Kader Erten’in hikayesi, haber bültenlerine ve gazete sayfalarına, -yayıncılığın “şaşmaz” asli kronolojisine sadıkane biçimde yine Üçüncü/Dördüncü” kalitede bir haber statüsüyle- düştüğü an, bir usta kalemin, Ziya Osman Saba’nın- mısraları dolandı da dolandı dilime…
“Çocukluğum,
Bir çekmecede unutulmuş
….
Artık bana sonsuz hasret
Sonsuz keder çocukluğum”
Ve bir başka hakim ismin, J.P Sartre’ın, sözü hasr eder Kader gerçeğini: “Cehennem Başkalarıdır”
Bir “çekmecede unutulan” çocukluğu, cehenneme çeviren “başkaları”,
Çocukluğu cehenneme çevrilmiş “Kader’den başkaları”,
12-14 yaşındaki çocuk bedenlerin bir cehennem “hasret”inde bırakıldığı “Çocukluk Halinin bam başkalıkları”…
“Başka”lığın bu denli çoğaldığı ve değiştiği, arttırılabilirliğinin mümkün olduğu bir dramda mesele, ne bir tıp terminolojisinin- pedofili tartışmalarının- hattında ilerleyecek yalınlıktadır ne de geleneğe has, içkin sanılan sistematik erkek egemenliği kavramından medet umularak açıklanabilecek tek boyutlu bir tahakküm ilişkisinde saklıdır, ikincisinin tonu, bu tabloda daha hakim gibi dursa da. Kuşkusuz ki, çocuk gelinler meselesinin fezlekesinde ”başkalarının başkaları” üzerinde söz hakkını ve hak ihlalini sıvazlayan, toplumun ve her türlü iktidar mekanizmasına yerleşmiş eril çıkarlarla kurgulanmış iktidar ilişkiler işlemektedir ve ataerkil ideolojik sakatlıklar yatmaktadır büyük ölçüde.
Ancak tam da böylesi zamanlarda hele de bu denli kritik, girift ilişkilerin, helezonik dinamiklerin işlediği konularda itirazlar paylaşılırken, görüşler bildirilirken, tartışmalar yapılırken bazen istemeden, fark etmeden de olsa çok daha derinden, kökten bir tehlike zerk edilir. Daha yerinde bir ifade ile itirazların nişan aldığı zehrin, karşısında kıyama durulan erkin dayandığı duvar, bir oxymoron çelişkisini andırırcasına daha da güçlendiriliverir. İşte bu meselenin barındırdığı çoklu dinamikler de yine iki uça evrilen bir tartışmanın sığlığında kapanmaktadır. Yani konu, pedofiliyi öne çıkararak tıp fetişizmine takılı kalanlarla, kadın bedenini, eril tahakkümün göstergesi olarak onu patriarkanın tek maddi temeline indirgeyen, cüz’i kalan feminist söz arasında salınan argümanlar arasında ilerleyen dar bir hatta sıkışmaya başlamıştır. Bu ise,“başkaları” üzerinde bu gibi durumlarda, gerekli olan yasal süreçleri/kararları ve tartışmaların seyrini etkileyerek, itiraz edilen, eleştirilen toplumsal algıları döngüsel biçimde tekrar tekrar yükseltebilme tehlikesini de beraberinde getirir.
Evet, her çocuk gelinin durumu pedofili ile açıklanamayacağı gibi, her çocuk gelin trajedisi de “Babanın Sözü”, “Yasa”sı, “Kocanın Beden Üzerindeki Sahipliği”ne takılı bir kültürel iktidar çeperi ile özetlenemez. Her ne kadar tıp literatüründe pedofili,“bir psikolojik rahatsızlık” olarak tanım bulsa da, “pedofili suçlu” tanımı, onu hastalıklı suçlu statüsüne sokar. Ve psikolojik hastalıklar toplumsal saikleri barındırmayan ve de sosyal yaralar açmayan, toplumsallıktan azade konular değildir, her durumda değildir. Kendilerini çocuklardan uzak tutan “acınası” pedofililer” olduğu gibi, “rahatsızlığını, dolayısıyla da tedaviyi asla kabul etmeyen” pek çok pedofili de, tıpkı böyle baba, abi, sevgili, koca, ağa kostümünü geçirip aramızda içimizde dolaşarak, “Çocuk Gelin”ler filmine motor verir.
