Yolsuzluk operasyonu ile başlayan ve dalgalanmalarla süren mevcut krizi üstyapı kurumlarının işlerlik tarifinden hareketle yorumlamaya çalışan köşe yazarları arasında, Gezi süreci ile mevcut durumun mukayesesi yaygınlık kazanmış durumda. Beklenmedik, kendiliğinden bir başkaldırı olarak 2013 yılının Türkiye’sinde İstanbul, Taksim Meydanı’nda bulunan Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine yönelik protestolarla başlayan ve ardından “şehrin ortak alanlarını yitirmeme, onları müşterek kılma mücadelesiyle,” [1] büyüyen, polis şiddeti karşısında bir direnişe dönüşen ve nihayet Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP’nin 10 yılı aşkın süredir tek başına iktidar olma olgusuna ve bu olgunun dayattığı bir dizi politikaya, dahası söylem ve anlatıya karşı yönelen bir sokak muhalefeti süreci ile rejim içi kurumların ve bu kurumların arkasında kümelenmiş olan çeşitli çıkar gruplarının sürtüşmesini kıyasa tabi tutup bunları birbirinin benzeri kabul etmek; havsala nasıl zorlanır sorusuna güzel bir yanıt olsa gerek.
Her ne kadar, “Cemaat” ile Hükümet arasındaki ayrışma uzun dönemdir devam eden (kesintili) bir süreç olsa da [2], mevcut durumun açığa çıkma sebepleri açısından Gezi'nin doğrudan ve dolaylı bir şekilde başardıklarından/açığa çıkardıklarından dördünü burada vurgulamak, böylesi yaygın yorumlar karşısında zannedersem önem kazanıyor: A) Mevcut ekonominin tüketim ilişkileri içerisinde belki de en önemli yerde duran, orta sınıfların tüketim alışkanlıkları tabanında kökleşmiş çok geniş bir kesimin, seküler ve kentli bir temelde (bu anlamıyla Batılı bir yönelimle) toplumsallaşması, dahası bu toplumsallığın mobilize olarak sınırlandırılmış temsili demokrasi alanının dışında bir sokak muhalefeti örgütleyebilmesi. B) Bu muhalefetin kısa sürede Türkiye’nin geneline yayılarak, AKP'nin yönetme kapasitesinin sınırlılıklarını belirgin bir şekilde göstermesi, hükümeti kendi içinde bölmesi, dahası ve en önemlisi hükümetin otoriter eğilimlerini daha da belirgin bir şekilde tüm toplum nazarında açığa çıkarması. C) Hak ihlalleriyle ve yaşanan ölümlerle birlikte, uluslararası toplumdan gelen tüm itidal çağrılarına kulak tıkanmış olan AKP'nin, dış politikada izlediği çizgide de Batı'dan giderek ayrışması, üstelik bunun Türkiye devletinin uluslararası alandaki stratejik hattını tehlikeye sokabilecek düzeyde bir sapmaya tekabül etmesi. D) Son olarak AKP'nin süreci değerlendirirken “düşman” yaratan “vizyon”unun, ulusal sermaye gruplarının İstanbul ağından önemli bir kısmı da hedefine alması.
Yani –daha naif bir dille ifade edilirse– Gezi'nin kendisi tarihi hızlandırarak bugünlerin yaşanmasını imkânlı kılan tarihsel bir deneyim olarak miladı imledi: İlk kez Gezi sürecinde geniş kitleler nazarında karşılık bularak dillendirilen “Hükümet İstifa!” sloganını, Erdoğan'ın kendi iktidar müttefiklerinin önemli bir kısmı da dahil olmak üzere neredeyse toplumun tüm kesimleriyle çatışmaya girerek bastırmasını, kendisinin Pirus Zaferi olarak kayda geçirmek gerekiyordu. O vakit, Erdoğan'ın zaferi ile AKP'nin çöküşü başlamış oldu: AKP kadroları o dönemde daha cesur olabilseler ve biat ettikleri liderlerini ekarte etmeyi göze alabilseler, rejimi döngüsel bir krize taşıyan mevcut durumu pekâla engelleyebilirlerdi. (Alabora olması büyük ölçüde kesinleşen iktidar gemisinde sıkışıp kalmış AKP'lilerden bu imkâna, hâlâ daha sahip olanlar var, yeter ki kendi zincirleri haline gelmiş olan kimi imtiyazlardan vazgeçebilecek cesareti göstersinler.)
