Metin Solmaz ve Can Başkent’in yazılarıyla, yeniden kürtajı tartışmaya başladığımız gibi, henüz bunu tanımlamak için hangi kelimeyi kullanacağımızdan emin olamadığımız, farklı farklı öneriler getirdiğimiz çocuk evlilikleri ve bunun pedofiliyle ilişkisinin olup olmadığı -yahut ne kadar olduğu- meselesini de bir kez daha ele alır olduk. Bunlar hem çok önemli iki tartışma alanı, hem de bu konuları birbirlerine katıp karıştırıp tartışmak imkansız, bu yüzden bir yazıya sıkıştırılamayacak kadar önemli bir konu olan pedofili ve çocuk evlilikleri meselesine değinmeyi sonraki yazıya erteleyerek, öncelikle her iki yazarın üslup ve dilini tartışan bir yazı yazmayı yeğledim. Neden buna öncelik tanıyorum? Çünkü bu üstten bakan üslup, bu ahkâm kesmecilikle, bu feministleri aşağılayan-ötekileştiren ve kadınlara duygusal şiddet uygulayan yazım tarzı devam ettikçe diyalog kurmak imkânsızlaşıyor!
Metin Solmaz’ın yazısı, sosyal medyada kendisinin hırçın bulduğu –ki buna ben de dâhilim- bir üslupla eleştirildi. Oysa ki öfke iyidir, insanı dinç tutar! Öfkelenmemek, o şeye duyarsızlığınızı yitirmek anlamına gelebilir. Öfkelendikten sonra, öfkenizi belki satırlara fazla yansıtmamak, serinkanlı davranmaya çalışmak daha “güzel” bir yol olabilir, kabul ederim, ancak okuduğum zaman beni son derece sinirlendiren bu yazıya cevap hazırlarken öfkemi serbest bırakmayı tercih etmiştim.
Peki neden bu kadar kızmıştım(k)? Birinci sebebi kullanılan üsluptu, sonradan her iki yazarda da tekrar gördüğümüz tepeden bakan, buyurgan, “en iyisini biz biliriz”ci havayı satırlardan sızdıran üslup… Ben bunu “ahkâm kesmek” olarak adlandırdım, elbette başka kelimelerle de tarif edilebilir. Metin Solmaz ısrarla bu eleştiriyi yok saymakta direniyor, akıllıca kurgulanmış bir manevrayla kendisine “erkek olduğu için saldırıldığını” iddia ediyor, hâlbuki kendisinin hedef aldığı yazım “Kadınlarla ilgili her konu, aynı zamanda toplumu ve o toplumun bir parçası olan erkekleri de ilgilendiriyor. Bu sebeple, erkeklerin de bu konular üzerine düşünmesi, yazması kadar normal bir şey yok. Peki ya ‘ahkâm kesmek’? Bu nereye kadar ‘normal’?” cümleleriyle başlıyordu! Solmaz bu cümleleri görmezden gelip, meseleyi “erkekliğine” yıkmaya çalıştığı gibi, derdini anlatmaktan gayrı her şeyi yaptığı yazısına “neden kızıldığını anlamadığını” iddia ediyor. Solmaz’ın ve sadece onun değil, benzer hataya düşen birçok erkeğin yazısında sinir bozucu olan şey, bu konuları tartışmaya açmaları değil, tepeden bakan, feministler başta olmak üzere kadınları suçlayan bir ton kullanmaları, “ahkâm keser” poza bürünmeleridir, bu yüzden Solmaz’ın konuyu “cinsiyetim yüzünden böyle eleştirildim” noktasına çekmeye çalışması kesinlikle kabul edilemez. Eğer mesele cinsiyetten ibaret olsaydı, hepsi kadın olan “kadın ve aileden sorumlu” bakanlar bunca eleştirilmezdi. Esasen “ahkâm keser” tonda yazan biri, cinsiyeti ve üzerine yazdığı konu her ne olursa olsun iticidir ve bu üslubu eleştirmek de hakkımızdır -tıpkı benim öfkesinin üstünü örtmeyen üslubumun