Hangi birimiz gün içinde şiddetin herhangi bir türüne maruz kalmadığımızı iddia edebilir? Şiddetin dışında kalmak aslında mümkün. Şayet trafikteysek yeşil ışık yandığında jet gibi kalkış yaparsak, sporda kazanan her daim bizim takım olursa, sağlık çalışanıysak, o hastayı iyileştirip çıkartırken aynı zamanda hasta yakınıyla da ilgilenir ve güler yüz gösterirsek.. Bir de siyasi görüşümüz ve protestolarımız iktidar partisinin görüşünden çok da uzak olmazsa şiddetin uzağındayız denilebilir.
Tüm bunlardan uzak kalmak pek de mümkün gözükmediği için, hepimiz her gün dolaylı ya da dolaysız olarak şiddetin tam da ortasındayız. “Şiddet” tanımı,içinde bulunulan toplumun yapısı, değer yargıları ve güç odaklarının kendini şiddete karşı konumlandırması ile ilgilidir. Dolayısıyla sporda, trafikte ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olağan olarak kabul edilebiliyorken, Gezi direnişi sırasında yaşanan güvenlik güçlerinin orantısız müdahalesini “polis şiddeti” olarak tanımlamak hükümet nezdinde kabul görülmeyip, dahası Başbakan Erdoğan tarafından polisin destan yazdığı şeklinde yorumlanabiliyordu. Bu yorum farkı, şiddetin gücü elinde bulunduranlarca yorumlanması ve şiddeti seçmesinden kaynaklanan bir sorun olarak dikkati çekmektedir.
Yine Başbakan Erdoğan’ın Mısır’da öldürülen 17 yaşındaki Esma için “şehit” ifadesi kullanıp gözyaşı dökmesine karşılık, Gezi parkı protestoları sürecinde polis fişeği sonucu hayatını kaybeden Berkin Elvan için “demir bilyeleri savuran o kişinin kaç yaşında olduğunu polis nereden ayıracak?” demeci, erkin şiddeti kendi duruşuna göre belirleyip seçmesi olarak değerlendirilebilir ki; sonucunda 17 yaşında ölen Esma şehit, 15 yaşında ölen Berkin terörist olarak değerlendirilmiştir. Şiddeti seçme ve ayrıştırma toplumda gücü elinde bulunduranların, “şiddet” kavramını kendi çıkarları doğrultusunda belirlemesidir. Bu belirleme ve ayrıştırmayı “şiddette seçicilik” olarak adlandırmak ve Türkiye’nin kanayan yarası kadına yönelik şiddet odağında ele aldığım iki örnek üzerinden göstermeye çalışmak istiyorum.
“Şiddette seçicilik’ kavramını biraz daha açacak olursak, erk’in şiddete karşı yanlı tutumu yani belli bir otoriterin var olan şiddet karşısında, kendini konumlandırma, kendi safını belirleme şekli olarak yorumlamak yerinde olacaktır. Bu, şiddeti yok saymak değildir. Varlığı kabul edilen şiddetin bir kısmını görmek, taraflı görmek ya da bir kısmını yok saymak ile ilişkilendirilmiş bir kavramdır. “Öteki” nin maruz kaldığı şiddete gözlerini kapamak şiddette seçiciliğin ta kendisidir. “Öteki” kimi zaman protesto hakkını kullanmak isteyen biri, kimi zaman farklı mezhebe mensup bir kişi ve çoğu zaman da kadındır.
Şiddette ki bu seçiciliğin en yakın tarihli örneklerinden biri; 2013 yılı 22 Ağustos tarihinde Diyanet İşleri Başkanı, Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde Din Görevlilerinin Katkısının Sağlanması İşbirliği Protokolü’nde Birleşmiş Milletlere ithafen sarf ettiği “Kadına karşı şiddetle uğraşacağınıza önce insanlığa karşı cinayetleri önleyin”(Görmez:2013)demecinde görülebilir. Şüphesiz ki bir kadının şiddete uğraması, bir toplumun şiddete uğramasından daha vahim ya da daha az vahim görülemez. Bir şiddeti göz önüne çıkartmak için bir diğerini yermek yerine, her ikisini de kınamak pek tabi mümkündür. Oysa, bu söylemde kadına yönelik şiddet, insanlığa yönelik cinayetlerden daha az önemlidir ve ayrıştırılmıştır çünkü öncelik insanlarda, daha sonra kadınlardadır! Konuşmasının devamında Dönmez’in “...bizim kadına karşı şiddeti toplumumuza anlatacak kadar hem imanımız, hem maneviyatımız, hem de maddiyatımız var” ifadesi, kadının korunamadığı, cinayetlerin ve tecavüzlerin her geçen gün arttığı fakat yine de ceza indiriminden taviz verilmediği günümüz toplumunun, hukuk temeline dayandırılmamış keyfi söylemlerinin de bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kanımca, kadına karşı şiddeti bazılarının maneviyatı ve imanı algılayışı ile düzenlemeye ve düzeltmeye çalışmak, hak ve hukuku göz ardı etmektir.
