Barış söz konusu olduğunda müşterek çaresizliğimizi nasıl da açık ediyor, “gel artık!” ifadesi. Gündelik hayatın hengâmesi varlığımızı kavururken, birdenbire bir haber işitiyoruz: “Gever’de çıkan sokak çatışmalarında iki kişi hayatını kaybetti, onlarca kişi yaralandı; ‘terör örgütü yandaşlarının’ düzenlediği eylemler çeşitli kentlere yayıldı.” Reşit İşbilir ve Veysel İşbilir adlı kişiler işte bu eylemlerden birinde canlarını verdi; ertesi gün düzenlenen protesto gösterilerindeyse 19 yaşındaki Bemal Topçu kafasına aldığı bir darbe nedeniyle şimdi yoğun bakımda. “Beyin ölümü” gerçekleşmiştir diyen doktorlar, ekliyorlar: “Yaşaması için bir mucize gerekli.” Hükümet sözcüleri tarafından peş peşe yapılan resmi açıklamalar (yalanlar) sonra: “Güvenlik güçlerimize uzun namlulu silahlarla ateş edilmesinden ötürü, polisimiz yasal yetkilerine dayanarak kendini savunmuştur.” Bu açıklamaların özeti şu olmalı: Ortalığı ayağa kaldırmaya gerek yok, polis kendini savunurken “sözde yurttaşların” birkaçını öldürmüştür, hepsi bu! Çözüm sürecine halel gelmemeli. Güya “çözüm süreci”ndeyiz ama ölümlerin, ağır hak ihlallerinin, tutuklama ve gözaltı furyalarının ardı arkası kesilmiyor. Hapishaneler de ayrı bir cehennem tabii: Hasta tutuklu ve hükümlülerin sessizce tabutları taşınıyor dışarıya, ancak öldüklerinde kurtulabiliyor insanlar, devletin amanvermez alevlerinden…
Biz burada hasbelkader yaşarken orada fütursuzca öldürülenler, hakları gasp edilenler… Toplumsal suskunluğumuzun nedeni, burada’yı ve orada’yı birbirinden ayıran mesafeler mi? Orada toprağa düşen bir çığlık burada neden yankılanmıyor, bu sus pus olma halinin izahını nerede aramalı? Hayatlar neden bu kadar kıymetsiz? Kürt diyarlarında zalim sayıların ve unutulan adların bir hükmü kalmadı, adlar ve sayılar fasıla vermeden sonsuza gidiyor. Bir halk “mezar taşlarına” sahip çıkarken bile boyuna eksiliyor. Ve benim aklımı donduran şey, on yıllardır, halkın barışta ısrar etmesi. Tepelerinden bombalar yağdırılırken, cesetleri dağlarda kurda kuşa yem edilirken, toplu mezarlardan kemikleri çıkarılırken, Türkiye hapishanelerine doldurulurlarken, kapitalizmin ucuz işgücü olarak kentlerde karaltılar halinde yaşarlarken dahi barış arzusundan ödün vermemeleri… Orada olup da burada olmayan bir şey var bu barış arzusunda: “güç.” O halde sözü eğip bükmeden güçsüzlüğümüzden konuşalım.
BİZ DE BURADA ÖLÜYORUZ, AĞLAYANIMIZ YOK!
Ölen öldüğüyle kalır kalmasına ama geride ocaklarına ateş düşen insanlar var. Yüreği yanmış bu insanlar, tıpkı öldürülen insanlar gibi, gelgeç aklımıza bazen geliyor, bazen gelmiyorlar. Geldiklerinde de pek uzun kalmıyorlar doğrusu, acı bir rüzgâr gibi esip geçiyorlar… Öyle ya, kıyımlarla buza kesse de dünya, bir tarafta sürdürmek zorunda olduğumuz bir hayat var: Çok şükür yaşıyoruz hissi. Bugün de öldürülmediysek şayet talih yüzümüze gülmüştür. Bu uğursuz zorunluluk hali, her türden edimimizi, siyaseten pasifizm demeye dilim varmıyor, haklı kılıyor, dahası bizi ustalıkla temize çekiyor, sessizliğimize zemin hazırlıyor. Bizi böyle donduran, kendi içimize kapatan, alttan alta öldüren şey ne?