Vehameti bir de soru ile ikame edecek olursak pek çok ülkede ve çoğu kez, bu gerçeği görmezden gelen yasalar, bu haberleri üçüncü sayfada yer vermeye layık gören haber anlayışı, çocuk pornografisi, bunlara mut’i olan yerel yöneticilere, hastane yetkililerine, imamlara yönelik caydırıcı cezalarda nekes mi nekes kesilen süreçler ve erken yaşta evliliklere tanık olan komşu, akraba, köy öğretmenlerinin vs lakayt/çaresiz ketumluğu, derin suskunluğu hep birlikte bir pedofili kültürünü, toplumsalın pedofili halini üretmez mi?, Cinsel çekiciliği çocuk bedenlerde görmeye/aramaya başlayan toplumsal bakışları tetiklemez mi? Bu toplumsal bakışlar ile kişisel gözler arasındaki mesafe birbirine ne kadar uzaklıktadır ki? Adını “gelenek” veyahut kültürle ikame etmiş pedofile meyilli toplumsallığın maraziliği, elbette ki pedofiliyi bu yanlışın tek membağı kılmaz ama gelgelim bu gerçek, onu çocuk gelinler konusundan bağımsız, kültürel oluşumlardan ayrıştırılması gereken analiz dışı ayrıksı bir başlık da kılmaz. Keza, böylesi bir ayrıştırma, ya pedofiliyi, onu üreten, tetikleyen, yaygınlaştıran “meçhul” faillerin sığındığı bir “özür” limanı yapacak ya da bu yaygınlaşmayla gelen “normalleştirmeler”de çocuklar üzerinden işleyen özgül sınıfsal/yaş/ekonomik/cinsel/ statüye dayalı himayeci- sömürücü tahakküm ilişkilerinin üstünü örtecektir. Bu tabloda paternal ilişkiler gün gibi aşikarsa da, paternal tahakkümün iç içe geçtiği ekonomik, statüye dayalı, sınıfsal eşitsizlikler göz ardı edilmemelidir.Çocuk yaşamları cehenneme çeviren himayeci, sömürücü, çıkarcı ilişkilerin pedofili karakterlerle kesiştiği özgül formlar deşifre edilmelidir. Bu nedenle, mesele, ataerkil bir kültürün neticelerinden biri olarak okunamayacak, “ilkel”liği sırıtıp duran ananevi pratiğe havale edilemeyecek kadar ekonomiktir, çağdaş bir meseledir, olayı dönüp dolaşıp cahiliyet retoriğinde noktalandırmaksa kıyası fasidedir. Türlü örtük pazarlıkların işlediği bu Çağdaş Karia’yı anlamada, ilkel dönemlere dayalı basit analojiler kafi olmadığı gibi, yanıltıcıdır.
12-13 yaşında evliliklere iyimser yaklaşmak cevrdir, çocukluk halinin bambaşkalıkları, çocuk olma güzelliğinin bambaşkalıkları adına cevrdir. Bir çocuğun evlilik özentisi ile öğretmen olma, doktor vs. olma imrentisi arasındaki geçiş öyle hızlıdır ki, arzular öyle değişken öyle istikrasızdır ki, çocukluğun güzelliği tam da bu tutarsızlık nedeniyledir. 12 yaşında bir çocuğun evliliğinde (buna hangi nedenlerle içine çekildiğini ya da bir pazarlığa onların da alet edilip edilmediklerini bilmediğimiz 16-17 yaşındaki erkek çocukları da ekleyin) “rıza” aramak, çocuk arzuları sabitlemek, çocukluğunu, çocukluğun bizzat kendine has o halini inkar etmek, içinde büyüyecek hayal ve arzuları boy vermeden katletmek demektir. Kültür, alışkanlık, adet lafzaları, İstismara dayalı bir ortamda ve eril pazarlıkların mahiyetiyle sosyalleşen, bedenini kimlerin ne şekilde tasarruf edebileceğini öğrenerek büyüyen vel hasılı, köyün en son çitini dünyanın sınırı sanan Ünzile’ler de “normal”liği, “gönüllülük” halini aramaya da yöneltebilir.
Oysa, pek çoğu, evlilik oyunu içinde büyürken, “başka”laşıp duracak arzularını ya da değişen bedenini hiç mi fark etmeyecektir? Tıpkı Picasso’nun “The Girl On The Mirror” tablosundaki gibi. Tıpkı bu tabloda, seyirciye kanlı-canlı görünen genç kızın yüzünün aynada kendine soluk, siyah, yaşlı görünmesi gibi, tıpkı seyirciye cinsel organ biçiminde görünen uzuvların, aynada daha biçimlenmemiş karışık beden parçaları biçiminde karşılık bulması gibi, tıpkı bizim yanaklarında allık sandığımız kırmızılıkların aynaya gözyaşı olarak yansıması gibi…
Ziya Osman Saba'nın mısralarıyla bitirelim...