Başbakan Erdoğan yılın son gününde yaptığı “Millete Hizmet Yolunda” konuşmasında rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yargı içindeki örgütlü bir grubun “yargı darbesi” gerçekleştirmek için sorumsuzca ve militanca hareket etmesi olarak değerlendirdi. Yine başbakan yardımcısı Babacan yılın son gününde katıldığı NTV yayınında operasyonu “yargı, emniyet ve diğer devlet birimleri içinde kurulmuş bir yapının mini bir darbe girişimi” olarak tanımladı. En yetkili mercilerin bu haliyle yaptığı “darbe” tasvirinin medyada da Ak Parti’ye yakın gazeteciler tarafından müthiş enflasyonist bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Kısacası bir darbe söylemi almış başını gidiyor.
Darbe söyleminin bu denli sık kullanımına en son Gezi sürecinde şahit olmuştuk. Hem başbakan ve siyasiler hem de medyadaki iktidar yanlısı gazeteciler sık sık Gezi’nin bir darbe olduğunu iddia ettiler. Bununla da yetinmeyip darbeden marjinal gruplara, oradan dış güçlere, faiz lobisine, Otpor’a uzanan bir yaratıcılık(!) örneği sergilediler. (Bir not: Ne yazık ki Gezi’yle ilgili bu akıl tutulması kamuoyunu ikna etmeye yönelik zırvalar seviyesinde kalmayacak gibi. Zira Taraf’ta Hayko Bağdat’ın Aralık ortasında yaptığı habere göre Gezi’ye darbe davası hazırlığı yapılmakta. Önümüzdeki günlerde böyle bir davayla da karşılaşabiliriz.)
Darbe kavramı bu kadar sık kullanılınca kavramın müthiş bir tahrifata uğraması ve asıl anlamından kopması kaçınılmaz oluyor. Sosyal bilimlerde tanımlar üzerinde uzlaşı pozitif bilimlerdeki kadar güçlü değildir. Geniş uzlaşı sağlanılan tanımlar zaman içinde değişebildiği gibi aynı zaman diliminde farklı tanımlamaların da rekabet edebildiğini biliyoruz. Bu duruma bir de Türkiye faktörü eklenince tanımların hepten sulandırılması, kavramların kullanımında kafaya göre takılma durumu kaçınılmaz oluyor.
Askeri müdahaleler siyasal tarihimizde önemli bir yer tutuyor. Son yüzyıl içerisinde yaşanmış bir çırpıda sayabileceğimiz 1913 “Bab-ı Ali baskını”, 27 Mayıs “darbesi”, 12 Mart “muhtırası”, 12 Eylül “darbesi”, 28 Şubat “post-modern darbe”si, 27 Nisan “e-muhtırası” olarak anılan olaylar bu durumu kanıtlar nitelikte. Bu olayları tanımlamak için kullanılan darbe, ihtilal, muhtıra, e-muhtıra vs. gibi kavramlar ise zihin bulanıklığının ve tahrifatın boyutları hakkında ipuçları veriyor. Bazen bu olayların hepsi toptancı bir anlayışla darbe diye tanımlanırken bazen de darbe olarak tanımlanması gereken olaylar başka isimlerle tanımlanıyor.
Örneğin sol içinde 1960′larda başlayan tartışmalarda zihin bulanıklığı askerin yönetime el koymasını nasıl tanımlamak gerektiği sorusu üzerineydi. Kabaca söylersek darbe sol yanlısıysa adına “devrim”, sağ yanlısıysa adına “darbe” denmesi tezlerden biriydi. Bu tartışma bugün sosyalist sol adına kapandı. Zira sosyalistler aşağıdakilerin hayallerine ulaşmasının elitist bir zümrenin elinden olamayacağını askerlerden gördükleri zulüm sonucu bilfiil öğrendiler. Kemalist-ulusalcı solun ise askeri müdahale kavramının müspet tanımlamalarından kafasını çevirme eğiliminde olduğu gözükse de hesabı henüz kapattığı söylenemez.