Bu çöküşte, AKP iktidarının kurulmasından bugüne elinde bulundurduğu bir ekonomik (2001 mali krizinin sona erip 2002 sonrası ekonomik büyüme çevriminin başlamış olması), iki politik avantaj (o dönemde iktidar alternatifinin bulunmaması ve demokrasi sahası ile “Kürt Sorunu”nda izlediği pragmatik hattın kendisine sağladığı manevra kabiliyeti) ile icraat imtiyazının (özellikle belediyecilik faaliyetlerinin) kendisine sağladığı olanaklar sayesinde yine kendisini bir sermaye olarak (haddinden güçlü ve etkin bir sermaye, daha doğru bir ifade ile çeşitli sermaye gruplarının içinde stratejik pozisyonlara gelecek şekilde) örgütlemesi, bu yapının diğer sermaye grupları karşısında, piyasa ekonomisinin serbestlik sınırlarını da daraltan bir etkinliğe kavuşmasına ayrıca dikkat çekmek gerek.
Kendi sözcüğünün bu kadar çok tekrar etmesine de şaşırmamalı: Troçki, bir seferinde “Mali sermayenin gücü, herhangi bir anda ve herhangi bir biçimde kendi isteğine uygun bir hükümet oluşturabilmek yeteneğinde yatmaz; o bu yeteneğe sahip değildir. Onun gücü, proleter olmayan bütün hükümetlerin mali sermayeye hizmet etmek zorunda kalması olgusunda yatar; daha iyi bir deyişle, mali sermaye, kendisine ait çürüyen her egemenlik sistemini, değişen koşullara daha uygun bir başka sistemle değiştirme olanağına sahiptir,” [3] tespitinde bulunmuştu. Tarih bize ekonomik riskin arttıkça burjuvazi açısından politik manevra imkân ve kabiliyetlerinin daraldığını öğretiyor. Türkiye, derinleşen ve yaygınlaşan ekonomik kriz ortamına doğru hızla sürüklenirken, büyük mali burjuvazi, Troçki'nin tespitine karşın, politikanın ekonomi üzerinde belirleyici hale gelmesiyle iktidar imtiyazlarının çok büyük bir kısmını yitirebileceğini artık daha iyi biliyor: Tüm politik/ekonomik gücü ve karar verme mekanizmalarını tek bir erkin, icraat imtiyazını elinde bulunduran erkin eline teslim etmek zorunda kalma ihtimali sermayenin uykularını kaçırıyor, gecelerine karabasanlar indiriyor olmalı.
Uzlaşılması oldukça zor bir çıkar çatışması ufukta belirmiş durumda. Erdoğan, iktidarını ve imtiyazlarını korumak için Putinleşmek (yürütme erkini giderek daha da güçlendirmek, kendi elindeki ideolojik ve zor aygıtlarının tümünü toplumun geri kalanı, haliyle de sermaye üzerinde bir baskı ve kontrol aparatına indirgemek ve iktidar imtiyazını icraat imtiyazı ile bütünleştirerek, sermayenin kendi iç akışkanlığı üzerinde yönlendirici bir basınç faktörü olma pozisyonunu güçlendirmek), Türkiye’de sermaye ihracı yapan mali burjuvazi ise (eğer nihayet anladıysa, ki TÜSİAD'ın son açıklamaları kısmen anladığını gösteriyor) kendi varlığını muhafaza etmek istiyorsa siyasal demokrasiyi güvence altına almak durumunda, zira Türkiye, artık ikircikli tutumları kaldırmıyor. Bugüne kadar sermaye gruplarının kendileri için talep ettikleri demokrasi (ekonomi dışı faktörlerin olası yatırlımlar üzerindeki belirleyici etkisinin en aza indirgenmesi), kitlelerin devrimci/dönüştürücü basıncı karşısında rejimin ortak ve koşulsuz savunusuna (bunu, Vehbi Koç’un Kenan Evren’e yazdığı malum mektup güzel bir şekilde örnekler) bir anda dönüştüğü halde, nikayet ilk kez Gezi sürecinde, Divan Oteli üzerinden tutarlı bir demokratik tutum denemesinin ürkek bir halini gördük.
