Emrah Serbes’in son romanı Deliduman aldığı olumlu ve olumsuz eleştirilerle üzerinde çok konuşulan, çok satan bir roman oldu. Sanat eleştirisi örtük veya açık bir sanat tanımına dayanır(*). Ama herkesin üzerinde anlaştığı bir sanat –daha dar anlamda da bir edebiyat– tanımı yok. Buna karşılık eski Yunan’dan bu yana süregelen tartışma ve düşüncelerle oluşmuş sanat, edebiyat kuramları ile farklı tanımlar var. O nedenle, aynı roman için zıt yargılara varılması sık karşılaştığımız bir durum. Eserle ilgili değer yargısı, eleştirmenin öznel yargısı değil de, belli bir edebiyat anlayışının içinden kurulmuş, nesnel ölçütlere dayanan bir yargı ise, iki zıt yargıdan ikisi de doğru olabilir.
Kundera’ya göre, bir tür olarak romanın tanımlayıcı özelliği, tarihsel ve toplumsal gelişim içinde bireyin farklı varoluş biçimlerini, var olabilme biçimlerini açığa çıkartması, aydınlatmasıdır. İyi romanda birey, bir dönemin veya çağın gerçekliğini kendinde temsil eden “ben” olarak ortaya çıkar. Yazar, soyut düzeyde bireyi tarif eden özellikleri hayatın içinden verilen önemli ayrıntılarla romanda somutlaştırabilmelidir. Romanın okuyucuda estetik haz yaratan önemli unsurlarından biri, insan zihninin karanlık köşelerine gizlenmiş iyi ya da kötü insan özelliklerini ortaya çıkartabilmesi, bunların bize yabancı olmadığını da hissettirmesidir. 19. yüzyıl klasiklerini ölümsüz yapan, yazarın o çağın bireyini bütün bir iç dünyası ile ete kemiğe büründürürken aynı zamanda bu karakterlerin çağları aşan bir temsil gücü olmasındandır (Raskolnikov, Oblomov, Sorel…). Her şeyin binbir parçaya bölündüğü, atomize olduğu, toplumsal değişimin hız kazandığı 20. ve 21. yüzyılda yüzyılların eskitemeyeceği bireyi kurgulamak artık mümkün değil ama daha dar bir dönemi, belli bir çevrenin insanını ortaya çıkarabilen iyi romanlar yazılabiliyor. Deliduman bunlardan biri: Türkiye toplumunun 21. yüzyılın başlarında kültürel ve politik altüst oluşlar yaşadığı dönemin üç boyutlu bir resmini çıkarıyor ve bu kaotik toplumun ürünü olan sorunlu bir karakter yaratıyor.
Deliduman’ın baş karakteri olan Çağlar İyice, bu toplumun ortalama insanındaki pek çok zaafı kendinde toplayan 17 yaşında yeniyetme bir oğlan. Şiddete de, saldırganlığa da yatkın, ağzı iyice bozuk, kendini herkesten üstün ve her zaman haklı gören, erkek bakış açısı ve söylemiyle, klişelerle, üstten, ben bilirimci üslupla konuşan bir delikanlı. Tüm bu bildik konuşma ve davranış kalıplarının doğal uzantısı olarak, bir tahakküm etme ve dediğini kabul ettirme gayreti içinde. Doksanlarda doğmuş, orta sınıftan bir ailenin “apolitik” denilen türden bir çocuğu. Annesi, 9 yaşındaki kız kardeşi ve dayısı ile birlikte İstanbul yakınlarında Kıyıdere kasabasında yaşıyorlar. Annesi tapu dairesinde memur, dayısı kasabanın Belediye Başkanı. Romanın gelişimi içinde Çağlar’ın “erken kaybedenlere” özgü öfkeli, ayar tutmaz hallerinin biraz da anne babasının ayrı olmasından kaynaklandığını anlıyoruz. Tabii, “anne ve babası ayrılmış çocuk” da günümüzde hayli yaygın bir toplumsal varoluş biçimi. Çağlar, ruh dünyasını erişkinlerin bildiği kanallardan açığa vurmuyor. Davranışlarında (kız kardeşi dışında) herkese karşı modern çağın tüm hoyratlığını, sinisizmini görebiliyoruz ama vurulan bir güvercin, polisin biber gazıyla ölen bir martı karşısında son derece yufka yürekli.
