Bir grup feminist eposta, bloglar, forumlar, facebook mesajlarıyla çeşitli tonlarda azarladı beni son yazım konusunda. Pek çoğu müthiş bir nezaketsizlik içerisinde ve hakaretler eşliğinde yaptı üstelik bunu.
Oysa ben ASLA “kürtaj yasaklanmalıdır” yahut “çocuk evlilikleri” kültürel bir şey olduğu için hoşgörülmelidir dememiştim. Tam tersine, apaçık bir Türkçeyle haldeki iletişim şekliyle çocuk evlilikleri yahut olası kürtaj yasağıyla efektif bir mücadele olamayacağını anlatmıştım. Konunun pedofili olmadığını, bunun konuyu bireye indireceğini, iletişimi ve dolayısıyla mücadeleyi etkisizleştireceğini söylemiştim.
Lakin belli ki ben de bir iletişim kazası yapmışım.
Kendi kelamı dışındaki her şeye (iletişime) bu kadar kapalı bir grubun doğru iletişime davet edilmesi paradoksal bir durumken yaptığımı atlamışım. Tabii “yahu doğru bir iletişim yöntemi değil bu” kadarcığına bile tahammül edemeyen bir tutuculukla yüz yüze kalmış olmam, işe yarama olasılığı düşük olsa da onlara doğru bildiğimi anlatmaya çalışma nezaketini göstermemi engellemez.
Şimdi aynı şeyleri, biraz daha açarak, biraz da “kızlı erkekli” şahit yazarak tekrarlayacağım. Bakalım bir işe yarayacak mı?
Önce kendi günahlarımı anlatayım.
1. Her şeyden önce yıllardır feministlerle birlikte eylem eyleyen, onların muhtelif agresif hallerini ve sebeplerini tanıyan, onlara çok da uzak olmayan birisi olarak bu kadar kısa yazmamalıydım. Sevgili arkadaşım Süha Ünsal’ın yazım üzerine sosyal medyada telaffuz ettiği “bu memlekette yazı yazarken sıklıkla, "ama", "lakin", "bununla birlikte", "... ise de", "sakın yanlış anlaşılmasın" gibi açıklayıcı ifadeler kullanılması gerekiyor” kutsal bilgisini ihmal etmemeliydim.
2. Yaklaşık olarak aynı sebeplerle duygusal örnekler eksikti. Bunu da yine sosyal medyada sevgili arkadaşım Nurgül Usta telaffuz etti: “Yazıdaki gerçekçilik rahatsız etmiş.. Aynı yazıya iki duygusal örnek eklense algılar başka yöne dönüverirdi.. İlginç, çok temiz anlatmışsın oysa.”
3. Erkek dünyasından “neler neler çektiğimi” özellikle ‘80’lerde uzun saçlı ve küpeli bir erkek olarak ne köşelerde sıkıştırıldığımı, Türkiye, İran ve Hindistan başta olmak üzere pek çok yerde uzun yıllar boyu nasıl bir sürekli sözlü ve fiziki tacize maruz kaldığımı filan anlatsaydım faydasını görürdüm.
4. Yukarıdakiler duygusal yahut retorik faktörler. Bir de analitik bir faktör var. “Benim bedenim benim kararım” meselesi dışında bir iletişim kazası örneği bulmam daha güzel olurdu. Bu konu, böyle kısaca geçiştirilebilecek bir konu değildi. Çok veçhesi vardı, ama iletişimi (bence) apaçık yanlış kurulmuştu. Peki niye böyle yaptım? Yine bir saflık eseri kampanyanın hedefine filan ulaşmadığını, muhafazakar çevrelerin, ülkenin ezici çoğunluğunun arkamızdan teneke çaldığının, kampanyanın ancak zaten kürtaj karşıtı çevrelerin kapalı devre PR’ı olduğunun artık bilindiğini düşündüm. Kampanyadan sonuç alınmadığının, hatta başbakanın mükemmelen “bir süre konu değiştirme” operasyonuna yağ sürdüğümüzün fark edildiğini sandım. “Arkamızdan” filan diyerek işe kendimi de katmamın sebebi aynı şekilde düşünüyor oluşum değil. (Tıpkı -rahat bıraktıkları zamanlarda, yani “bize” kaldığındaki- bütün sıkıcılığına ve yaratıcılığa uzaklığına rağmen her bir 1 Mayıs’a katıldığım gibi) çaresizlikten, elde bu kadarı olduğundan “Benim bedenim benim kararım” kampanya ve yürüyüşlerine de katılmış olmam. Yoksa vallahi de billahi de ne bu yanlış iletişimlere ne de hecelenerek atılan şiirsiz sloganlara bir merakım yok. Konu ciddi diye oralardayım. Konu ciddi diye o zaman çenemi tuttum. Ve evet, en başından beri erkeğim. (Şimdi de 1 Mayıs örneği yüzünden bakalım başıma neler gelecek. Ama aklıma gelen diğer örnekler hayvan hakları, çevre filan gibi yakından ilgilendiğim konularla ilgili. Oralarda da var aynı ortodoksi. Tek farkla, oralarda ağaç yahut tavuk değilsin konuşamazsın diyen yok.)
