedilene dek." [Baker; 2010, 64] Şimdi o toplumsal dünya büyük oranlarla kümülatif aktöre ayrılmaktadır, bunun en müsait numuneleri şirketlerdir. Prezantabl olma, özgüven sahipliği bunun farklı veçheleridir. Bernstein pedagojik pratik biçimleri üzerindeki ayrımı, eğitimin gittikçe pazara yönelik bir ayrıcalık sağladığını işaret etmektedir; “Bu pedagojilerin ikisi de ‘bilgi-özerk, Pazar-Yönelimli Pedagoji’ toplumsal eşitsizliklerin ve özellikle, bilginin bölüşümündeki toplumsal eşitsizliklerin üretilmesini, meşrulaştırılmasını ve yeniden üretilmesini sağlar. Eşitlikçi özelliklerden yoksun iki pedagojiden Pazar-Yönelimli biçimin ideolojik temeli daha karmaşık ve daha yıkıcıdır.” [Akt, Köse; 2004, 42]
KÜMÜLATİF AKTÖR VE EĞİTSEL STRATEJİLER
Kümülatifliğin derinleştiği ve o derinlikle billurlaşan diploma vb. araçlar kaideleştirmeyi yerel -farkına varılmak; sözünü etmek anlamında yerel, özünde sözlü kültür- ve eylemsel bir seçenek olarak sunarken buna eşlik eden büyük bir gürültüye tanık olmaktayız. Başarılı olan ve diplomalarının karşılıklarını bulan insanlar okulun temel işlemlerini yerine getirmiş olurlar. Eğitimin, işlevselliği ürün yerleştirme pratiklerini meziyetli biçimde yerine getirmektir. Eğitim, kişi ve gruplar üzerinden bu pratikleri başarı ve başarısızlık kıstaslarıyla veya “özel içeriğe sahip müfredat”, “düşük içerikli müfredat” üzerinden temin eder. Ürün yerleştirme pratikleri tüketimi hedef aldığı kadar yerleşikliği ve yerleşmedeki dönüştürücü-dönüşümlü unsurları da sağlar. Bunun da başlıca unsurlarını eğitimden karşılar. Eğitim-öğretim düzeneği bu noktada ürün yerleştirme pratikleriyle toplumda “somutlaşmış” bir halde var olur. Çok açık kıstaslarıyla şunu söyler; “Başarı ve başarısızlık öğrencinin elindedir.” bunu açık bir biçimde öğrencinin kendisine ve ailesine kabul ettirmiştir. Bir analojiyle, "boşa akan musluklar" kadar üniversitelerin çoğu bölümlerinin öğrencileri de suyla benzer bir bahtsızlığı yaşar ve boşa akar. Bunun belirli yansımasını öğrenci düzeyinde tanımlamak mümkünken, büyük oranda böyle olmasına temsiliyet tanıyan akademilerdeki hoca-lık ve "alan" pratikleridir. Öğrencinin tesellisi diploma ile nihayete ererken ve bir başka sorunsalı doğurur; KPSS ve benzeri muadil sınavlar. Diploma, yaşanılan herhangi bir yerde ve herhangi bir yerin pratiklerinde "geçerli" olan bir semboldür. "Bir kadın vitrinin önünde durup güderi tokalı kertenkele derisi ayakkabıya bakar, bir adam geçip giderken kadına bakar, her ikisi de arzuladıkları dünyadan birer parça almış olurlar. [Bloch; 2011, 55] Diplomanın aynı zamanda salt bir teselli sağlamadığı KPSS ve muadil sınavların getirmiş olduğu, varılacak noktaya ancak bir güzergahı; yöntemi kullanarak ulaşmayı zorunlaştıran karamsarlığa dönüşür ancak. Dönüp dolaştırıp çarkı yeniden üreten ve çarkın muavini olan öznenin ütopyalarından arındırılmasını zorunlulaştıran sosyal devlet katkısı ve onun bir sunumu olarak eğitimsel pratikler gömülü bir sessizliği de, kaba bir gürültüyü de kendi içerisinden temin eder. Okul bitiren ve memur-luk adayında olan, bilahare memur olanda araştırmaya ciddi bir gereklilik var bu dünyayı daha iyi anlayabilmek için.