Mevcut rejim krizine gelirsek, icraat imtiyazını elinde bulunduran (ve kendini de büyük ölçüde bu imtiyazın kendisine sağladığı olanaklar sayesinde bir sermaye olarak yeniden ve yeniden inşa eden) iktidarın, öncelikle bu imtiyazını elinden söküp almak gerekiyor, ki bunun yolsuzluk soruşturmaları üzerinden hükümetin hareket kabiliyetini ile birlikte meşruiyet zeminin de daraltılması olarak da okuyabiliriz. Hükümetin buna karşı hamlesi, hızla Erdoğan iktidarını mantıksal sonuçlarına erdirmekten ibaret: Bir kez daha ifade etmek gerekirse, AKP, zor ve ideolojik aygıtları ve tüm bir denetim ve yargı gücünü elinde bulunduran bir bonapartist yapı halinde kendini ve rejimi yeniden örgütlemek durumunda. Bu noktada hükümetin yeniden yargılanma yolunu açarak rejimin eski “bonapart”larını ittifaka çağırması hiç de şaşırtıcı değil: Erdoğan’ın gölgesinde ulusalcıların kalpağı beliriyor.
Tarih, ironiye yatkındır, ne var ki bu kadarına değil. Dahası rejim krizi, ekonomik kriz ile birleşince ne olacak? Politik ittifakların bir anda dağılabildiğini artık kanıksadık. Türkiye üçlü bir kriz ortamında sermaye yönetmeme krizine sürüklenirse ne olur? Türkiye ekonomisinin neo-liberalizm doğrultusunda yeniden yapılanması sürecinde AKP hükümeti finans kapitalin; sermaye, teknoloji ve pazar kapasiteleri bakımından en güçlü kesimleri ile KOBİ’ler dâhil Anadolu kökenli “yerel” burjuvazinin ortak taleplerini yerine getirmesine karşın, teknoloji yoğun artı-değer sömürüsüne yönelik ve dünya piyasalarında rekabet etme gücüne dayalı, ekonomi politikaları finans kapital içinde yer alan ama devlet rantıyla beslenen grupları rahatsız edebiliyordu. Bugün bu ilişki bu kadar net değil, ikinci grubun belli bir kısmı, amiyane tabiriyle hükümetin yancısı konumunda. “Anadolu” sınırlarını çoktan aşmış olan burjuvazi ise ürkek ve kararsız. Ama bir kez daha ifade etmek gerekir ki kafası netleşmiş olanlar/olması gerekenler de yok değil; üstelik bu kesimler yönetsel krizlerin kendileri için diğer tehditler kadar ciddi bir sorun olduğunu kendi varlıklarını inşa ettiklerinden bu güne değin birkaç kez deneyimlediler.
