Genelleşmiş Sapıklık

Her şey ortalığa saçılmış görünüyor. Sürekli haberdar ediliyoruz. Daha önce yetkili ağızlardan duymaya hiç alışık olmadığımız ifşaatların bini bir para. Bu sayede geniş bir şebeke halinde ve hemen her alanda yolsuzluk ve rüşvet çarkları kurmuş olanlar, hırsızlar, yargıyı ve polisi sinsice bir plan dahilinde ele geçirmiş odaklar, paralel devlet, kirli ittifaklar, pis hesaplar bir bir önümüze seriliyor. Paraya ve güce tahvil edebilecekleri her şeye inanılmaz bir aç gözlülükle saldırmışlar. Önlerine ne çıkarsa yutmak isteyen bir canavar gibi davranmışlar. Hiç tatmin olmamışlar. Dururlar, öğütmekten vazgeçerlerse dengelerini kaybedeceklerinden korkmuşlar sanki. Ara vermeden devam etmişler. Her türlü kılıfı kullanmış, bütün kavramları istismar etmişler. Öylesine fütursuzca hareket etmişler, hepsinin yanlarına kar kalacağından o kadar eminlermiş ki! En ufak bir tedbire bile gerek duymamışlar.

Her şeyi bilemeyeceğiz yine de: Bunca yıllık ortaklığı çatlatan şeyin ne olduğunu, bu sefer hangi ortaklıkların sahneye sürüldüğünü, hangi derin işbirliklerinin planlandığını, Hangi pis pazarlıkların pişirildiğini, belirli aktörlerin rolünü, hangi sermaye çıkarlarının gözetildiğini, zamanlamaya ilişkin kararın hangi süreçlerde kotarıldığını filan.. Buna gerek de yok belki.

Nerede duracağımızı, yerimizi bilmek; bu bize yeter. Rantın ve iktidarın şehvetiyle kendinden geçmiş iki taraf olduklarını, bölüşemedikleri şeyin bu olduğunu bilelim yeter. Ali İsmail’i unutmayalım… Ethem’i, Abdullah’ı, Mehmet’i, Medeni’yi, Ahmet’i, Hasan Ferit’i, Berkin’i… Roboski’yi; “unutursam kalbim kurusun” dedik ya bi kere, hatırlamaktan vazgeçmeyelim…Bu yeter işte bize.

Nefret onların ortak ve asıl harcı; hepimize duydukları ölümcül nefret, öldüresiye hınç. Küresel sosyo-ekonomik eşitsizliğin kahredici şiddetiyle beli bükülmüş, yersiz yurtsuz kalmış, hayatı ve geleceği karartılmış, dışarı atılmış hepimizin yeminli düşmanı onlar. Pis banknot hesaplarının dışında kalanlar; yoksullar, Kürtler, gençler, çocuklar, kadınlar, bir türlü iki yakası bir araya gelmeyenler aynı nefret, hınç ve düşmanlığın menziline çoktan yerleştirilmiş olduğumuzu hiç unutmayalım.

Şu soruyu yine de soralım ama: Buradaki sahnenin tamamını kat eden, görünür bütün işaretleri neredeyse gölgeleyen asıl şey alenen gösterilen utanmazlık değil midir? Şu ağır haysiyet kaybı yani? Mide bulandırıcı arsızlık ya da? Bütün iktidar ve güç kavgalarında aşağı yukarı benzer biçimlerde açığa çıkan ilişki ve yapılardan bağımsız olarak, bağıra çağıra icra edilenin kardan söz ediyorum. Sefil inkar söyleminden. Gözümüzün içine baka baka ve toplu şahitliğimizi zerrece umursamadan inkar ediyorlar çünkü. Yüzleri bile kızarmıyor mesela. Aynı anda hem tekinsiz hem çürümüş bir şey yok mu bu çiğ yüzsüzlükte? Bugünlerin toplumsal ve kültürel iklimini kavramak için içinden tek bir şey çekip almamız gerekse müracaat edeceğimiz semptom tam bu değil midir?Bu sapıkça kipin ve söylemin belirli bir toplumsal bağ oluşturacak bir biçim ve yaygınlık taşımasıaynı zamanda, ne fena.

Freud’a göre heteroseksüel genital cinsel ilişki normundan sapan cinsel davranışların tümü sapıklıktır. Diğer yandan, yine Freud’un insani cinselliğin çok-biçimli sapıklığına ve dolayısıyla cinsellik söz konusu olduğunda önceden verili bir doğal düzenden söz edilemeyeceğine ilişkin tasavvuru aynı sapıklık anlayışını daha baştan sorunlu hale getirir.

