Foucault'da İktidarı Yeniden Düşünmek

18. ve 19. yüzyılda meydana gelen ve “modernite” olarak adlandırılan büyük toplumsal değişimi farklı boyutlardan ele alan eleştiriler, genellikle belli kavramlar üzerine odaklanmış ama bu kavramları ele alış şekillerinde farklılaşmışlardır. Ben bu çalışmada genel olarak Foucault' da "iktidar" kavramının anlamını ve oluşumunu, diğer iktidar teorileriyle karşılaştırarak açıklamaya çalışacağım.

“İktidar”, Foucault’ya göre öncelikle nihai biçimlerinden arındırılmış olarak ele alınmalıdır, yani devletin egemenliği, yasanın biçimi ya da bir egemenliğin bütünsel birliği değildir sadece iktidar, bir güç ilişkileri çokluğudur aslında. Ve her an her yerde bulunabilir, bir noktayla başka bir nokta arasında her türlü bağıntıdan üreyebilir, ama bir kurum, bir yapı ya da bazılarının baştan sahip olduğu belli bir güç değildir. Dolayısıyla kurumları ve katı yapıları değil güç ilişkilerini göz önüne almamızın gerekliliğinden bahseder Foucault. Bu bakış açısı iktidar kelimesine yüklenen bir tek biçimliliği kurtarması bakımından önemlidir. Çünkü “iktidar” genellikle, yöneten bir zümreyi, egemen bir sınıfı, ideolojiyi, rejimi yani kısaca aslında “politik iktidar” kelimesi altında yer alması gereken anlamları kapsayacak şekilde kullanılır.Foucault, ‘iktidar’ın tekil politik anlamı için yeni bir kavram önermez. Bunun için belki “siyasal erk” kavramı iktidarın sadece siyasal yönetim anlamları için kullanımına uygun bir sözcük olabilir. Baudrillard ise, Oublier Foucault’da iktidarın ‘bir nesne-özne oyunu olduğunu ve bunun kökeninde arzu değil, meydan okuma ve ayartma kavramları bulunduğunu söyler. İlkel toplumlarda iktidar diye bir şey ya yoktur ya da iktidar öznesi bir kukladan başka bir şey değildir. Yani iktidar simgesel bir olaydır ve özneye ancak başkaları tarafından vekaleten, geçici olarak devredilebilir. Bunun bilincinde olmayan bir iktidar öznesi en kısa sürede alaşağı edilme durumuyla karşı karşıya kalacaktır. Bu yüzden öznenin vekaleten iktidara gelebilmesi için nesneyi ayartması, ikna etmesi, ona meydan okuması gerekir.’[1]Baudrillard, bu yüzden Foucault’nun iktidar kavramını çarpıttığını söyler, çünkü ona göre Foucault, politik iktidar kavramını sorgulamaktan kaçınmaktadır. Ancak Baudrillard’ın iktidar üzerine söyledikleri de onun iktidarın politik olmayan anlamlarını, -en azından Foucault ve Deleuze’un bahsettiği güç ilişkilerini- sorgulamaktan kaçındığını göstermez mi? Yine de bu eleştiri Foucault’nun analizlerinde şaşırtıcı bir şekilde mevcut olan bir eksikliği görmemiz açısından önemli; devlete dair bir açıklama. AnthonyGiddens da Foucault’yu bu eksikliği nedeniyle eleştirmekten kaçınmaz. Çünkü ona göre; iktidarın yaygınlığından ve devletin meydan okunamaz gücünden gelişigüzel bahsetmek de, devletin aşılmasından bahseden Marksist lafazanlık kadar zayıf temelli bir gevşeklik yaratır.[i]