da eleştirilebileceği gibi... Söz söylemek ile “ahkâm kesmek” arasında ciddi bir fark varken, “iletişim stratejileri”nden dem vuran birinden daha iyi bir iletişim stratejisi kurması beklenirdi, ancak Solmaz aynı üslubu sürdürüyor. Öyleyse şunu söylemek boynumuzun borcu, (“benim feminist arkadaşlarım da var” dercesine) bahsettiği, “onların agresif hallerini ve sebeplerini bilirim” dediği feministlerle nasıl bir dil kuracağını bilmiyor Solmaz. Kullandığı dil, feministlerin tam da gına getirdiği üstten bakan, ahkâm kesen dil. Hayır, itham ettiği gibi “ahkâm kesme beratı” dağıtmıyoruz, zira diyalog denen şeyin ahkâm keserek kurulamayacağını düşünüyoruz. Yani mesele, Solmaz’ın iddia ettiği gibi, “kampanyanın dilini eleştirdim tahammül edemediler, çok kısa yazdım anlamadılar, erkeğim diye saldırdılar” meselesi değildir, artık bunu anlamasını umuyoruz. Çünkü “çocuk gelin” lafına karşı olan-olmayan yahut “çocuk evlilikleri pedofilidir -onun bir alt koludur- hiç alakası yoktur” diyen birçok feminist var, ancak sadece kendisini destekleyenleri “makbul feminist” noktasına yükseltip, kendisine (kendisiyle aynı fikirde bile olsa) üslubu, dili yüzünden tepki gösteren feministleri “bir kısım feminist” diye ötekileştirmesi, iletişim konusunda hata üstüne hata yaptığının göstergesidir. Dahası, alaycı olacağım derken feministleri “erkekleri aşağı gören-onları eksik insan sayan, erkeklerden nefret eden” tiplemeler haline dönüştüren cümleler, gerçekten diyalog kurmak isteyen feministleri bile itecek kudrettedir ve böyle cümlelerin sahipleri, bu hatalarında ısrar ettiği sürece elbette tepki alacaktır.
Gelelim bu konuda kızgınlık uyandıran, üslubun da parçası sayılabilecek bir başka noktaya: Dil. Feministlerin, dilin kullanımı konusunda hem ciddi bir hukukî-sosyal mücadelesi hem de özel bir dikkati var, tıpkı diğer muktedir olmayan gruplar gibi… Nasıl ki gazete haberlerinde kullanılan “iktidar dili”ni eleştiriyorsak, feministler de bu konularla ilgili aynı eleştiriyi yapıyor, çünkü iktidarın dilini kullanarak feminist hassasiyetle dert anlatmak imkânsız, derdiniz-niyetiniz sahih olsa dahi kullandığınız dil yüzünden tam tersi bir etki bile yaratabilirsiniz. Sadece feminist meselede değil, iktisatta yahut hukukta da kimin diliyle konuştuğumuz “tarafımızı” belli etmez mi? Hem Solmaz, hem Başkent, hem de bu argümanlarla konuşan diğer insanlar benim için “muktedir eril dili” kullanan kişiler olarak “erkekler kampı”na dâhildir, hem de diğer kimlikleri yahut cinsiyetlerinden bağımsız olarak… Solmaz, kendi deyimiyle Türk, Laz, erkek olmakla “gururlanmadığını” söylerken dahi bunu bir lütuf gibi sunarken, biz kadınlar neden kadın olduğumuzu “umursamamak” zorunda olalım? Mücadele etmemiz gereken hiçbir alan kalmadı mı, her şey güllük gülistanlık mı oldu ki kadın kimliğimizi geri atalım - hatta öyle bir durumda bile gerekli mi? Muktedir olan, diğer kesimlere hep “kimliğini öne çıkarmaması”nı öğütler zaten, çünkü ezen-ezilen ayrımını örten bu tavır muktedir olanın lehinedir, bu tavrı yalnız