Darbe-devrim tartışmasının yanında diğer bir zihin bulanıklığını da darbe-muhtıra ayrımı oluşturuyor. 27 Mayıs ve 12 Eylül askeri müdahaleleri hükümetin düşürülmesi, meclisin dağıtılması ve askerin bilfiil idareyi eline alması hasebiyle çok açık darbe örnekleridir. 12 Mart askeri müdahalesi ise mevcut hükümeti düşürmesine rağmen meclisi dağıtmamıştır. Meclisten kendisine yakın bir hükümet çıkarılmasını ve belli başlı yasal değişikliklerin yapılmasını dikte etmiştir. 28 Şubat askeri müdahalesi ise ne hükümeti düşürmüş ne de meclise dokunmuştur. Fakat askerler 28 Şubat’taki Milli Güvenlik Kurulu’nda dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’a bir takım siyasi kararları dayatmış ve sonunda Erbakan’ın istifa ettiği bir süreci başlatmıştır. Bu yönleriyle 12 Mart ve 28 Şubat askeri müdahaleleri muhtevaları itibarıyla 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinden ayrılmış, muhtıra ve post-modern darbe gibi kavramlar darbe kavramıyla değişmeli olarak kullanılmıştır.
Bu örneklerden görüleceği gibi darbe kavramı hâlihazırda toplumda zihin bulanıklığına yol açan bir kavram olagelmiştir. Fakat bütün zihin bulanıklıklarına rağmen bu örneklerin hepsinin “askerin siyasete müdahalesi” ortak paydasında buluşması söz konusudur. Dolayısıyla ortak payda isimlerinin “darbe” olup olmadığıyla ilgili değil, hepsinin “gayrimeşru” asker müdahaleleri olmasıyla ilgilidir. Ak Parti döneminde ise darbe kavramı hepten oyun hamuruna dönüşmüş, hâlihazırdaki zihin bulanıklığı hepten körüklenmiştir. Zira her olay darbe ile açıklanmaya başlanmış, tüm bulanıklığına rağmen tanımın ana yatağını oluşturan “askerin siyasete müdahalesi” ölçütü bir tarafa bırakılmıştır. Başta belirttiğim “Gezi darbesi” ve “yargı darbesi” söylemleri de bunun en bariz örnekleridir.
Bu tahrifat nasıl gerçekleşti? Öncelikle işin refleks boyutunu ortaya koymak gerekir. Son on yıla baktığımızda, Ak Parti askeri vesayetin üzerine gitme hususunda geniş bir kamuoyu desteğini yanına aldığını fark etti. Kendisini sol, sosyalist, liberal, demokrat, İslamcı diye adlandıran birçok kesimin askeri vesayeti geriletme hususunda Ak Parti’ye omuz vermesiyle oluşan blok kamuoyunda algı yönetimi bahsinde üstünlüğü ele geçirdi. Fakat bir yandan askeri vesayetin geriletilmesi gibi müspet bir iş becerilirken diğer yandan da Ergenekon ve Balyoz davalarında hukuksuzluklara ilişkin en ufak bir itiraz getirenlerin, bu muktedir halet-i ruhiye tarafından “darbecileri kollamak”, “darbeye destek vermek” ile itham edildiği görüldü. Kamuoyunda bu ithamın kabul görür hale gelmesiyle birlikte Ak Partili siyasiler ve medyadaki destekçileri darbe kavramının sihrinin farkına vardılar. Onların algısında darbe artık bir çekişmede kendilerine üstünlük getirecek siyaset üstü sihirli bir kavrama dönüşmüştü. Bu sihirli sözcük o kadar sık kullanılageldi ki bir süreden sonra kullanımı refleks halini aldı.