Deleuze, Foucault’nun iktidar kavramıyla anlatmak istediği şeye şüpheyle yaklaşır. Bunu Baudrillard’ın, Foucault ve Deleuze arasındaki arzu ve iktidar kavramlarına ilişkin yaptığı bir tahlilden yola çıkarak inceleyelim. Ona göre Foucault’nun kitabında yasal bir düzen üzerine oturtulmuş iktidarın aşkın, olumsuz tepki anlayışı yerini olumlu, etkili ve içkin bir iktidar anlayışına bırakmıştır, bu sebepten; Deleuze ve Lyotard’ın sundukları arzunun yeni versiyonuFoucault’nun iktidar versiyonuyla benzerlikler taşımaktadır. Şöyle ki; ‘arzunun bu yeni versiyonunda söz konusu olan şey arzudan yoksunluk ya da arzuya getirilen yasaklar değildir. Önemli olan duygusal yoğunlukla, duygusal iniş çıkışların olumlu bir şekilde yaygınlaşmasını sağlayan düzenlemedir.Bu çakışma Baudrillard’a göre bir kaza eseri gerçekleşmemiştir. Bunun nedeni iktidarın Foucault’da arzu anlamına geliyor olmasıdır. Arzunun başkalarında sahip olduğu anlama Foucault’daki iktidar sözcüğü sahiptir. İktidar hep var olmuştur ve bir tür ’a benzemektedir. Sökülüp atılması olanaksız bir köktür. Üreticidir, her yere yayılan ve sürekli üretmeye devam eden bir pozitifliktir. İşte bu yüzden Foucault’nun arzuya ihtiyacı yoktur. Arzunun yerini başka bir şey almıştır.’ Bu tahlilin hem haklı hem haksız olduğu noktalar mevcut; haklı olduğu nokta, Deleuze ve Guattari için de arzu her yerdedir ve ona bir olumsuzluk, eksiklik atfedilen anlamlarından kurtulmalıdır. Arzu üreticidir, gerçekliği üretir, dışsal ve kültür öncesi bir şeydir. Haksız olduğu nokta ise; Foucault için iktidar, Deleuze ve Guattari’nin arzuya yüklediği kadar iyi niyetli bir anlam içeriyor gibi görünmemekte. Ona göre iktidar hep var olan doğal bir durumdur, ama Deleuze arzunun asla doğal bir gerçeklik olmadığını özellikle vurgular.

Foucault, iktidarın belli bir toplumda karmaşık bir strateji durumuna verilen ad olduğunu söyler. Bu tanımı Deleuze, toplumun kendi stratejilerini oluşturması fikri açısından çok ilginç bulur ama bir yönüyle de eleştirir; çünkü ona göre sosyal alan çelişkilerle tanımlanamaz. Dahası Foucault’nun mikro-sistemleri güç ilişkileri bakımından incelemesi de Deleuze için tam emin olamadığı bir durumdur. Deleuze, güç sistemleri üzerine teorinin birbirine tamamen karşıt olmayan ama birbirinden farklı iki yönü olduğunu söyler; ‘Her şekilde, bu sistemler bir devlet mekanizmasına indirgenemezdi. Ancak bir yöne göre onlar, bir nüfuz etmeye, heterojen çokluğa, mikro-sistemlere bağımlıydılar. Diğer yöne göre ise, onlar bir diyagrama, bütün sosyal düzen içinde dahili olan soyut bir tür makineye (panopticsim gibi-görülmeden görmenin genel fonksiyonuyla tanımlanır, bir çokluğa uygulanabilir) karşılık geliyorlardı.’[2] Deleuze, mikro sistemlerin güç açısından tanımlanabileceğine emin değildir. Foucault’ya ‘devlet’ kavramının mikro-analiz düzeyinde uygulanabilir olmadığı konusunda katılır, ama ‘iktidar’ kavramının daha mı uygulanabilir olduğunu da sorgular. Çünkü ona göre bu da global bir konseptin minyatürize edilişinden başka bir şey değildir. Foucault’nun mikro sistemleri güç ilişkileri açısından tanımlaması, onları makro sistemlerden bağımsızmış gibi algılamaya neden olur, oysa Deleuze makro ve mikro arasında bir tür heterojenlikten söz eder ki bu, ikisinin de varoluşunu hariç tutmayan bir heterojenliktir.

Burada bir iktidara neden itaat ettiğimiz sorunu da ortaya çıkıyor. Zira neden insanlar iktidara boyun eğmişler ve koşulsuzca ona itaat etmişlerdir? Marksist teori, proleteryanın aşamalı bir bilinçlenmeyle iktidara karşı ayaklanacağını, ve bir noktadan sonra artık ona itaat etmeyeceğini öngörür. Ancak önemli olan iktidara karşı ne zaman itaatsizliğin ortaya çıkacağı değil insanların belli bir süre de olsa neden iktidara boyun eğdikleri ve hatta onu arzuladıklarıdır. İnsanların iktidarı arzulamaları için onun salt olumsuz, baskıcı karakterinden farklı bir işlev de içermesi gerekiyor gibi görünüyor. Bu belki ona içkin olan bir işlev değil, ama bir tuzak, bir sahte işlev olabilir mi? Foucault' nun dediği gibi; "Eğer iktidar sadece olumsuz bir baskı işlevinden ibaret olsaydı ona gerçekten tutarlı bir biçimde itaat eder miydik?" [3] Belli ki onun baskılama, yasaklama dışında da işlevleri vardı ve bu şekilde etkili olabiliyordu. İktidar aslında her şeyin olmasını, şeylerin, bilginin, söylem biçimlerinin ve hazzın üretilmesini sağlayan araç gibi işliyordu. Buna tekrar döneceğim.