kadın-erkek meselesinde değil, etnik, millî, dinî alanlarda da görürüz, kimliğine tutunarak mücadele eden taraf hep “bozgunculuk yapan” taraf olur. Bu suçlayıcı dili kullanan yazılar da, doğal olarak kadınların –hem de “bir kısım feminist”ten çok daha fazlasının- tepkisini çeker. Şunun anlaşılmasını isterim ki, “çocuk gelin” gibi facia bir tanımlamayı kullanan kampanyalara da aynı sebeple karşı çıkıyoruz, “özensiz” yazılmış eleştirel yazılara da, muktedir dilini tercih edenlere de… “Benim niyetim iyiydi” demek durumu kurtarmaya yetmiyor, çünkü niyeti iyi olan birinin, niyetine uygun bir dil kullanmasını bekliyoruz. (Bunun için, mesela 5 Harfliler’in dili eleştiren şu yazısına bakabiliriz http://www.5harfliler.com/gel-gel-gel-insafa-gel-insafa-gelecekler-kan-kardesler/ ) Bu konuda meşhur olmuş şu cümleyi hatırlayalım, “dil ifşa eder, dil inşa eder”. Zihniyeti muktedirinkinden farklı olan birinin dili de farklıdır, muktedirin kullandığı kelimeleri-argümanları eleştirip, süzgeçten geçirmiş, kendi söylemini yaratmıştır. En önemlisi de, böyle biri dilin, söylemin yeniden inşa etme gücünü göz ardı etmez. Eğer bir yazının tonu, dili, hâkim görüşü bir kez daha “normalleştiren” tarzda kurgulanmışsa, amacınız onu “normalleştirmek” olmasa bile, elbette bu kurgunuz eleştiri alacaktır. Nitekim Solmaz’ın da, Başkent’in de yazılarındaki dil ve söylem, hâkim düşünceleri (“niyetleri” o olsa da olmasa da) yeniden inşa eden, tekrarlayan, bunu yaparken de son derece tepeden bakan yazılardı (“ahkâm kesmek”ten kasıt da, yine bu idi bir bakıma), bunun için birkaç somut örnek vermenin de iyi olacağını düşünüyorum:
Öncelikle, her iki yazıda da beni en çok şaşırtan şey, rahimdeki ilk haftalarında bir hücre grubu, bir kan pıhtısından öte olmayan zigotun, taa en başından “bebek”le bir tutulmasıydı. (Sonradan Solmaz bu konuyu hatırlayıp bunun net bir tanımı olmadığına kısaca değindi.) Biraz açalım, neyin “bebek” olduğu, zigot-embriyo-fetüs çizgisinde bir hücreyle başlayan oluşumun kaçıncı haftadan itibaren “bebek” sayılması gerekeceği, tıp, hukuk ve din tartışmalarında olduğu kadar feminist tarihte de en ateşli haliyle yer almış bir konu; oysa Solmaz ve Başkent’in yazılarındaki cümleler, TV programında “Doğmamış Bebekten Mektup” okuyan Nazlı Ilıcak ve benzeri muhafazakârların argümanlarından pek de farklı değildi. “Ama o bir ‘bebek’, o bir ‘can’, onun yaşamı ‘sonlandırılmalı’ mı?” minvalli bu cümleler, kullandığı dil ve argümanlar açısından standart muhafazakâr söylemden ne kadar ayrılabilir? Bunlar, kadının üstünde bir baskı kuran ve duygusal şiddet uygulayan cümleler, eğer bu cümleleri bu bir muhafazakârın ağzından duysak zaten şaşırmazdık, çünkü bunları ilk kez duymuyoruz. Olaya muhafazakâr söylemin dışından bakarsak, henüz varlığı bile ortada olmayan bir “bireyden” bahsedilebilir mi, kalp atışı dahi oluşmamış bir varlığa “bebek” denebilir mi? Bu sorulara eğer “ama o potansiyel bir birey” cevabı verilirse, bu argüman, neredeyse mizah dergilerine malzeme olacak şekilde, sonunda