Erkeksen sus
Bir kere e-posta atılabilen bir dünyada hala şunu söylemek zorunda kalmaktan hakiki bir hicap duyuyorum. Milyonlarca kere söylendi, ama üç kuruş etmedi. Bu hayatta bilgi, ahlak yahut empati ve benzer açılardan bir problem yoksa ahkam konusundaki kısıtlama teşebbüsleri gülünçtür. Kürtlerin, çocukların, Zapatistlerin, LGBT bireylerin, erkeklerin yahut kadınların çektikleri konusundaki bir yargıya, vargıya, ahkama ulaşma hakkı nasıl olur da sadece ilişkin gruplara ait olabilir?
Elbette çeken bilir. Elbette ne çektiğini de en iyi çeken bilir. Lakin çektiği konusunda bir tek çeken konuşabilemez.
Aslında şu kadar basit: Benim hangi konuda ahkam keseceğime nasıl olur da başka birisi karar verebilir? Nasıl olur da bir konuda ahkam hakkı münhasıran bir grup insana ait olabilir?
Üstelik yazının büyük hedefleri yoktu. Apaçık ve aynen bu kelimelerle söylendiği gibi yazı, “bir yığın niyeti kutsal kampanyanın uğradığı iletişim kazaları” üzerineydi.
Yahu yazan bir herif, erkek tamam. Ahkam sınırları minik bir grup feminist tarafından belirlenmiş bir mahluk, onu da kabul edelim bir anlığına. Ama bu adam münhasıran kadınlara ait bu konunun niyetini kutsal bulmuş. İletişimini de hatalı. Ne var bunda bu kadar sinirlenecek allasen? Bir eksik insan formu olarak bile kabul etsek erkek denilen o “şeyi” bu kadarını da söyleyemeyecek mi? Sizi memnun etmek için sizin cebinizdeki hazır cümleleri bulup onları kullanmak nasıl bir irrasyonel zorunluluktur?
Bir sakin olun. Bunları söylemek için kadın olmaya değil, bir hedef sahibi iletişimin nasıl götürülmesi gerektiğine dair bilgi ve fikir sahibi olmaya ihtiyaç var. Benim yazıyı anlamak için de anlamaya niyet kafi.
Benim bedenim benim kararım
Önce yazının gerisi kadar tepki çekmiş olan kürtaj meselesini analım. Dediğim gibi, keşke daha güzel bir örnek bulsaydım. Madem bunu seçtim, daha uzun yazsaydım. Neyse yedim bir halt, değinmek farz oldu.
Ne olmuştu? Başbakan “Her kürtaj bir Uludere’dir” diyerek kendisini bir kere daha saçmalık denizine atmıştı. Ne kadar güzel bir fırsat vermişti kendisini hem Roboski hem kürtaj konusunda evire çevire hırpalamak için. Cevabı yarı çıplak vücutlara rujla “Benim bedenim benim kararım” yazmak mı olmalıydı? Bu cümlenin ne kadar fazla kadını, üstelik kürtajla herhangi bir problemi olmayan kadını dahi ne kadar ürküttüğü sonradan olsun fark edilmemiş olabilir mi?
Peki, gelen bir çok benzeri azarlamayı neredeyse temsilen Merin Sever ne demiş, bakalım.
“Örneğin bir erkek, kadınların –elbette sadece kadınların değil tüm insanların, ancak burada kadınlardan bahsettiğimiz için yazı boyunca böyle kullanıyoruz- en doğal hakkı olan “bedenleri üzerinde söz hakkı sahibi olma” hakkına ne “hak”la dil uzatabilir?”
Dilin sahibinin cinsiyeti yani yine önemli burada. Vay be. İmzayı Melis Solmaz diye atsam hak sahibiyim yani. Hak dağıtma mercii Merin Sever yetkiyi nereden almış? Sadece cinsiyetinden. Hımm.
“Doğum kontrol hapı yahut başka doğum kontrol yöntemleri kullanmamız, bir erkeği neden rahatsız eder?”
Araya başka yazı mı karışmış? Benim yazının hangi partikülerinden okunabilir bu? Ayıp, haksızlık, hepsinin ötesinde saçmalık.