Aktarım ve sürdürme biçimi olan eğitimde kaideleştirme ve bu bağlamda alanın özgül pratiklerinin göze çarptığı yer eğitsel pratiklerdeki ilişki matematiğidir, öğrenci-hoca ilişkisi “alanın” ve alan içerisindeki hiyerarşik-güç ilişkilerinin gadrine uğrar; "Öğretmen, güç ve iktidarı kendinde barındıran, güç ve iktidarı temsil eden ve dolayısıyla güç ve iktidarı uygulayan taraf olarak, öğrenci ise güç ve iktidardan yoksun olan, güce ve iktidara maruz kalan taraf olarak tanımlanıp pedagojik ilişki içine konuşlandırılır. Öğretmen gücünü bilgiden, bilmekten, bilgiyi temsil etmekten ve sahip olmaktan alır. Öğrenci ise güçsüzlüğünü bilgisizlikten, bilememekten, bilginin yeri olamamaktan ve bilgiye sahip olamamaktan alır." [Köse; 2001] Eğitimde varolan ilişki biçimi; bilgiyi, gücü ve ona karşı atfedilen yatkınlığı kaideleştirmektir, öğrencinin güçsüzlüğü temsil ettiği alanda bu rolü hoca yerine getirir ve bunu da temelinde psikolojik üstünlükle sağlar. Müfredat pratiğinde işlenen dersin sonucu olan not mekanizmasından çok önce, öğrencinin hoca tarafından kendisine tabii olduğunu bilip ve öğrenciyi buna yönlendirmesiyle karşılanır, bir başka ifadeyle bu durum kendisini dersin çıktılarında, öğrencinin hocaya anlayamadığı kısımları sormasıyla ifade bulur. Ve temelde “bilmenin bir şeyi bu taraftan”, “bu tarafa has bir bilmek işi” olduğunu vurgulamaya çalışan "alan" pratikleri ve onun muavin özneleri setler çektiği oranda bunun bir nizam sağladığını da iddia ederek savunmaya çalışır. Eğitimde herşey çok sıkıcı ama araştırmayla birçok sessiz gürültü gerçekleştirebilinir.
Eğitim, ‘kaideleştirme’, ve muavin özneler üzerinden; kümülatif olanın zorunluluğundan; yaşam dönüp dolaşıp, acının; öfkenin, berhavasızlığın etnik, sinik yapısına teslim oluyor, olabilme ihtimali olanda bile bir tür tatsızlık hasıl olmuyor mu? Geride bıraktıklarına onca yaşayıp ettiklerine. Kendisine bulaşmış olan marazi ifadeyle, bir tür eksiklikle ve o eksikliğin alaşağı edilmesiyle, onunla girişilen ‘mutlak zafer’ uğrunda verilen karşılıkla. Arta kalanlardan var olan insan günümüz evreninde paralel umutların, yeşermeyen sancıların kurbanı ve aynı zamanda onun bir ölçüsü olarak karşımıza dikiliyor bütün o çoğunluğun sessizliğiyle sarmalı olarak ve karşıt bair anlamda deliliğe açık çek yazdığı gürültüyle; özünde, amacında saygısızlık ve kibirle keza tonlarca yüklü tüketimiyle. Zıtların birbirini üretimi ve o zıt öznelerin birbirleri arasındaki amaçsızlık, sürekli sisteme işleyen, sisteme çalışan pratik bir meslek olarak. Oysa tam da bu doku üzerinden harbe girişmeye aday birçok alan söz konusu oluyor, “kendiliğinden olmayan”; Sosyoloji, Felsefe, Tarih, Edebiyat bu alanların başlıcaları. Bu sebeple en çok bu alanlara tutunmak gerekir. Gömülü bir sessizliğe, çaresiz bir durağanlığa; hırçın bir öfke ve gümrah bir gürültüye değil. Söz konusu zıtlıklar ve sözünü ettiğim alanlarda mündemiç olan bir kavgaya tanıklık edip, deneyim, fikir; neşriyat sahibi olmak anlamlı bir gürültüye ve gömülü bir sessizliğe farklı bir arabuluculuk yapabilir. Malum artık ülkemizde Adalet Bakanlığı altında "Arabuluculuk Daire Başkanlığı" var. Niçin olmasın gürültü ve sessizlik arasında bir arabuluculuk?