Diğer bir örnek ise, yine Ağustos ayı içerisinde medyada oldukça geniş yer bulan, dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’a yönelik saldırının ardından yaşanmıştı. 16 Ağustos tarihinde 24. Uluslararası Hacı Bektaş-ı Veli Anma Kültür ve Sanat Etkinlikleri çerçevesinde konuşma yapmak üzere kürsüye çıkan Bozdağ, bir izleyicinin sözlü ve fiziksel saldırısına maruz kalmıştı. Sporda, trafikte şiddet, sağlık çalışanlarına, kadına yönelik şiddet gibi pek çok şiddet terimini içselleştirdiğimiz, normalleştirerek suskun kaldığımız ülkemizde, mevzu bahis eril iktidar olunca, çıkmayan ses gürleşmiş ve safını seçmişti; hatta eril iktidara yönelik bu saldırı en üst mercilerce kınanmıştı. Bozdağ, kendisine yapılan fiziksel saldırı karşısında, yargı organlarına ithafen, saldırganın serbest bırakılmasını eleştirmiş; “Umarım bu kararı veren hâkimler, savcılar benim gibi yumruk yemez. Yumruk yediklerinde takip edeceğim. Bakalım ne yapacaklar” diyerek tepkisini dile getirmişti. Pek tabii ki, bir hukukçu ve dönemin Başbakan Yardımcısı olan Bozdağ’ın, çıkarılan yasalar ve bunlarının uygulanışında ki aksaklıkları ancak şiddetin kendisine yönelmesi sonucunda görebilmesi üzüntü vericidir. Oysa şiddete uğrayan ve hatta daha hazin bir şekilde darba maruz kalıp hayatını kaybeden kadınların da muhakkak ki yegane istekleri de “yumruk” yememek ve saldırganın serbest bırakılmaması idi! Bu örnekte de dikkatimizi çeken, kadına atılan tokadın görünmezliğine karşın, erkeğe atılan tokadın görünür olmasıdır. Şiddet burada da erk’e dayalı bir seçilmişlik ile karşımıza çıkmaktadır.
Peki bu ayrıştırmalar kaynağını nereden almakta? 2012 yılında Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı ve Teklifleri görüşülürken kadını ve haklarını ikincil planda gören zihniyet, kendisini tasarı görüşmeleri sırasında dahi göstermişti. İktidar partisi adına konuşan Kırklareli milletvekili Ramazan Can, Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarına da geçen “...erkeğin otoritesini, egemenliğini kıralım derken, feminizme de davetiye çıkarmamak gerekir…”(TBMM tutanakları)sözleri, bu zihniyetin arkasına dayandığı yapıyı bir nevi resmetmektedir.
Sonuç olarak şiddettin her türünde yapılan seçicilik ve ayrıştırma aslında tam da şiddetin kendisini beslemekte ve güçlendirmektedir. Kadına yönelik şiddeti, tüm topluma sirayet etmiş; sporda, siyasette, trafikte ve hatta Gezi’de yaşanan şiddetten ayrıştırmak, toplumu tehdit eden şiddet olgusunu kavrayamamaktır çünkü şiddet, bütünlüklü ve çok boyutlu bir olgu olarak toplumda ki gerilimin tüm alanlara yansımasıdır. Şiddete kalkan eli görmeyi, ineceği yere göre seçersek, polisler “destan” yazmaya, Berkin’ler “terörist” olmaya devam ederler. Unutmamak gerekir ki, “kase temiz değil ise, içine koyduğun her şey ekşir”(Horace, aktaran Montaigne:2006).
Kaynakça:
Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanakları (2012): “Ailenin Korunmasına ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı”. Erişim Tarihi: 23.05.2014,http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/genel_kurul.cl_getir?pEid=15234
Horace, aktaran: Montaigne, M. E.(2006): “Denemeler”, Kitap Zamanı. Ankara.