Burada beni en çok üzen şu. Belli ki Merin Sever’den çok farklı yerlerde değiliz. Belli ki o da “keyfe keder” yahut “bir doğum kontrol yöntemi olarak” kürtaja karşıyken sırf bu argümanlara onun istediği gibi davranmadığım için -ve erkek olduğum için tabii- bana saldırmış olması. Netekim şu lafların daha fazlasını telaffuz edebilirim: “Zira çocuk sahibi olmak iki kişiyi de etkiliyorken, ikisinin de bunda rızası olması gerektiğini söylemek doğru değil midir? Bu soruya “evet” yanıtını veren hiç kimse, ne doğum kontrol yöntemlerine, ne de bu yöntemler başarısız olduğu takdirde (cerrahi/kalıcı olmayan ama aynı zamanda %100 garantili doğum kontrol yöntemi keşfedildi de bizim mi haberimiz yok?) kadının kürtaja başvurmasını engellemek kimin hakkıdır ve neden böyle bir hakkı olmalıdır?”
Ben, (pek çok insan gibi) kürtajın iyi bir şey olduğunu düşünen birisi değilim. “İnsan rahme düştükten ne kadar sonra insan olur” tartışmasının felsefi, hatta teolojik bir tartışma olduğu kesin. Bunun bilimsel cevaplarının göreli olduğu da kesin. Buna mukabil karnında bir şekilde istenmeyen bir çocuğu taşıyan bir kadının karar sahibi olmaması durumunda hem çocuğun hem kadının hayatının zulme dönme olasılığının yüksekliği de ortada. Tepki belki daha az çekerim diye düşünerek topu başkasına atayım, Mansur Hikmet gibi düşünüyorum:
“Biz kürtajın doğru bir eylem olmadığını düşünüyoruz. Bu sorunun hiç yaşanmadığı bir toplumun oluşmasını istiyoruz. İnsanların işlerinin bu noktaya varmadığı, böyle bir seçimle karı karşıya kalmadığı bir toplum istiyoruz. Bu tuhaf bir istek mi? Değil.
Ancak sırf istedik, arzuladık diye dış gerçeklik ortadan kalkmıyor. İstenmedik gebelikler, istenen gebelikten pişmanlıklar vardır, parasal, kültürel ve siyasal darboğazlar mevcuttur, kadın üzerinde sonsuz baskı vardır, dolayısıyla da birçok kişi için kürtaj bir çıkmazdan kurtulma yolu olarak ortaya çıkar. Kürtaj günümüz toplumunun bir gerçeğidir, toplum buna karşı omuz silkemez, buna göz yumamaz. Bu eylem herhangi bir devlet, parti veya siyasal hareketin isteminden bağımsız olarak fillen mevcuttur...”
İlişkin programı ve söyleşinin tamamını lütfen şuradan okuyun: http://www.m-hekmat.com/tu/1045tu.html
Peki, kürtaj bir hak mıdır hakikaten? Burada azıcık da Aksu Bora’yı dinleyelim:
“Hem belki yürürken biraz daha düşünme fırsatı bulurduk: Kürtaj hak mıdır? Yani mesela eğitim hakkı gibi, sağlık hakkı, bedensel dokunulmazlık, yaşam hakkı gibi bir hak mıdır? Hemencecik “ama ihlal…” demeyin, bir düşünün bunu derim. “Kürtaj hakkımız, söke söke alırız” demek nasıl geliyor mesela? Kürtajın yasaklanmasına karşı çıkmak için onu bir hak haline mi getirmemiz gerekiyor? Kürtaj gibi zorlu bir tercihi yapan kadın açısından, burada bir “hakkın kullanımı” mı söz konusudur? Yoksa bu zorlu tercihi yaptıktan sonra güvenli ve sağlıklı koşulların sağlanması mıdır hak olan?”.
Lütfen zahmet edip yazının tamamını okuyun: http://www.amargidergi.com/node/12
Benim yazının konusu bütün bunlar da değildi. Kampanyanın niyetini ortaya çıkarabilmek için edilecek kelamın beden sahipliği üzerinden kurulmasının yanlış olduğunu düşündüğümü söyledim. Algının büyük oranda “bir takım kadınların yarı çıplak vücutlarına rujla benim bedenim istediğimi yaparım ona” diyerek, Merin Sever’in tarif ettiği türden durumlarda değil, kayıtsız şartsız kürtajı savunmaları olarak algılandı.
Çocuk gelinler ve pedofili
Merin Sever, eleştirilerini hakikaten benim yazıyı okuyarak yaptıysa, yazıda geçen “Elbette çocuk gelinler mevzusu sert bir durumdur.” ne bileyim “Bir çocukla evlenmek çocuğun rızasıyla olsa dahi engellenmelidir.” yahut “Elbette çocuk evliliklerinin engellenmesi gerekir.” gibi Türkçesi net, içeriği belli şeyleri yoksaymış.