Biz burada başka bir savaştayız: Para kazanmak, çoluğumuzun çocuğumuzun rızkını tedarik etmek, karnımızı doyurmak, eşimize dostumuza karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek, zamana direnmek… Bunlar öyle kolay üstesinden gelinir durumlar değil. Hayatlarımız eskisine nazaran çok daha ucuz. İşsizlikten midesi burkulan insanların sayısı yabana atılmayacak derecede, her an gözden çıkarılabilir hayatlarımızla tekdüze bir varoluşu sürdürüyoruz. Gündelik eylemlerimiz boğucu, kasvetli, her gün ölüp ölüp yeniden diriliyoruz. Zihinlerimizde gelecek imgeleri yok, geçmişin anlamı kayıp. Haletiruhiyemize umut değil, korku egemen. Sonsuz bir şimdi hapishanesinde yaşlanan, hastane koridorlarında, tımarhane koğuşlarında, memuriyet odalarında, fabrikalarda çürüyüp dağılan bedenler bizimkisi… Kapitalizm canımıza yapışmış, Marx’ın metaforuyla bir “vampir” gibi kanımızı emiyor.
Barış meselesindeki toplumsal güçsüzlüğümüz kansızlığımızdandır bence. Hareketsizliğimiz, mecalsizliğimiz, heyecanlarımızın kabarıp durulması tamamen bedensel bir nedenden ötürü. Aslında harekete geçemeyen zihinlerimiz değil, bedenlerimiz: çalışmayla kuşatılmış, yarından kaygılı bedenler. Tek tesellimiz hakikat kılığına bürünmüş tarihsel bir yalan oluyor çoğun: Dünyanın düzeni böyle, hem “büyük balık küçük balığı yutar.” Kısacası Kürt meselesinde barış arzusu için kımıldamak, arzuya küçük de olsa bir taş koymak şöyle dursun, devlet eliyle öldürülmeler bahsinde dahi bedenlerimiz yorgun. Devlet yıllardır o kadar çok öldürdü ki, hafızayı ölülerle paramparça etti. Hayat artıklarının işi, mücadelesi nasıl da zor!
Kapitalizm vampiri Kürt halkının da kanını emmiyor mu? Misliyle emiyor hem de! Ulus-devletin şiddet araçlarını pervasızca seferber etmesinin nedeni de, vampirin dişlerini çekmek yahut hiç değilse boğazından çıkarıp atmak isteyen halkın dize getirilmek istenmesidir zaten. Kapitalizmin ve ulus-devlet yapılanmasının neoliberal nizama uyumlanmış işbirliğinde, çifte boyunduruk altında, çok daha fazla öldürülüyor Kürt halkı, bu açık. Daha doğrudan cereyan eden bu ölümleri duyuyor, bunlara tanık oluyoruz tabii, anlık vicdani parıldamalar, kısık sesli itirazlar, homurdanmalar nüksediyor içimizde belki, ama hemen unutuşun bulanık sularına gömülüyor, yangından kaçar gibi kaçıyoruz. İstesek de başka türlü yapamayız ama: Unutmak, başımızı kapitalizmin kumlarına gömmek bizi teskin ediyor.
EYLEMSEL GEREKÇESİZLİĞİMİZ: BEKLEMEK
Kürt meselesinde ölümlerin sebeplerinin pek bir önemi kalmadı artık. Ölümler sonsuzca olağanlaştı. İki duygu duyuruyor kendini, sözünü ettiğim o anlık hatırlamalarda: Ya topyekûn bir savaş ya da hakikatli bir barış. Cami ile Kilise arasında beynamazız fakat. Daha da vahimi, bu iki seçenek için de harekete geçecek gücümüz yok. Hamlet’e sorarsanız, “eylem” için “büyük gerekçeler”in bulunması şart. “Eylem” söz konusu olduğunda, kendi yıkımlarına bile isteye yönelen trajik karakterlerin öne sürdükleri “büyük gerekçe” koşullarını anlıyor ve buna saygı duyuyorum. Fakat işin kötüsü bugün trajik karakter bile değiliz: Toplumsal hayatın ücralarına savrulmuş alelade “tip”leriz sadece. Harekete geçmek için ölümlerden daha büyük gerekçe mi olur yoksa? Siyasal hayatın, iktisadi münasebetlerin kıyılarındaki silik tipler de olsak, barış için neden bir şeyler yapamıyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum ama. İtiraf edelim: bizimkisi gerekçesizlik falan değil, düpedüz güçsüzlük, barışa gücümüz yok.
