Türkiye’deki Suriyeli göçmenler sorunu, Suriye’de son hız devam etmekte olan iç savaş ve artan göçmen sayısıyla birlikte her geçen gün trajik bir boyut kazanıyor. Dışişleri Bakanlığı Eylül ayında Suriyeli sığınmacı sayısının 500 bini geçtiğini duyurmuştu. Bugün bu rakamın 700 bini geçtiğinden bahsediliyor. Bunların 200 bine kadarı geçici barınma merkezlerinde, diğer 400 bin kişi ise, kayıt dışı halde, çeşitli şehirlerde kiraladıkları evlerde, dükkânlarda, barakalarda veya parklarda hayata tutunmaya çalışıyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye ilk kez bu denli büyük bir kitleye ev sahipliği yapıyor. Bundan önce Bulgaristan, Bosna, Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinden Türkiye’ye gelen göçmenler oldu. Ancak ortak kökene dayanıldığı fikri, bunların yurdun çeşitli bölgelerinde iskân ettirilmesi ve Türk vatandaşlığı hakkının kısa sürede verilmesi yoluyla toplumla bütünleşmeleri nispeten sorunsuz gerçekleştirildi. .
Oysa Suriyeli göçmenlerin durumu tümüyle farklı bir süreci ve dinamikleri içinde barındırıyor. Her şeyden önce, bu insanlar göçmen değil, sığınmacı statüsünü taşıyor. Dolayısıyla, vatandaşlık kanununda göçmenler için tanınan 5 yıl ikamet sonrasında vatandaşlığa geçebilme olanağının Suriyeli göçmenler için işlemesi pek olası değil. İkincisi, bu insanlar Balkan göçmenlerinde olduğu gibi, ortak kökeni paylaşma avantajına sahip değil. Suriyeli göçmenler arasında Kürt, Türkmen, Çerkezler olsa da, büyük çoğunluğu Arap etnik kimliğine mensup. Arap kimliğinin ise bu toplumun algısında olumlu bir imaja sahip olduğu pek söylenemez. Osmanlı son döneminde Arapların Türkleri “arkadan vurduğu” düşüncesinin Türkiye toplumunun kolektif bilincinde halen yaşatılıyor olması ve bunun kimi zaman hatırlanması, Suriyeli göçmenlerin toplumla bütünleşmelerinin önünde önemli bir zorluk oluşturuyor. Dahası devlet katında yapılan açıklamalarda Suriyeli göçmenlerin Türk vatandaşlığına geçirilmesi şeklinde bir düşüncenin olmadığı açıkça beyan ediliyor. Devletin bu direnci karşısında, Suriyeli göçmenlerin sergilediği bir karşı dirençten bahsedilebilir.
Bugüne dek izlediği Suriye politikası konusunda öngörülerinden pek çoğu tutmayan devletin, Suriyeli göçmenleri “sığınmacı” statüsünde tutma politikasının da beklendiği yönde gelişmeyeceği söylenebilir. Şöyle ki; Adana-Tarsus-Mersin şehirlerinde bulunan Suriyeli göçmenler üzerine hâlihazırda devam etmekte olan araştırmamızda, şu ana dek elde ettiğimiz bulgulara göre, Suriyelilerin yarısından fazlası savaşın sona ermesi halinde ülkelerine geri döneceğini ifade ediyor. Bunlar genelde bazı aile efratlarını, akrabalarını, evlerini, mülklerini geride bırakmış kimselerden oluşuyor. Bağı canlı tutan bu gibi olgular Suriye’ye geri dönüş kararını şu an için tereddütten uzak kılıyor. Diğer yandan Türk vatandaşlığı hakkını elde etmesi halinde Türkiye’ye temelli yerleşmeyi düşünen, dahası bunun için çaba gösteren bir kesim de var.
Bilindiği üzere, Suriye ve Türk vatandaşları arasındaki evlilikler, özellikle sınır bölgelerinde hızla devam ediyor. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre geçici barınma merkezlerinde bugüne kadar 5.683 bebek dünyaya gelmiş. Ayrıca, son üç yılda 78 Suriyeli, Türk vatandaşlığına geçmiş durumda. Bunun da ötesinde, sınırda yaşayan insanlar arası akrabalık bağının olması sebebiyle sınıra yakın illerde “soy bağı”yla Türk vatandaşlığı alma talebiyle açılmış binlerce dava söz konusu. Bazı Suriyeli göçmenler arasında hem Suriye hem de Türk vatandaşlığına geçmiş bireyler de var.