Bir sosyal bilimci "beyin okuyan" vasıflarına sahip değildir ama okunan beynin akışlarını kontrollerini inceleyebilecek kaynaklara haiz olmalıdır, bu da Bourdieu'nün "ilişkisel sosyoloji" dediği noktaya temas eder. Gerçekleri ifşa etmek ve o gerçekliklerle mücadele etmek, Bourdieu, bunun ancak bilimsel araçlarla yapılabileceğini savunur. Siyasi ve gündelik pratiklerde ideolojiler bu işe soyunur, yanlı ve eksik soyunma olarak; “Ön fikirlerden, ideolojilerden, kendiliğinden sosyolojiden kopuş bilimsel yöntemin kaçınılmaz ve zorunlu bir momentidir.” [Bourdieu; 2013, 198]
“Algıya dair yatkınlıklar konuma göre ayarlanmaya meyilli olmalarından ötürü, en yoksun durumda bulunan failler bile dünyayı “böyle gelmiş böyle gider” şeklinde algılamaya ve bu dünyayı tahayyül edebileceğimizden çok ötesinde bir çoğunlukla kabul etmeye meyillidirler.
Dolayısıyla sosyal gerçekliğin inşasının ve idrakinin değişmez biçimlerini arama çabası farklı şeyleri maskeler: İlk olarak bu inşa, sosyal boşlukta gerçekleşmez; sosyal tazyiklere maruz kalır. İkinci olarak yapılandırıcı yapılar, bilişsel yapıların bizatihi kendisi sosyal anlamda yapılandırılmışlardır; zira sosyal bir yaratılış kökenine sahiptirler. Üçüncü olarak, sosyal gerçekliğin inşası sadece bireysel bir teşebbüs değildir, kollektif bir girişim de olabilir. Ancak mikro sosyolojik denilen bakış başka bir sürü şey daha unutur: Çok yakından baktığımızda ağacın ormanı gizlediği gibi, özellikle uzamın inşası eksik olduğunda gördüğümüz şeyi gördüğümüz yeri görme şansımız yoktur. [Bourdieu; 2013, 199]
Belki de görmemiz gereken yeşil ışık; her aralıkta, kapıda iyimserliği elden bırakmamak üzerinedir. Zihni ve prosedürel belleği yanılgılara, olumluluklara ve herşeyden önce denemeye muktedir kılmaktır ve peşi sıra olmakta olanın tertibi ve takibidir. Bundan yalıtılmış bir varlığın-özün, eylemin anlamıda; anlamsızlığı da avaredir. "Ama her cesaretin ve herşeyden önce kararın/kesinliğin ihtiyaç duyduğu bilgi, bilginin o ana kadar en sık rastlanan tarzında, yani gözlemci olmamalıdır. Çünkü salt gözlemci olan bilgi zorunlu olarak olup bitmiş ve böylece de geçmiş olanla ilgilidir, halihazırda olan karşısında çaresiz, gelecek karşısında kördür." [Bloch; 2011, 248] Kendiliğinden bilgiye olan geniş inancı kısıtlamaktır.
SONUÇTAN ARTA KALACAK SORUNSAL’IMIZ
Her ne kadar genç olmanın verdiği pratik sezgi ve 'aşırılık' uzamında bir deneye-denemeye hasredilmiş bir kavram oluşturmaya çalışsak da ucu açık kalan bir çok soru veya sorunsallık bıraktığımızın farkındayız, bunları 'devlet güvencesinde' teminat altına almamızın mümkünatı olmadığı için uyur-gezer olarak kalacağız çoğu zaman. Bu noktada bu çalışma, idrak ve düşün hattında başlı başına çerçevelendirilmesi gereken bir sorunsalı teşkil etmektedir, bu açıdan zamana ve zamanın etnik yapısına ayrıcalık tanımak bu kavramsallaştırmanın geçeceği bir çok güzergahta sürekli uyarıcı olarak görünecek-kalacaktır. Borcu tek başımıza yüklenmemek ve paylaşmak adına sözü teslim ediyorum;
"Görünüşte işlermiş zannına veren şimdiki üniversite gerçekliğine özgü koşullarda gelecek için asla açık çek vermeyen, ama baştan çıkardığını da ahlaki seçimlerle yüzümüze bırakan daimon'u dinleyerek seçimini yapan bir hoca düşünelim. Tehlikeli bile olabilecek bir seçim yaparak, kendini 'seçkinyalnızlığa' ne denli mahkum ederse etsin, araştırmaktan, öğretmekten ve hiç bitmeksizin yeniden araştırarak, sorgulayarak öğrenmekten kendini alamayacaktır böyle biri. Bunu üniversitedeki herkes yapmalıdır diyecek kadar safdil değilim; özellikle de günümüz akademik iş dünyasının 'karlılık' güdümündeki iktidar ilişkilerini düşündüğümde. Ama şunu öne sürme hakkım var: Birisi dünya gerçeklerinden koparak şizofrenleşmeksizin 'fikirlerle yaşamayı' kendi için yaşam boyu uğraş seçmişse, hazırgiyimci akademiklerin sanılarının tam da tersine, o kişiye bu seçiminde telkinde bulunan daimon, o kişinin düşüncesinin önemli kırılma noktalarında, yol ayrımlarında uğraşının umut kaynağı olduğunu, onun kulağına hep fısıldayacak, ama hangi yola sapacağının kararını da gene ona bırakacaktır.