Bedensel güçsüzlük anlaşılırdır, iyi de, barışı neden hayal edemiyoruz peki? Özellikle “hayal” diyorum çünkü barış saat gibi “kurulan” yahut “inşa edilen” bir vaziyet değildir bana kalırsa. Bir tahayyül, tasarım işidir daha ziyade. İçinde insanların kendilerinden bir şeyler bulduğu ütopik bir imgedir. Ve bu imge tam da ütopik olduğu içindir ki, barıştan menfaati olan insanları kendine çeker, zaman zindanından kurtarır. Bu mukaddes imge insan tekinde bir kez yuva kurduğunda, mayalandığında göç edilecek bir başka dünyanın kapıları aralanır.
Bu kangrenleşmiş mesele yoğun kayıplara sarmalanarak bu kadar uzadıysa, bunun önemli nedenlerinden biri, Türkiye toplumunun barışı hayal edememesidir. Düşlerin önünün alındığı, yalnızca kâbusların hüküm sürdüğü bir ülke burası… Kürt meselesinde içimizi biraz deşsek şu karanlık noktaya varırız: Türkiye toplumu savaştan değil, barıştan korkuyor! Kürt halkının barışla taçlandırılmış eşitlik ve özgürlük arzusu korku yaratıyor toplumda. Barışın hayalini kurmaya, korkuların yarattığı “kötü gerçeklik,” daha doğrusu ideolojik olarak pompalanan “felaket senaryoları” mani oluyor çoğunlukla. Fakat yaşanmadık daha hangi felaket kaldı ki? Şimdilerde az biraz da olsa anlar gibiyiz felaketlerin sonuna gelindiğinin… İnsan haysiyetinin yerle yeksan olmasında denenmedik hiçbir yöntem, müracaat edilmedik hiçbir araç kalmadı.
Hayalsiz bırakılmışsak, nasıl katlanıyoruz bu adaletsiz, haksız hukuksuz dünyaya? Cemiyet olarak Kürt meselesinde barışı bekliyoruz. Bir yerden bir barış çıkıp gelecek, sihirli değneğiyle dokunacak, tüm çatışmalar bir anda yatışacak ve nihayet bizi yorgun düşüren, suçluluk duygusuna sevk eden, yerine göre utanca boğan ölümler de sonlanacak. Ne var ki, “gel artık!” feryadı, kuvvetli bir arzunun, yönelimin tezahürü olmak şöyle dursun, çaresizlikten kıvrandığımızın belirtisi. Ölümler, adaletsizlikler, eşitsizlikler kesintisizce sürdüğünden ötürü, beklerken çıldırmamak, hepten umutsuz olmamak, sinizme savrulmamak işten bile değil. Beklemek, barışı “muktedirlerin” ellerine teslim ettiğimizin, toplum olarak barış hayalinden vazgeçtiğimizin, siyasi sorumluluklardan silkindiğimizin işaretidir. Düşlerimizi de egemenler kursun bizim yerimize diyoruz aslında, egemenlerin kuracağı barış düşlerinin korkunç savaş hesaplarına dayandığını unutarak…
Özellikle toplumsal muhalefet açısından, bir tarafta ince bir düşünce de var sanki, bekleyişi sürgit kılan. Sanırım barışın da tıpkı devrim gibi bir “an” meselesi olduğunu düşünüyoruz. Barış, gelecekte bir yerde duran yahut şimdiye doğru adımlayan bir “an” mıdır sahiden? Devrim beklemekle gerçekleşmez, yapılan bir olaydır, eyleme dayanır. Beckett’in aydınlığa açılan “karanlık bilinci” bu hakikati işledi: beklemek bekleyeni kahrettirir. Devrim de barış da beklemekle gelmeyeceklerdir.
Kürt halkı ölmek pahasına barışa yürürken, Türkiye toplumu barışı bekliyor. Toplumun temel manevi yarılması buradadır. İnsanları yürüten de, bekleten de aynı kaynaktır oysa: Ölüme ve hayata nüfuz etmiş iktidar. Burada zamana yayılmış çileli ölümlerle, orada’ki doğrudan ölümleri birbirlerine lehimleyen, coğrafyalar aşırı iş gören bir iktidar var karşımızda. Barış arzusunun da coğrafyaları aşması gerek. Fakat hayali sınırlar aşılmaz duvarlar gibi yükseliyor kader birliği içindeki bedenlerin arasında. Barışa hep birlikte yürümek için evvela bu duvarları yıkmak, hiç değilse kimi çatlaklar yahut gedikler açmak lazım. Ama nasıl?