Bunlar, daha uzun ve biraz dramatize edilerek açıklansa daha iyi olurmuş belli ki. Ama ben, neticede Posta gazetesine değil Birikim Dergisi’ne yazdığım için bu kadarını yeterli bulmuştum.
Kabul, daha uzun anlatmalıydım. Ama “O kız çocuğunun “çocuk” olduğu, ne fizyolojik ne de psikolojik açıdan yetişkin ve evliliğe hazır olmadığını unutabiliriz.” (Merin Sever) filan gibi yine başka yazıya bakarak bana verilmiş cevapları ciddiye almayacağım. Nasıl alabilirim diye kafa yordum. Bulamadım. Yazıyı bir daha mı yazayım? Yazıda yazanlardan başka ne diyeyim? Ben de bir başka yazıya bakıp mı bir şeyler mi diyeyim?
Velhasıl Merin Sever’in savunduğu gibi çocuk gelin anormalliğini pedofili ilan ederek bir arpa boyu yol alabileceğimizi sanmıyorum. Hoş, Merin Sever’in olası yolu benimle beraber almak istemediği de ortada ya.
Bu yazı için telefon edip sordum. Benim dedem, anneannemle 15 yaşındayken evlenmiş. Karşımdaki arkadaşımın babannesi 14 yaşındaymış. Çaprazımda oturan arkadaşımın 40 yaşındaki komşusu 14 yaşındayken evlenmiş. Bir yığın celebrity’den, politikacıdan filan hiç bahsetmeyelim…
Hiç görmediğim, hatıralarıyla, salondaki kocaman fotoğrafına bakarak büyüdüğüm sevgili dedeme pedofili diyemeyeceğim. Anneannem, annem, feminist teyzem, bacaklarını kırardı diyenin.
Hadi ben bu grup feministin niyetini anlıyorum. Ama bunun hakikaten doğru bir iletişim biçimi olduğuna emin misiniz? Tutun ki pedofili tanımını yok saymak doğru bir şey. Sokaktaki adamla kurulacak doğru iletişim ona dedelerinin komşularının yahut kendisinin pedofili olduğunu söylemek mi? Çocuk evliliklerinin muhattap çocuk en başta olmak üzere sayısız felakete yol açtığı kesin. Ama konu bireysel mi hakikaten?
Burada bir zımni anlaşma olduğunun ve asıl sorunu bunun oluşturduğunun farkında değil misiniz? Anlatılması gereken bu olamaz mı? Bu şekilde neden daha etkili olmasın?
Hem çocuk gelin ne demek? Bilmez misiniz her ülkede gelinlerin çocukları sempatiktir. Düğünlerde asıl gelinin peşinde yürür, et bebek şeklinde gelin arabalarının önüne oturtulurlar. Bu kadar sempatik bir şeyin aslında ne kadar korkunç sonuçlara yol açtığını anlatmanın yolu “çocuk gelin / pedofili” demek mi hakikaten?
Bakınız Hülya Gülbahar ne güzel demiş: ““Çocuk gelin” kavramlaştırması konuyu ne kadar olağan, masum hoşgörülebilir bir hale getirmeye hizmet ediyorsa; “pedofili/sübyancılık” damgası da o kadar istisnai, özel ve de “tıbbi” bir sorun haline getirmeye hizmet ediyor.”
Ve eklemiş: “Bu durumda, kimi feminist kadınlar da dahil olmak üzere herkes; ne kadar iyiniyetle olursa olsun, son tahlilde sorun yaratan “bireye” yöneliyor ve çözümü bu “hasta” bireyin hadım/linç/idam edilmesinde görüyor.”
Ve en vurucu kısım olarak şunu söylüyor: “Oysa asıl sorun toplumsal yapıda ve bu yapının kurgulanışında!”
Lütfen yazının tamamını okuyun. Elleri dert görmesin, Hülya Gülbahar çok güzel anlatmış: http://t24.com.tr/yazi/torenle-tecavuz/8365
Sonuç
Merin Sever, “Rousseau’dan bugüne, erkek cephesinde değişen pek bir şey yok anlaşılan” diyerek bağlamış yazıyı. Sağolsun beni erkek cephesinin temsilcilerinden birisi ilan etmiş sanırım. Lakin ben bırakın cephe temsilciliğini erkekliğimle dahi hiçbir zaman gurur duymadım. İnsanın erkekliğiyle, Türklüğüyle, Lazlığıyla (Lazım o bakımdan), kadınlığıyla yahut insan oluşuyla gururlanmasını da hiç anlamadım. Dolayısıyla bu temsilcilik atamasını reddediyorum.
Yazımı azar yiyen yazıya başladığım gibi bitirmek istiyorum: “İletişimde karşındakinin niyet okuyuculuğuna güvenmek ne yazık ki sık yapılan bir hata. Bu yüzden bir yığın niyeti kutsal kampanya iletişim kazasına kurban gidiyor.”