Suriyeli göçmenler bugün Türkiye’nin neredeyse her bölgesine dağılmış durumda. Kayıt dışı oldukları için, devletten herhangi bir yardım almıyorlar. Bunun için sigortasız ve kayıt dışı işlerde çok düşük ücret karşılığında çalışmakta, Suriye’ye nazaran kendilerine astronomik ölçüde pahalı gelen (Örneğin; 1 TL’ye karşılık gelen 70 Suriye lirasıyla Suriye’de 10 ekmek alınabilir) yaşam şartlarıyla mücadele etmekteler. Bu şartlar altında yanlarında getirdikleri bir miktar para da kısa bir süre içinde eriyerek, onları başka çözümler üretmeye sevk ediyor. Karşılaştıkları bu zor şartlarda kimi zaman komşularından, Suriyeli akrabalarından, tanıdıklarından, STK’lardan ve diğer hayırseverlerden de yardım alıyorlar.
Bu olumlu yaklaşımlara karşın bazı grupların internet ortamında, sosyal medyada Suriyeli göçmenlerin Türkiye’de bulunması aleyhine düzenledikleri ırkçı kampanyalar da söz konusu. Kimi şehirlerde bu tepkiler fiziksel boyuta taşınabiliyor. En son Kasım ayında Mersin’de gerçekleşen bir olayda, bir market sahibinin Suriyelilerin kavgasında darp edilmesi sonrasında, öfkeli vatandaşların isteği üzerine 21 Suriyeli bölgeden tahliye edildi. Bu olay Türkiye’nin batısındaki ilçelere yerleşen Kürtlerin yerel halkla yaşadığı çatışma sonrasında bölgeden tahliye edilmesini hatırlatıyor. Aktörler farklı olsa da eylem aynı cemaatçi yapının dinamikleri üzerine oturuyor. “Ev sahibi” olma düşüncesinin topluluk içinde yarattığı dayanışma, sonradan aralarına katılan grubun oradan kovulması için temel oluşturuyor.
Bu gibi küçük çaplı tepkilerin şu an için münferit olduğu düşünülebilir. Ancak, Suriyeli göçmenler bu toplumda yaşamaya devam ediyor ve öyle görünüyor ki uzun bir süre burada bulunmaya devam edecekler. Suriyelilerin toplumda tutunma çabaları onların ekonomik aktivitelerin her alanında çaba göstermelerini zorunlu kılıyor. Sözgelimi, Suriyeli göçmenler tarafından oluşturulan ve özelde bu göçmen kitlesine hitap eden bir sektör oluşmuş durumda. Suriye’nin kendine özgü ekmeğini üreten fırınlar Mersin’de, Adana’da, Mardin’de ve diğer sınır bölgelerinde açılmış, üretilen ekmekler üzerinde Arapça ambalajlar içinde satılmaktadır. Şehrin caddelerinde, yol kenarlarında, kaldırımlarda Suriye ürünlerini satan Suriyeli göçmenleri görmek mümkün. Esnaflık yapanların dışında, az sayıda da olsa, Suriyeli sermaye sahipleri Türkiye yurttaşı sermayedârlarla ortaklık kurmaktalar.
Tüm bu süreç genel bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda; Suriyeli göçmenlerin her geçen gün Türkiye’de tutunma ve yerleşik hale gelme kapasitelerinin güçlendiği söylenebilir. Zamanla Türkçe konuşma düzeylerinin yükselmesi de yerleşik yaşama geçmelerini ayrıca kolaylaştırmakta. Ama bu durumun Türkiye toplumuna entegrasyonla sonuçlanacağını iddia etmek bugün için güç. Çünkü entegrasyon çift taraflı işleyen bir süreçtir, yani bir yandan toplumla bütünleşmeye çalışan küçük grup diğer yandan bu grubu kabul edecek bir büyük grubu şart koşar.