Bu tercihe en başta içimizdeki 'başkası', 'başkaları'yla da söyleşmeyi gerektirir. Yineleyelim hemen, bu iletişimin köşe taşlarından biri ve belki de en önemlisi, 'söz'ün öne geçişiyle bir tür dayanışma ruhunun yükselmesine imkan tanıyan ders ve seminer ortamlarıdır." [Nalbantoğlu; 2009, 82-83]
KAYNAKÇA
Baker, Ulus; [2000], Aşındırma Denemeleri, Birikim Yayınları
Baker, Ulus; [2010], Kanaatlerden İmajlara, çev. (Harun Abuşoğlu), Birikim Yayınları
Bloch, Ernst; [2011], Umut İlkesi Cilt 1, çev. (Tanıl Bora), İletişim Yayınları
Bloch, Marc; [2013], Tarih Savunusu, çev. (Ali Berktay), İletişim Yayınları
Bourdieu, Pierre; [2006], Pratik Nedenler, çev. (Hülya Uğur Tanrıöver), Hil Yayınları
Bourdieu, Pierre; [2013], Seçilmiş Metinler, çev. (Levent Ünsaldı), Heretik Yayınları
Çeğin, Güney; Göker, Emrah; Arlı, Alim; Tatlıcan, Ümit. [2010], [der.] Ocak ve Zanaat, İletişim Yayınları.
Elias, Norbert; [2013], Uygarlık Süreci, çev. (Ender Ateşman), İletişim Yayınları
Goffman, Erving; [2011], Benliğin Gündelik Hayattaki Sunumu, çev. (Barış Cezar) Metis Yayınları
Köse, M. Ruhi; [2001] Kültürel Üretim ve Yenidenüretim Sürecinde Eğitim, Dil ve Dil Biçimsel Farklılıklar Üzerine, ODTÜ Gelişme Dergisi; 28, 361-382
Köse, M. Ruhi; [2004] Basil Bernstein: Pedagojik Pratik Biçimlerinin Toplumsal Sınıfsal Kökenleri Üzerine, Eğitim Bilim ve Toplum Dergisi; Cilt, 2; Sayı 7, 26-46
Köse, M. Ruhi [2006-2007] Aile Sosyoekonomik ve Demografik Özellikleri ile Okul ve Özel Dershanenin Liselere Giriş Sınavına Katılan Öğrencilerin Akademik Başarıları Üzerindeki Etkileri, Eğitim Bilim ve Toplum Dergisi; Cilt, 5; Sayı 17, 46-77
Nalbantoğlu, Hasan, Ünal; [2009], Arayışlar; İletişim Yayınları
Swartz, David; [2011], Kültür ve İktidar, çev. (Elçin Gen), İletişim Yayınları
Kitiş, Yunus Emre; http://parazityabanciot.blogspot.com/2011/12/parazit-yabanc-otlar-ve-mucadelesi.htmlhttp://parazityabanciot.blogspot.com/2011/12/parazit-yabanc-otlar-ve- mucadelesi.html
[1] Üzerimde ucunu-bucağını kestiremeyeceğim “teşvik etmek”, “prim sağlamak” gibi etmenlerle aslında ‘gayrı-meşru’ bir ilişkinin başat eyleyicisi olan Tanıl BORA’ya minnet duygularımı bu yazı bağlamında yinelemek isterim, var olsun.
[2] Bununla ilgili Pierre Bourdieu üzerine David Swartz tarafından yapılmış bir çalışma önemli “malumat şemaları” ortaya koymaktadır. David Swartz; Kültür ve İktidar, çev. -Elçin Gen-, İletişim Yayınları, 2011