BİR ERDEM OLARAK BARIŞ
Barışın tanım altına alınması yapılabilecek en büyük hatalardan biridir. Her tanım, tanımı yapılan nesnenin soyut ve donmuş bir şekilde düşünülmesine yol açar. Tanımlar, genişleyen anlamlara sınır çeker çünkü. Barış soyut değil, somut; donmuş değil, canlı bir kavramdır. Barışın siyasi bir kavram olduğu doğrudur. Ama her siyasi kavram gibi barış da, hislerle, dolayısıyla arzularla ete kemiğe bürünen, sonuç olarak “güç”le alakalı bir kavramdır. Barışın “güç”le olan ilişkisini, deyim yerindeyse can damarından yakalayanlardan biri de Spinoza’dır.
Spinoza savaş ve barış kavramlarını yalnızca siyasi ve hukuki ölçütlerle anlamlandırmaz. Savaş ve barış çiftinin gerek fiili gerekse kavramsal olarak verili hukukla sınırlandırılması, modern devlet yapılanmasının düzlemine takılıp kalındığına dalalet eder. Barışın imkânlarını yalnızca savaşı gözeterek yoklamak, Spinoza’ya göre, siyaseten olduğu kadar etik açıdan da beyhude bir çabadır. Barışın modern hukuk düşüncesinin pratik-teknik öncüllerini fazlasıyla aşan, toplumsal hayatla alakalı bir mahiyeti vardır çünkü: “Gerçekte, barış, basitçe savaşın olmayışı değildir, kaynağını ruhun gücünden alan bir erdemdir.” Barışın savaştan ziyade “erdemle” yan yana düşünülmesi, müthiş bir zemin kaydırma hamlesidir. Spinoza düşüncesinde barış hususunda odak, devletten topluma ve onu oluşturan tekil varlıklara doğru yer değiştirmiştir. Barış sanıldığı üzere devleti değil, toplumu ilgilendirir, barışı tasarlayacak olan, devletin de kaynağı olan toplumdan başkası değildir. Spinoza’da barış, toplumun özne haline geldiği yaratıcı/dönüştürücü bir edimdir. “Kaynağını ruhun gücünden” alan bir “erdem” olarak barışı düşünmek, önemli bir sıçrama eşiği sunar. Ön koşul olarak toplumsal zihniyetin dönüşümü merkeze alınmıştır. Barış arzusundaki toplumsal eksiklik, erdem eksikliğine karşılık gelir ve bu iki eksiklik bir ve aynı eksikliktir. İster toplu tüfekli isterse sessiz sedasız olsun, savaşın hüküm sürdüğü toplumlarda erdem kaybının yaşanması kaçınılmazdır. Toplumsal saiklerle barışa yönelmek, bu kaybı telafi etmektir.
Türkiye’de barış arzusuna yönelik zayıflığımız, bir yerde, savaşı anlamlandırma tarzımızdan kaynaklanıyor. Savaşı çekilmiş kılıçlardan, muharebelerden, kanlı iktidar oyunlarından ibaret görüyoruz sadece. Doğal olarak barışı da “basitçe savaşın olmayışı” olarak düşünüyoruz. Bu düşünüş toplumsal hayatı tasarrufu altına alan siyasal iktidarın, ölüm ve hayat üzerindeki uygulamalarını hesaptan düşer. Hem neo-liberalizm döneminde, belki de en korkunç savaşlar, “basitçe savaşın olmadığı,” sözümona bu “barış” koşullarında gerçekleşmiyor mu?
Spinoza’nın barış tahayyülünde beklenilen “an” düşüncesine de yer yoktur. Spinoza’ya göre, erdem, hareket halindeki “güç”tür. Spinoza “hak” düşüncesinin kaynağına da gücü yerleştirir. İnsanların eyleme güçlerini ellerinden alan siyasal iktidar, insanlara karşı savaş açmıştır. Barış, bedenlerin ve zihinlerin esas devindiricisi olan bu güce sahip çıkma, hayat üzerindeki baskıcı pratikleri ortadan kaldırılma, varlıkların kendi mecralarında, demokratik bir düzen uyarınca eylemeleridir. Barış, varlıkların var olma hakkıdır. Bütün diğer haklar bu kök haktan türeyerek saçaklanır.
Modern devlet yapılanmasından yahut reel siyasetin basireti bağlanmış kurumlarından değil, toplumun ve onu oluşturan tekil bireylerin ruhundan, maneviyatından süzülüp gelen, erdem katına yükseltilmiş barış tahayyüllerinden söz edilmediği, bu tahayyüller doğrultusunda eylemde bulunulmadığı sürece, sadece Kürt meselesinde değil, genel anlamıyla barış mücadelelerinde “provokasyon,” “çözüm,” “hassasiyet,” “süreç” gibi içi boş lafları daha çok duyacağa benziyoruz…