Tür olarak roman, toplumsal bir durumu ya da bireyi yansıttığı için insan ve hayat hakkında yargıda bulunması da kaçınılmazdır. Özellikle politik bir boyutu da varsa, romanda edebiyat açısından değerli olan, yazarın anlattığı olayla, insanla arasına nesnelliğini bozmayacak mesafeyi koyabilmesi, anlatılan konuya, bireye zenginlik kazandırabilmesidir. Gerekli mesafe konulamadığında romandan beklenen nesnellik ortadan kalkacak, konunun, bireyin çok yanlı anlatılamaması halinde şematik ve sığ bir bakış ortaya çıkacaktır.
Deliduman bu tuzaklara düşmüyor.
Romanın ana karakteri Çağlar, giriştiği her cesaret ya da şiddet gösterisinde ya dayak yiyor ya komik durumlara düşüyor. Bazen karmaşıklıkları ve çelişkileriyle Don Kişot’un bugüne yansımış halidir, bazen -eski Gırgır Dergisi’nde Bülent Arabacıoğlu’nun- çizgi roman karakteri “En Kahraman Rıdvan”ın: kendinde süper güçler vehmeden ama tersine sakar bir kahraman. Yazar kahramanını şekillendirirken, okuyucu ona sempati duysa bile onunla özdeşleşmesine izin vermiyor. Hiçbir okuyucu, ne Don Kişot’un ne de Rıdvan’ın yerinde olmak istememiştir; Çağlar’ın da. Onun içine düştüğü durumlar, okuyucuyu kâh hüzünlendirir, kâh güldürür. Ama özdeşleşme olmaz.
Romanda Çağlar’ın kız kardeşini ararken Gezi Direnişi’nin içine düşmesi tam “serendipce” bir deney oluyor. Çok yakın siyasal, toplumsal tarihimizdeki bu önemli olayın, Gezi olayının, doğal olarak farklı yorumları yapıldı. Ne olup ne olmadığını belki üzerinden biraz zaman geçince daha iyi görebileceğiz. Romanda Çağlar’ın Gezi ile tasarlanmamış buluşması, Emrah Serbes’in “Gezi”ye nasıl baktığını edebiyatın gerektirdiği nesnellik, insan ve olay zenginliği içinde verebilmesini sağlıyor.
Türkiye’ye özgü olarak, 12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü yaşamış şehirli, okumuş ve sol muhalif anne-babaların devletle ve polisle ilişkisi sorunludur. Gençliklerinde yaşadıkları bu karanlık dönemlerde tanığı oldukları şiddet, işkence ve tonla kanunsuzluk nedeniyle polis onlara güven vermez. En masum toplumsal gösteride bir polis müdahalesi karşısında dövüşmek ya da kaçmak dışında daha farklı bir seçenekleri yok gibidir. Onların bugünkü çocukları ise genellikle -evde, okulda, sokakta- eski/baskıcı/sopalı “terbiye” anlayışının dışında ve dayak korkusu olmadan, daha özgür yetiştiler. Bir polis müdahalesinde, hafızalarında böyle bir iç gerilim olmaksızın, nerdeyse oyun oynar gibi tepki gösterebiliyorlar.
Deliduman, Gezi ruhunu da ifade ettiğini düşündüğüm bu noktayı görünür kılıyor: Hiç de siyasi olmayan insanlar taleplerini –evet yerleşik siyasetin hoşlanmadığı yollarla– iktidarlara duyuruyor. Yaptıkları, siyaset başlığı altında bilinen bir faaliyete benzemiyor, kendi gündelik hayatlarında ne yapıyorlarsa onu yapıyorlar. Meydanda kurdukları çadırlarda kalıyor, çoğu işten çıkınca Gezi’ye geliyor, oradan evlerine, kafeye veya okula… Bir örgütten güç almıyorlar ama hemen orada en mükemmel işbölümü ile ortak bir hayat kurabiliyorlar. Eylemin içinde de dışında da sürekliliği olan bir hayat: Siyaset ve gündelik hayat iki ayrı şey değil. Galiba bu nedenle, bizzat başbakan tarafından kışkırtılan, arkalanan, acımasız polise karşı direnişleri, anne babalarınkinden farklı, dalga geçen, esprili ve zekice olabiliyor.