Bu bağlam içerisinde düşünüldüğünde Türkiye toplumunun dışarıdan gelen bu büyük yabancı kitleyi sorunsuz kabul edeceğini düşünmek pek mümkün görünmüyor. Bunun en temel sebepleri toplumun halen cemaatçi bir sosyal yapıya sahip olması ve cumhuriyet döneminde yabancı göçmenlerle birlikte yaşama deneyiminin olmamasıdır. Başka deyişle, Türkiye ABD, Avustralya ve bazı Avrupa devletleri gibi dünyanın farklı coğrafyalarından insanların yaşamak için göç ettiği bir toplumsal deneyime sahip olmamıştır. Suriyeli göçmenler vakası, nüfus büyüklüğü düşünüldüğünde, Türkiye için bir ilk oluşturur. İstanbul’da Afrika’nın çeşitli ülkelerinden göç etmiş ve kentte son on yıldır sayıları artacak şekilde yaşayan Afrikalı göçmenler bulunuyor. Ancak, hem sayıları az, hem de bunlar İstanbul’un belirli semtlerinde kalabiliyorlar. Oysa, Suriyeli göçmenler bugün özellikle sınır şehirlerine, ayrıca İstanbul, İzmir gibi büyük kentlere dağılmış durumdalar. Şu anki karmaşık durum, bu savaşın uzun yıllar süreceği izlenimini uyandırıyor.
Kısacası, geçen süreyle birlikte Suriyelilerin ülkelerine geri dönme isteklerinin zayıflayacağı, buna karşılık yaşadıkları mekâna alışma, ona uyum sağlama becerilerinin gelişebileceği iddia edilebilir. Yaşanan mekânda geçirilen süreyle birlikte bu mekânla ilgili anılar birikir, özdeşleşme ve kimlik kazanma süreci ivme kazanır. Suriyeli göçmenler için bu özdeşleşmenin zamanla yoğunlaşacağından söz edilebilir. Özellikle yeni kuşakların yetişmesi bu durumu perçinleyecektir. Buradan hareketle, Türkiye’nin yakın gelecekte Almanya’nın Türk göçmenlerde yaşadığı deneyimin bir benzerini yaşaması muhtemeldir.
Bilindiği üzere, 1960’larda Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak çalışmaya giden ilk göçmenler “misafir işçi” (gastarbeiter) olarak tanımlanmış ve bunların bir süre sonra memleketlerine geri dönecekleri varsayılmıştı. Aynı düşünce,işçiler için de bizzat geçerliydi. Bu insanlar da orada bir müddet çalışıp, tasarruflarıyla birlikte Türkiye’ye döneceklerini düşünüyordu. “Geçicicilik” durumu her iki taraf içinde ortak bir kabuldü. Ama süreç beklendiği gibi ilerlemedi. Yetişen yeni kuşaklarla birlikte Almanya’ya temelli yerleşme düşüncesi yaygınlık kazandı ve nihayet Türkiye’den giden işçi aileler orada daimi bir statü elde etti.
Aynı sürecin Türkiye’deki Suriyeli göçmenler için de söz konusu olamayacağını kanaatimce ne herhangi bir otorite, ne de başka bir çevre taahhüt edebilir. Her ne kadar hem devlet, hem de toplum Suriyeli göçmenleri “geçici” olarak konumlandırsa da, Almanya’daki Türk ailelerin deneyimleri, bizzat bu “geçici” konumlandırmanın kendisinin geçici olabileceğini bize anlatmaktadır.
Suriyeli göçmenlerin ülkede zorunlu olarak bulunmaları haricinde, büyüyen ekonomisiyle birlikte Türkiye, bugün farklı ülkelerden gelen göçmenlerin durak noktalarından biri haline gelmiştir. Bu demektir ki, Türkiye bundan böyle Avrupa devletlerinin son yarım yüzyılda tecrübe ettiği yabancı göçmenler ve bunların entegrasyonu etrafındaki sorunlara önümüzdeki yıllarda yoğun mesai harcayacak.
Bu göçlerle birlikte Türkiye toplumunun sosyal yapısının geri dönüşü olmayacak biçimde değişim geçirdiğinden söz edilebilir. Çokkültürlü bir yapıya sahip bu topluma içinde yabancı göçmenlerin de olduğu diğer gruplar da dahil olmakta. Buna en büyük katkıyı da Suriyeli göçmenler arasında Türkiye’ye temelli yerleşen bireylerin yaptığı söylenebilir.
Öyle görünüyor ki, Suriyeli göçmenlerin entegrasyon meselesi, Kürt meselesi konusunda başlatılan çözüm süreci, yeni anayasa gibi diğer meselelerin yanında yerini almaya aday önemli bir mesele arz etmekte. Bu entegrasyon meselesinde Avrupalı devletlerin karşılaştığı sorunların benzerlerinin yaşanmaması için Türkiye’nin en başta bir “göç ülkesi” olduğu fikrine alışması ve bu konuda yapacağı yapısal reformları şimdiden planlaması gerekmektedir.