Öteki taraftan, Erdoğan bir Putin olamaz, çünkü Türkiye bir Rusya değil. Türkiye'de rejim içi dengeler, fazlasıyla dışarıya bağımlı. Zira, Türkiye her şeyden önce sermaye ihraç eden değil, ithal eden ve hızla borçlanan bir ülke. (Nitekim, son faiz arttırımı ile birlikte, Erdoğan heyulasının en azından kısmen sesi kısılabilecek bir hologramdan ibaret olduğunu anladık.) AKP tam da ulusal ve uluslararası finans kapitale verdiği sözü tutamadığı için bir zamanlar savunduğunu iddia ettiği hattın tam da zıddına sürükleniyor: AKP'nin ekonomi dışı etmenleri devletin merkezinden dışarı doğru itip asker-polis rejimine parlamenter bir çerçeve kazandırmak istemesi, bunun için bürokrasinin burjuva rekabeti köstekleyen işlerliğini dönüşüme uğratması ve tüm bu süreci yeni bir anayasayla güvence altına alınması gerekirken, bugün AKP'nin kendisi (ve kadrolarının büyük çoğunluğu) ekonomi dışı bir etmen haline gelmiş durumda, hem de Türkiye gibi –o çok övünülen– jeostratejik konuma sahip bir ülkede. Eski bir soruyu yeniden dile getirmekte yarar olabilir: Türk dış politikasının faydacı yanı, onu uzun vadeli uygulanabilir stratejik yönelimlerden alıkoyuyor mu? Aynı soruyu şöyle sormak da mümkün, Türkiye’de rejiminin parçalanmışlığı, dış siyasette stratejik bir yönelimi ortaya koymasına engel mi? Evet, engel! Artık Dünya da özellikle Ortadoğu’nun kendisi de ikircikli tutumları kaldırmıyor. Kendini bir programda somutlaması gereken her politik tutum eğer ilkesiz bir pragmatizmin altında şekilleniyorsa, elinde sonunda kendini bir uçuruma sürüklemekten başka bir işe yaramaz.
Dünyada, egemenler nezdinde de neo-liberalizmden sonrası artık yavaş yavaş tahayyül edilmeye başlanmışken, solun tüm veçheleriyle sürece kendini hazırlaması gerekiyor. Hatta kim bilir hep rüzgârı takip eden, zor öğrenen, Türkiye sermaye çevrelerinin bile. Yine de onların, mevcut rejim krizi ile birleşecek olan ekonomik tahribatı kendi lehlerine çevirme ihtimalleri var: Çünkü, Türkiye özelinde çöküş kendini politik açıdan otoritaryenizmde simgeleştiriyor. Oysa ekonomik yeniden inşa, rejimi değiştirmekle ve bunun toplumsal motivasyonu ile sağlanabilir. Ne var ki sürekli kriz üreten yarı-parlamentarist bir asker-polis rejiminden köktenci bir kopuş, siyasal demokrasi ve katılımcı bir anayasa için kurucu meclis ile mümkün. Peki, böylesi bir meclis, sahiden mümkün mü? Bu soruyu, rejimden cayma cesareti gösterebilenlerin nicel çoğunluğu ve nitel etkinliği yanıtlayacak.
Dipnotlar
[1] Tanıl Bora, “Gezi Direnişi: Bir yanımız bahar bahçe…”, Birikim, Sayı: 291-292, Temmuz-Ağustos 2013, s. 22.
[2] Ruşen Çakır süreci özetlerken şu tarihleri ön plana çıkarmakta oldukça haklı: “7 Şubat (2012-MİT krizi), 17 Aralık (2013-büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu), 25 Aralık (2013-ikinci büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu), 1 Ocak (2014, Hatay’da MİT TIR’ı olayı)” Ruşen Çakır, "Galiba her şey daha yeni başlıyor", Gazete: Vatan (15.01.2014) Bu tarihlerin ardından sürecin birbiri ardına vuku bulan yeni gelişmelerle andizininin şişmesi, süreci toplum nazarında seyirlik bir temaşaya çevirdi, o kadar. Varsayılmış toplumsal tabanların, sosyal medya dışında harekete geçirilmemeleri/geçirilememeleri de ilgi çekici bir durum olarak kendini hissettiriyor.
[3] Leon Trotsky, “Bonapartism and Fascism”, 15 Temmuz 1934, url: http://www.marxists.org/archive/trotsky/germany/1934/340715.htm