Ama Çağlar, bildik uyanıklığıyla ve toplumdaki pek çok zaafı naif bir biçimde kendinde toplamış varlığıyla Gezi’de kafasını kayalara çarparak dolaşır, o haliyle orada varlığını sürdüremeyeceğini de görür. Ne var ki, Gezi ortamı erişkinlerin değerleri ile değil, genç bir kuşağının değerleri ile varolmaktadır. Çağlar’ı iyi edecek olan da galiba budur. Ailenin, okulun ya da dayısının temsil ettiği düzen siyasetinden deva bulamaz, çünkü bu “serseri mayın” zaten o kuşağın ve kurumların ürünüdür. Ama tüm aykırılığına karşın Gezi’de ona da yer vardır. Orada başka tür bir kişiliğin, varoluşun mümkün olduğu, farklı olanların birlikte varolabilecekleri görülür, öğrenilir. Bunu Çağlar’a Gezi’den başka kim, hangi kurum anlatabilirdi? Babası mı, annesi mi, öğretmeni mi, dayısı mı?
Deliduman, Çağlar’ın dili açısından bazı olumsuz eleştiriler aldı. Genellikle bu dilin bir yandan eril, cinsiyetci, kaba, gereksiz küfürlü olduğunun, öte yandan bozuk ve çarpıtılmış bir türkçe olduğunun altı çiziliyor. Doğru gerçekten de. Ne varki, bugünkü Türkiye gerçeğini de gösteren bir dil bu. Galiba ilk kez Uğur Mumcu söylemişti: “Türkiye yazılı değil, şifahi bir toplumdur.” Arabayla şehirlerarası yollarda rastladığımız yerel radyo kanallarında, TV kanallarında dinlenen ortalama dilin düzgün bir türkçe olduğu söylenemez. TV ve sinemada seyredilen türkçeleştirilmiş yabancı filmlerdeki birçok çeviri kalıbı türkçeye uymaz. Ama bunların birçoğu konuşma diline giriyor. Üstüne bir de e-mail, facebook, tweetler’la gelen gramersiz “telgraf” dilini ekleyelim. Bu şifahi toplumun çoğunluğu, okuldan, kitaptan daha çok bu kanallardan besleniyor. Doğrudur, dilin bayağılaşması, sığlaşması riskleri hep var ama dili zenginleştirecek yaratıcı imkânları da içinde taşıyor. Romanda Çağlar’ın kullandığı dil bunların bir toplamı gibi. O nedenle karakteri şekillendirmekte ayrıca işlevsel bir rol oynuyor.
Deliduman’da, Çağlar İyice’nin Kıyıdere’de başlayan, sonra İstanbul’da Gezi olaylarının ortasına düşüşünün ironik ve gerçekçi bir hikâyesini okuyoruz. Bu delibozuk oğlanın, tamamen politika dışı saiklerle ama hayatın tam içinden yaşadıkları, Türkiye’nin akla gelebilecek hemen her sorununun, veçhesinin bir bütünsellik duygusu veren resmini ortaya koyuyor: Politik kayırmacılıktan, arsa spekülasyonuna, sermayenin açgözlülüğünden yerel yönetimlerin şehircilik cinayetlerine, riyakârlıklara, ihtirasa, kanunsuzluğa… Ve tabii Gezi’ye girilince, demokrasi, özgürlük, çevre, Kürt meselesi ve kadın sorunlarına kadar önemli konular insanın gözüne sokulmadan, iri laflara, sloganlara gerek duyulmadan verilebiliyor.
Ama bir roman için galiba hepsinden önemlisi, bütün bu toplumsal keşmekeşin içinden her tür parazit gürültüyü aşarak sivrilen bir karakterin somutlaştığını görebilmek: diliyle, muzır eğilimleriyle, inatçılığıyla, uyumsuzluğu ile düzenin kurumlarına taammüden değil, kitaptan öğrendikleriyle değil, sırf insanca saiklerle kafa tutan. Bu da edebiyat başarısının yanında ayrıca umut verici bir şey.
____________________________________________________________________
(*) Deliduman değerlendirmesine Genel Kurmay açıklamaları ciddiyetinde cümlelerle girmek istemezdim. Keşke ben de “gırgır” gibi görünen bir ciddiyetle yazabilseydim. Tabii bu önce kaabiliyet sonra da aldığımız “talim-terbiye” ile ilgili. Emrah Serbes’in neslinin “talim-terbiyesi” epeyce farklı. Deliduman’ın görünür kıldığı gerçeklerden biri de bu.