Gramsci de daha 20. yüzyıl başlarında ortaya attığı fikirlerinde insanların neden hegemonyaya boyun eğdiklerini “rıza” kavramı ile açıklamaya çalışıyordu ve bence bu görüş bu tartışmanın seyrinde oldukça önemli bir yere sahip. Gramsci'ye göre hegemonya; eğitim, kilise, politik partiler, sendikalar, vb. gibi rızanın kaynağını oluşturan özel kurumlara özerklik alanı tanıyan, dayanıklı ve bağımsız sivil topluma dayanmaktadır. Ve bu yüzden modern koşullarda kazanmak isteyen sınıf, öncelikle entelektüel ve ahlaki önderliği ele almalıydı. Baskın sınıfın kurumlar, sosyal ilişkiler ve düşünceler bağı yoluyla egemenliğini (hegemonyasını) yeniden ve yeniden üretmesi söz konusuydu. Bu görüşün Foucault’nunkiyle olan paralelliği çok açık ortada gibi. “İktidar” kavramının Gramsci’de politik iktidar, kültürel iktidar gibi farklılıklara sahip olmasıyla Foucault’nun reddettiği cinsten bir iktidar anlayışına tamamen benzediği söylenemez ama iktidarın işlevleri konusunda Foucault, Gramsci’ye oldukça yakın bir çizgide ilerliyor. İktidara söylem üretme ve böylelikle sosyal ilişkiler ve düşüncelerde egemen olma işlevi yükleniyor. Gerçekten de, neden elinde insanları kendi rızalarıyla boyun eğdirecek ve iktidarı arzulamalarını sağlayacak bir işlev varken iktidar bunu kullanmasın? Neden insanları sadece daha sonradan kendilerine isyan etmelerine yöneltebilecek baskı ve zor kullanma mekanizmalarıyla denetlemeye çalışsın? Gramsci, devletin dar hükümet anlamıyla anlaşılmaması,bunun yerine, siyasi kurumlar ve yasal anayasal denetim arenası olan 'siyasi toplum' ile genelde 'özel' ya da 'devlet-dışında' bir alan olarak görülen 'sivil toplum' arasında bölümlendirilmesi gerektiğini söyler. Birinci alan zorlamayı kullanır ikincisi ise rızayı. Foucault, Gramsci’den çok açıkça etkilenmiş olmasına rağmen iktidarın zorlama yoluyla işlemesini tamamen reddetmez ama ondan pek bahsetmez de. Halbuki sık sık iktidarın baskı ve zorlama işlevleri olduğunu da reddetmediğini ifade eder ama bunu derinlemesine incelememiş olması önemli bir eksikliktir.

Foucault’nun etkilendiği bir başka isim kuşkusuz Louis Althusser’dir. 1950’li yıllarda Foucault, Althusser’in öğrencisi olmuştur. Foucault’nun “söylem” kavramını yaratırken Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” teorisinden etkilendiği aşikârdır. Foucault’nun toplumun söylemler yoluyla iktidar mekanizmaları tarafından inşa edildiği tezi, Althusser’deki insanların birçok rolünün, davranışının, hatta düşüncesinin devletin ideolojik aygıtları tarafından –aile, medya, dinsel organizasyonlar, eğitim sistemi gibi- belirlendiği düşüncesine oldukça benzerlik göstermektedir. Foucault da iktidar mekanizmalarından bahsederken toplumsal kurumlar üzerinden örnekler verir. Örneğin 18. yüzyıl öğrenim kurumlarını ele alır ve genellikle buralarda cinsellikten hiç söz edilmediği izleniminin yaygın bir yanılgı olduğunu söyler. Çünkü aslında mimarlık biçimlerine, disiplin yönetmeliklerine ve tüm iç düzene bir göz atmak, buralarda sürekli olarak cinselliğin söz konusu edildiğini görmemiz için yeterlidir. Dersliklerin mekanı, masaların biçimi, teneffüslerde çıkılan avluların düzenlenmesi, yatakhanelerin konumu, en ağdalı biçimde çocukların cinsel etkinliğine göndermede bulunur.[4]