Uzatmadan söyleyecek olursak; sapıklık öncelikle klinik bir yapıdır, ve diğer klinik yapılardan (yani nevroz ve psikozdan) esas olarak inkar mekanizmasının (disavowal/denial, verleugnung) işleyişiyle ayrılır. Sapığın, bir davranış yelpazesine ya da yaptığı şeyin içeriğine –acayip bazı cinsel pratikler- değil de ruhsal bir yapıya göre anlaşılmasıdır bu. O ruhsal yapının asıl olarak hakikatle ve dille/konuşmayla kurulan ilişkinin biçimsel yapısında deşifre edilmesi, orada aranmasıdır:

En temel düzeyde kastrasyonu inkar eder sapık. Annenin fallustan yoksun olduğunu algılar ve ama aynı zamanda bu travmatik algının gerçekliğini kabullenmeyi reddeder. O yüzden örneğin fetiş nesne, annenin kayıp fallusunun simgesel ikamesi olarak işlev görür. Yani sapıklığın bütün sorunu, anneyle ilişkisinde çocuğun kendisini annenin arzusunun imgesel nesnesiyle (fallusla) özdeşleştirme tarzında aranmalıdır. “Gayet iyi biliyorum ama gene de…” kalıbıyla özetleyebileceğimiz sapıklığın günümüzün hakimlibidinal ekonomisi haline gelişini de aynı çerçevede düşünmeliyiz. Sapığın konumu ikilidir: Hem fallik eksiği inkar eder (kendisi ve anne için), ama aynı zamanda (dünyanın geri kalanı ve baba için) onun varoluşunu kabullenir. Demek ki sapık, eksiğin ve düzenleyici yasanın hem kabul hem de inkar edildiği bölünmüş bir dünyada yaşar. Aynı anda birbirine tümüyle zıt tavır ve görüşlere kolayca ve arsızca geçivermesi bundandır.

“Sapık, büyük Öteki’nin bazı figürlerine (Tanrı ya da tarihten partnerinin arzusuna kadar) doğrudan erişiminin bulunduğunu ve böylece dilin bütün muğlaklığını bertaraf ederek direkman büyük Öteki’ninistencinin bir aracı olarak edimde bulunabildiğini iddia eder. Bu anlamda hem Usame Bin Ladin hem de Başkan Bush, politik olarak düşman olmalarına karşın bir sapığın yapısını paylaşırlar. Her ikisi de edimlerinin doğrudan ilahi istenç tarafından düzenlendiği ve yönlendirildiği varsayımı üzerinden edimde bulunurlar.”[1]

O yüzden, tam suç üstünde yakalandıklarında bile suratlarında hiçbir mahcubiyet izi yok. Pişkin suretlerinin, irkiltici kayıtsızlıklarınınsebeb-i hikmeti bundan.

Sapık özne ötekine ilişkin senaryosunu daima belirgin bir güç ilişkisi içinde icra etmek için çabalar. Kendi gücünün/iktidarının tam olarak anlaşılmasını ve buna teslimiyet gösterilmesini ilk sıraya yerleştirir.Örneğin mazohist, ne yapması gerektiğini ötekine açıkça dikte eder. Pedofil, dünyayı üstün ve aşağı varlıkların toplamına indirgeyerek, aşağı olanların üstün olanlara tabi kılınması için zorlanmasını hak görür. Bu, daha geniş bir çerçevede dünyanın ve tüm ötekilerin kontrol ve manipüle edilmesi ihtiyacına yaslanır. Sapığın paradoksal bir biçimde yeni bir haz etiğini talep ve tebliğ eden din görevlisi kılığında ortaya çıkması bundandır.

Sapık inanmaz. Doğrudan bilir o. İnancın pozitif bir bilgi kisvesine sokularak indirgenmesinin ve sahici inancın kaybının anahtarı burada, sapığın dünyasındadır. Asıl soruyu sormak için şu çirkin görüntülere; para sayma makinalarına, ayakkabı kutularındaki dolar destelerine, birlikte verilmiş pozlardaki sakilliğe, kurulan iş bağlantılarındaki çılgınlık ve gözü dönmüşlüğe, hepsindeki kaba saba aşırılığaazıcık bakmak yeterli: Herhangi bir şeye gerçekten inanıyorlar mı ki, ileri sürdükleri kutsallara inanıyor olsunlar?

Umut hep vardır ve orada, devrimci praksistedir. Çünkü en temelde her şeyin her şeyle mübadele içinde olduğu (malların değil sadece her şeyin; inançların, konumların, hükümetlerin, ilişkilerin, dostlukların, aşkların, evliliklerin, çocukların piyasada belirlenen bir değiş-tokuş değerine sahip olduğu, öyle sayıldığı), dolayısıyla mutlak ya da meta-toplumsal herhangi bir garantöre ihtiyacımızın kalmadığı neo-liberal (güncellenmiş kapitalist) zamanlardan söz açmak değil mi bu? Sapık stratejinin yerleştiği vasattan, onun ikili boyutundan yani? Simgesel/aşkın hiçbir değere inanmamak ama aynı zamanda simgesel düzen olarak büyük Öteki’nin bu namevcut halini (Tanrının ölümünü örneğin) iptal etmek üzere umutsuzca didinip durmak. O halde simgesel yasa ile özdeşleşmek, kendini bu yasanın bir enstrümanı olarak tahayyül etmekten ibaret sapıkça jestin tam karşısına çıkarmamız gereken şeydir devrimci edim. Yeni ve kalıcı bir sosyo-simgesel düzen yaratmak üzere tam bir sadakatle Gerçekle karşılaşma tutkusudur bu. Yola koyulmaktır. Birinci ödevimiz, asla arzumuzdan vazgeçmemektir. Bizim için temel etik düstur, temel bağlılık budur. Arzunun konumu çünkü, etiktir. Hepsi bu...


[1] S. Zizek, How To Read Lacan, W.W.Norton, 2007, s.116