Fakat askeri vesayete karşı oluşturulan blok dağılınca darbe kavramı da kamuoyundaki sihirli gücünü kaybetti ve kavramın Ak Parti’nin sorunlu iktidar algısındaki bir semptom olduğu fark edildi. Bu algı Ak Parti’nin iktidarını mantıken “meşru yollardan” asla kaybedilemeyecek bir “kapalı devre” haline getirmesiyle ilgilidir. Kapalı devre mecazının esprisi, muktedirin iktidarını mantıken “meşru yollardan” kaybetmesinin tüm yollarını kapattığı tahayyülünden ileri geliyor. Örneğin buradakinin binde biri Japonya’da gerçekleşse mahalle muhtarlarının bile istifa edeceği yolsuzluk ve rüşvet olaylarından sonra yargıya yapılan müdahale veya herhangi bir batı Avrupa ülkesinde hükümetin meşruiyetini yitirmesine sebep verecek Gezi’deki insan haklarına aykırı polis vahşeti Ak Parti tarafından darbelere karşı yapıldığı söylenerek meşrulaştırılıyor. Buna ek olarak Ak Parti iktidarının meşruiyetinin sorgulanabileceği tek yerin sandık olduğunu iddia ediyor. Yani aslında “sandık” kavramı Ak Parti tarafından bu tahayyülde kapalı dediğimiz devrenin açık noktası olarak sunuluyor.
Fakat aslında tam da bu noktanın söylemi kapalı devre yapan en güçlü nokta olduğunun itirafı yine Ak Parti’den geliyor. Bir an için Gezi’deki insan hakları ihlallerinin, yolsuzluk ve rüşvet olayında kamuyu zarara uğratmanın müeyyidesinin yargı yoluyla değil de sandık yoluyla belirleneceği söylemini kabul edelim. Fakat mevzu burada bitmiyor. Muktedir “yardımcı” kuvvetlerle temel söylemini pekiştiriyor. Örneğin “Gezi’ciler yüzünden ülke şu kadar milyar dolar kaybetti”, “yolsuzluk operasyonu yüzünden dolar şu kadara fırladı”, “dış güçler düğmeye bastı” vs söylemleri gösteriyor ki yapılanların hesabı sandıkta bile sorulsa muktedirin bunun meşruiyetini kabul etmesi mümkün değil. Çünkü sandığa gömülse bile bu durumun darbe gibi gayrimeşru bir eylemin sonucu olduğunu iddia edecektir. Bu iddianın kanıtı Bülent Arınç’ın 18 Aralık’taki konuşmasında “1989’da ANAP’a yapılanlar” diye işaret ettiği durumdur. Anavatan Partisi’nin 1980′lerin başında kurduğu hegemonya çözülmüş, partinin oyları 1989 yerel seçimlerinde yarı yarıya düşmüş ve büyük bir mağlubiyet yaşanmıştır. Fakat belli ki Bülent Arınç “ANAP’a yapılanlar” diyerek bu durumun kendi nazarında gayrimeşru olduğunu itiraf ediyor.
Cemaatin devlet içinde “operasyonel” çalışan bir örgütlenmeye gitmesi ve bu olayın hukuksuzluğu bu yazının sınırları dışında kalır. Böyle bir durumdan söz etmek mümkünse de bunun darbe ile açıklanması Ak Parti’nin sorunlu iktidar algısının bir semptomudur. O zaman lafı dolandırmaya gerek yok. İktidarın güç kaybetmesine sebep olacak istisnasız her eylem -yolsuzluk ve rüşvet davası, kitlesel eylemler, seçimler- Ak Parti’nin söyleminde gayrimeşru kabul ediliyor. Böylece iktidar, açılması imkânsız olan bir “kapalı devre” olarak tahayyül edilmiş oluyor. Bu kapalı devrenin kalkanı ise gayrimeşru tabiatı itibarıyla seçilen, tahrif edilerek kullanılan “darbe” kavramı oluyor. Fakat anlıyoruz ki muharref bir kavram olan darbenin kullanımı iktidarın gücü ile ters orantılı ve bu enflasyonun sebebi iktidarın düşüşe geçmesiyle ilgili.
Bu politik savaşımda olan ise bulanıklaşan kavramlara ve zihinlere oluyor. Bir taraftan darbe gibi vahameti büyük olaylar toplumun zihninde bulanıklaşıyor. Her şey darbe ile açıklandığı için kavram bulanıklaşıyor ve o travmatik ağırlığını kaybediyor. Diğer taraftan ise Gezi gibi demokratik isyanlar veya yargının yolsuzluğu araştırması darbe denmek suretiyle gayrimeşru gösterildikleri için demokrasi ve hukuk devleti kavramları önemini yitiriyor.