her sperm ve yumurta hücresinin de “potansiyel bir birey” sayılmasına kadar gider, ki yazarların da bunu kastettiğini sanmam. Zannımca onların kastettikleri, “zigot”, hani şu (feminist) kadınların ısrarla “Hayır o bir ‘bebek’ değil” dedikleri zigot… Tıbbî açıdan ne kadar “canlı varlık, kişi” sayılacağı bile tartışmalı olan “zigot”tan, insanların hislerini uyaracak şekilde romantikleştirerek ve “bebek” diye bahsetmek –yahut bebekle bir utarak bahsetmek-, onu “sonlandırmak”tan söz etmek –henüz ‘birey, canlı varlık’ sayılmayan bir şeyin ‘yaşam’ı ‘sonlandırılabilir’ mi?- muhtemelen bir dikkatsizlik eseri (ama bu, “Neden bu konuda dikkatsizce yazıyorlar?” sorusunu sormaya engel değil asla), en kötü ihtimalle ise belli bir amaç güden bir manipülasyon. Kürtaj meselesini, Başkent gibi “yekpare” şekilde, işin tıbbî boyutu, zaman sınırlaması, “bebek” tanımının nereden itibaren geçerli olabileceği gibi unsurlarını dikkate almadan tartışmak, netleştirmek imkânsız. Eğer yazarlarımız da dilin ifşa ve inşa ettiği fikrine katılıyorlarsa, kürtaj gibi bir konuyu daha dikkatlice, onu etkileyen, biçimlendiren unsurları dikkate alarak ve kelimeleri itinayla seçerek tartışmak daha doğru olmaz mıydı?
Konunun dil ve söylem yönüne değinen bir başka örnek verelim, Başkent, babanın istediği ancak annenin istemediği bir zigotun “bir yıllık rahatsızlık yüzünden” aldırılmasını meşru bulmadığını söylüyor. Cümlelerinde, “keyfi ve rahatı uğruna istemediği bir bebeği aldıran kadınlar” diyerek bu kadınlara yönelik bir suçlama yapıyor, onları zımnen “bencillik”le ve “bebeğe” yaşam hakkı vermemekle suçluyor. Bu suçlama –“enflasyon yaratmamak uğruna” zikretmemeye çalıştığım- ataerkil zihniyetten, erkek dayatmacılığından başka neyle açıklanabilir sahiden? Başkent ideal olanın, “keyfi ve rahatı hilafına da olsa” bu çocuğu doğuran kadın olduğu söylüyor bize, hem de istemiyor bile olsa! Çocuk sahibi olmak isteyen kadınların bile hamilelik döneminde yaşadıkları sıkıntılardan ne kadar şikâyetçi oldukları düşünülürse, çocuk sahibi olmayı dahi istemeyenler bu sıkıntılara neden katlanmalı? Başkent’in “çünkü baba istiyor ve bebeğin bakımını üstlenmeye razı” cümlesi beni ikna edemiyor, çünkü öne sürdüğü tek şey, kadın sıkıntı da çekse, baba adayı istediği için o bebeği doğurması gerektiği. Buradan çok ürkütücü bulduğum bazı sonuçlar çıkıyor: Öncelikle çocukla diğer ebeveyn ilgilenecekse (kadın-erkek ayrımı bile gözetmiyorum bu konuda) o zaman çocuğu istemeyen taraf da doğuma razı olmalıdır, çünkü diğer taraf çocukla maddi-manevi ilgilenmeyi kabul ettiyse, o kişinin “çocuk sahibi olmayı reddetme hakkı” yoktur. Bu fikre göre, istemediği halde bir çocuğunun olması o bireyi vicdani sebeplerle yahut kişisel tercihleri sonucunda rahatsız edemez, onun bu çocuğun doğumuna razı gelmeme hakkı yoktur. O kişi üreme fikrine mi karşıymış, kendi genlerini taşıyan bir çocuğun olmasını mı istemiyormuş, ne gam! Hani neredeyse “bakımını sen üstlenmiyorsun zaten, bir zahmet doğuruver” diyen bu fikrin iler tutar hiçbir