Ancak Foucault’da iktidarın söylem üretmesi ile Althusser’de devletin ideoloji -aslında özne- üretmesi arasında belirgin bir benzerlik ortada olsa da ince bir noktadaki farklılığı gözden kaçırmamakta fayda var. Althusser’in önermesi şudur; “ideoloji insanları özneler olarak çağırır.” Devletin ideolojik aygıtları vardır ve bunlar toplumun her düzeyinde çalışarak özneleri yeniden üretirler ve hatta özneleri bu aygıtlar yeniden ‘kurar’. Çünkü bunlar öznenin yaşamı boyunca iletişime geçeceği her kuruma yerleşmişlerdir (ve hatta kendileri o kurumlardır) ; okul, aile, kilise, mahkeme vs. Böylesi bir toplumsal biçimlenişte somut bir insanın “kimlik sorunu” nasıl tanımlanabilir sorununu Althusser iki önerme ile çözer; birincisi, ideoloji dışında ve ondan bağımsız hiçbir pratik yoktur. İkincisi, öznelerin dışında ve öznesiz hiçbir pratik yoktur. İdeolojinin maddeselliğini böylelikle hem öznede hem pratikte görüyoruz. İdeoloji öznede “yansımaz” ama özne ideolojiyi yaşar. Özne başka öznelere kendini sunarken, ‘bireysel özgürlüğü’ ile kendi niyetini açıkça ortaya koyduğunu sanırken aslında davranışlarını ideoloji tanımlar. İdeolojinin özneyi böyle kurması ve öznenin bu kuruluşu nerdeyse gönüllü olarak kabul etmesi interpellation(çağırma) diye adlandırılır. Burada öznenin bu ideoloji taşıyıcılığı, bireyler arasındaki ayrımların saptanmasını zorlaştırıyor gibi. Ama asıl sorun özneye yüklenen bu ‘pasifliğin’ Foucault’da söz konusu olmaması. Nitekim Foucault, söylemlerin özneler arası ilişki düzeyinde de belirebileceğini, iktidar söylemlerinin bütün toplumsal ilişkiler tarafından üretildiğini söyleyerek özneye belli bir ‘serbestlik’, ‘aktiflik’ tanır. Peki, ideoloji Althusser’in söylediği gibi özneyi her alanda kuşatıyorsa ve özneye bunu taşıyıcılıktan başka bir rol atfedilmemişse, ideolojilerin ya da söylemlerin ‘dışına çıkabilen’ ya da ‘sınırlarında dolaşabilen’ bireyler nasıl ortaya çıkabilmişlerdir? Foucault'ya göre eğer iktidar, paradoksal olarak bireylerin üzerinden oynamasa ve bireylerde özgürlük etkileri üretmeseydi iktidar değil itaat olurdu.[5] Onun “bio-güç” dediği bütün organizasyonlar, vücutların yeniden yerleştirilmesini yürütür. Tahsis etme, yerini belirleme, sınıflandırma, bölümleme gibi normalleştirmeye giden süreç iktidarın işleyişidir. Deleuze'de ise güç sistemlerinin vücuda bir organizasyon yüklemesi ve organsız-bedenin yersiz yurtsuzlaştırmanın yeri ve temsilcisi olması söz konusuydu.

Artık, Foucault için iktidar mekanizmaları bedeni ‘itici’ değil ‘dahil edici’ bir işlev görüyor diyebilir miyiz? Onu bastırmaya ve ondan kurtulmaya çalışmayan; tam tersi onu her yönüyle bilmeye, anlamaya (bilme istenci) ve onu durmadan göz önünde tutmaya çalışan bir işlev... Bireye aktiflik, serbestlik ve bir nevi "başrol" olmayı atfediyor. Zira unutulmamalıdır ki; bireyler kendilerini yönetme hakkını iktidara kendi rızalarıyla verirler ve bu politik iktidar oyununda ana karakterdirler…

KAYNAKÇA

[1] BAUDRİLLARD, Jean (2008) Oublier Foucault (Foucault’yu Unutmak) çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay.

[2] DELEUZE, Gilles (1977) Desireand Pleasure, çev. Melissa McMahon, http://eng7007.pbworks.com/w/page/18931081/DesireAndPleasure

[3] GIDDENS, Anthony (2008) Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, çev. Tuncay Birkan, Metis Yay.

[4] FOUCAULT, Michel (2003) Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yay.

[5] REVEL, Judith (2008) Michel Foucault: Güncelliğin Bir Ontolojisi, çev. Kemal Atakay, Otonom Yayıncılık