yanı olmadığı çok açık. Çocuğun aldırılmasında değil, esas dünyaya gelmesinde oybirliği gerektiğini düşünen biri olarak, bu fikrimi önceki yazımda da “dünyaya bir çocuk gelecekse iki tarafın da rızası olmalıdır” cümlesiyle belirtmiştim, ancak Başkent bu cümlemi de içeren paragrafı alıntıladığı halde, bu açıklamamı göz ardı ediyor. Oysa ki, bu konudaki görüşüm açıktır, her iki tarafın da rızasının olmadığı bir doğumu etik bulmuyorum, çünkü herkesin “çocuk sahibi olmayı reddetme” hakkı olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte, baba adayının rızasının olmadığı bir hamilelikte, zigotun alınması da yine kadın vücuduna bir müdahale içereceğinden durum bu kez başka bir şekilde ‘bedene müdahale’ haline dönebilir, bu da elbette gözden kaçırılmaması gereken bir nokta. Kadın bedenine böyle bir müdahaleyi kabul etmem mümkün değil, yine de, bu durumun bu kez karşı tarafın “çocuk sahibi olmayı reddetme” hakkını ihlal eden bir sonuç oluşturduğu kesin. Sanırım bu denklemde en talihsiz şık, Başkent’in düşündüğünün aksine, annenin doğurmayı isteyip babanın istemediği şıktır. Bu konuda Başkent ayrıca, kadının doğurmak istemediği ancak babanın çocuk sahibi olmak istediği bir hamilelikte feminizmin olayı yekpare şekilde ele aldığını iddia ediyor. Buraya bir parantez açalım, hangi ideoloji “yekpare” ki, feminizm olsun? Her ideolojide, bir konu üstüne farklı sözler söyleyenler varken, feminizmde neden çokseslilik olmadığı düşünülmüş? Örneğin ben, etik olarak iki kişinin de rızası olması gerektiğini düşünüyorum, ancak başka feministler başka görüşlerde olabilirler. Burada olayı yekpare ele alan kim gerçekten, feminizm mi, yoksa Başkent mi?
Yazının içinde bir de ciddi bir tutarsızlık var, bir yandan feminizm, kadınlara, kendi bedenleri üzerinde kendilerinin söz sahibi olması gerektiği görüşünü simgeleyen “Benim Bedenim Benim Kararım” cümlesi üzerinden eleştiriliyor, az sonrasında ise sanki tecavüze uğramış olsa dahi doğurmayı tercih eden kadınları “daha az feminist” olmakla suçlayan, sanki onları bu kararlarından döndürmeye çalışan bir feminizm varmış gibi konuşuluyor. Karar verelim, feminizm kadınlara tercihler sunarak, onlara çıkış yollarından bahseden ve kararlarını kendilerinin vermelerini sağlamaya çalışan bir yol mu, yoksa “bak sadece bu benim dediğim yol doğru, bundan git” diyen bir despotluk mu? Kürtaj da dâhil olmak üzere, feminizm, kadınlara bir çıkış sunmayı amaçlar, ama asla onlara “bunu yap!” diye dikte etmez, tercihlerinden ötürü onları yargılamaz. Bunu yapmak, feminizmin varlık sebebine aykırı olur, zira onun varlık amaçlarından biri de kadınların bu yargılamalardan kurtulmasıdır. Feminizm, “kürtaj hakkı” (evet “hakkı”, çünkü kürtajın da, sonrasındaki gerekli sağlık koşullarının sağlanması da gerekli birer haktır, illa birini seçmemize gerek yok, ikisini de istiyoruz) gibi hakları elde etmek için mücadele eder, bunları kullanıp kullanmamak her bir kadının kendi inisiyatifine kalmıştır, çünkü her birinin kendi bedeniyle ne yapacağı kendi tercihidir.
Dil konusundaki son noktam da feminizmi alttan alta suçlayan bu dil ile alâkalı; kadının rızasının olmadığı bir doğumun kürtajla engellenmesini savunan feminist tez, “vahşi” olmakla itham ediliyor, ısrarla ‘bebeğin’ yaşam hakkından dem vurarak olayda kadının konumu göz ardı ediliyor. Paragrafı hatırlayalım: “Argümanın ‘Benim bedenim’ üzerine kurulması, yaklaşık 12 aylık bir fiziksel ve psikolojik zorluklar silsilesinin, bir bebeğin hayatından daha önemli olduğu anlamına gelir. Bu çok vahşi bir tezdir.”
Bu cümlelerde, daha en başından ileride “babanın çocuğu” olması öngörülen bu zigota “bebek” denmesini, hal-i hazırda var olan bir kadının çekeceği zorlukların henüz kalp atışı bile olmayan bir zigotun ilerideki potansiyeli uğruna feda edilmesini zaten irdeledik. Ancak son bir nokta kaldı, o da bu feminist tezin “vahşi” bulunması! Hâlbuki bir başka bakış açısına göre de, varlığı bile ortada olmayan, canlılığı tartışılabilecek konumda olan bir pıhtının, hal-i hazırda yaşayan bir kadını doğumdan önce ve sonra çeşitli psikolojik ve fiziksel sıkıntılara maruz bırakmak uğruna aldırılmasına karşı çıkmak son derece “vahşi”dir. Başkent, doğumdan önce kendisine “kuluçka makinesi” muamelesi yapılan bir kadının neler hissedeceğini zaten düşünmediği gibi, eğer doğumdan sonra bebekle baba tarafından maddi-manevi ilgilenilecekse, o çocuğu istemeyen kişinin hiçbir sıkıntı çekmeyeceğini, hatta deyim yerindeyse bu durumu umursamayacağını varsayıyor. Bebeğin büyürken perişan olabileceğini düşünüyor da, kadının “bakımıyla uğraşmadığı halde” kendisinden olma bir çocuğun var olması fikrinden rahatsız olabileceğini düşünmüyor. Babayı da, bebeği de düşünürken işin bu noktasını kaçırıyor, kaçırmakla kalmayıp feminist tezi de suçluyor. Bu suçlayıcı dil, kendi ideal kadınını “istemediği bebeği bile, kendi rahat ve keyfi hilafına da olsa doğuran kadın” diye tarif edip bunun aksi yönünde davranan kadını zımni olarak “bencillik”le suçluyor, onun “bebeğin yaşam hakkı”nı umursamadığını ilan ediyor, ancak tüm bu yazı boyunca kadının neden kendi rahat ve keyfini hiçe sayması gerektiğini açıklamayı başaramıyor. Ne yana dönsek, elde kalan şey “bencil olmasın, bir bebek doğurmak için rahatından ve keyfinden ödün versin”den öteye gidemiyor. Feministlerin argümanlarını yetersiz bulan Başkent’in kendi argümanının bu kadar dayanaksız olması gerçekten şaşırtıcı, bu argümanın muhafazakâr argümanlarla bu kadar paralel olması ise hayal kırıklığı yaratıyor.
Zigottan peşinen “bebek” diye bahsedelim, kürtajı işin içine çeşitli unsurlarını katmadan konuşalım, feminist tarihteki tartışmaları ve feminizmin kendi içinde farklılıklar içerdiğini göz ardı edelim, tüm bunları yaparken kadınları ve feminizmi suçlayan bir dil kullanalım, hatta idealimize uymayan kadını alttan alta “bencillik”le suçlayalım, muktedirin/muhafazakârların dil ve argümanlarından ayırt edilemeyecek bir söylem kurgulayalım ve sonra “ama benim niyetim başka” diyerek feministlerden öfkelenmemelerini bekleyelim? Biraz fazla şey beklemiyor musunuz?