Türkiye, AK Parti iktidarıyla birlikte eskiyle yeninin bir arada yaşamasının çelişkilerini yaşamakta. Bir taraftan demokratik dönüşüm adı altında ülkenin eski figürleri siyaset sahnesinden tek tek silinirken öte yandan da ülkenin dış ve iç politikası yeniden şekillendirilmeye, temel parametreleri yeniden belirlenmeye çalışılıyor. Ancak her dönüşüm geçiren ülke gibi Türkiye’nin de kafası karışık, yerine neyi ikame edeceğini bilemediği eski politikaları zoraki sürdürme çabası, yeni fay hatları ve gerilimlerin oluşmasına yol açmakta.
Yeni Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “Yeni Türkiye”nin oluşumu için bu dönüşümü kaçınılmaz gördüğünü defalarca ilan etti. Ancak ülkenin güvenliğini ilgilendiren konularda mevcut iktidarın otoriter eğilimlere yönelmesi, insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesindeki çekingen ve yer yer 90’lı yılları hatırlatırcasına “Eski Türkiye”nin refleksleriyle hareket etmesi, yeni gelişmelere uyum sağlamada ve yeni dengelerin doğru bir şekilde okunmasında inanılmaz sıkıntılar ortaya çıkarmakta.
Yıllardır bir türlü somutlaştırılamayan ve uygulamaya geçirilemeyen barış ve çözüm süreci söylemlerine rağmen Kürt sorunu bunun en çarpıcı örneği. Otoriter Devlet algısını bir türlü aşamayan mevcut siyasetlerin ürettiği politikalara ilişkin argümanların ve Kürt sorununa ilişkin arayışların gelip dayandığı nokta, Kobani’deki IŞİD saldırılarıyla birlikte ortaya çıkan kaos ve karmaşa oldu.
İç politikadaki kaos dış politikada yerini düzene bırakmıyor, aynı karmaşa orada da var. AK Parti’nin bu alanda temelde üç aşamadan geçtiği söylenebilir. İktidara geldiği birinci dönem, ürkek bir değişim söyleminin yanında ordu ve bürokrasiden oluşan derin devlete karşı açıkça AB ve ABD’den yana tavır aldığı dönem. 2002-2007 arasını kapsayan bu dönemde dış politikadaki değişim sinyali ilk kez bununla bağlantılı olarak Kıbrıs’ta ortaya çıktı.
“ARAP Baharı” öncesi dediğimiz ikinci dönemde ise ekonomik büyüme ve gelişmenin yarattığı, aynı zamanda asker belasını başından defetmiş bir hükümet olmanın beraberinde getirdiği özgüvenle dışa açılan, Arap dünyasıyla güçlü ilişkiler kurmaya çalışan, sıfır sorun politikalarıyla komşularıyla ilişkisini yeniden barış temelinde dizayn eden bir AK Parti gerçeği karşımızda durmaktaydı. 2010’a kadar devam eden bu dönemde AK Parti’nin iç ve dış politikada yıldızının en parlak olduğu dönemdi.
Dışarıda Arap Baharına içerde ise Referandum sonrasına denk gelen üçüncü dönemde ise iç politikada otoriterleşme eğilimlerin artarken dış politikada ise paradoksal bir şekilde söylem düzeyinde de olsa demokratik dönüşümlere kucak açtığını,siyasi erdem ve demokratik rasyonalite adı altında “Arap Baharı” sürecinde var gücüyle diktatörlüğe karşı halk ayaklanmalarına sahip çıktığını görüyoruz. Burada dış politik çizgideki değişiklikle, risk alan, cüretkar, militan bir demokratik söylem “eski Türkiye”deki “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinde tezahür eden pasif söylemin yerini almıştır. Ancak dış politikaya hakim olan“militan demokratik söylem”, kendi içinde tutarlı olmaktan uzaktır. Birincisi bu söylemin tutarlı bir bütünlük arz etmesi öncelikle bütün Arap halk ayaklanmalarına eşit ölçüde destek ya da karşıtlığı gerektirir. Ancak Türkiye nedendir bilinmez Körfez ülkelerindeki hareketlenmelere oldukça duyarsız kalmış, bu ülkelerdeki barışçıl gösterilere yönelik bastırma politikalarına hiçbir tepki vermemiştir.
İkincisiyse halk ayaklanmalarının özgürlükçü olması, bu halk hareketlerine yön verme gücüne sahip aktörlerin yaklaşımlarıyla da yakından âlâkalıdır. Dolayısıyla her halk hareketinin mutlaka özgürlükçü ve demokratik bir yönetimle sonuçlanacağı algısı tartışılmaya oldukça muhtaç bir tespit ve teşhistir. Türkiye, bu yeni rüzgarın çok yakın ilişkiler içerisinde olduğu Müslüman Kardeşleri iktidara taşıyacağını gördüğünden bu hareketlere yönelik çekingen tutumu süreç içerisinde aktif bir desteğe dönüştü. Türkiye aslında demokratik hareketler olarak gördüğü bu süreci, bölgenin tabii mecrasına dönmesi olarak gördüğünden dolayı değil, kendisini bölgede daha etkili ve güçlü kılacak, nüfuzunu daha da artıracak bir dalga olarak gördüğü için destekledi ve bu dalganın kendisini, bölgesel hedeflerini gerçekleştirebileceği bir noktaya taşıyacağını düşündü. Arap Baharı süreci giderek hedeflerinden uzaklaşıp rüzgar tersine döndüğünde başta Suriye konusundaki yanılgıları olmak üzere bütün bir dış politikadaki sendelemeler, izleri ufukta görülmeye başlayan fiyaskonun ilk habercisi olarak görülmeye başlandı.
Türkiye’ye yöneltilen diğer bir eleştiriyse mezhepçilik eleştirisiydi.Kendi içinde önemli ölçüde bir Alevi nüfus barındırmakta olan bir ülkenin Suriyeli grupların her fırsatta dile getirdiği kategorik Alevi düşmanlığına sahip çıkan bir görüntü sergilemesi de kauoyundaki rahatsızlığın başka bir kaynağıydı.
AK Parti iktidarının Dış politika eksenine İhvan’ı oturtması, Suriye’de desteklediği birçok grubun mezhepçi, şiddet yanlısı ve cihatçı çizgiye mensup yapılar olması AK Parti yönetiminin mezhepçi bir karaktere büründüğü algısını güçlendirdi.
TÜRKİYE'NİN IŞİD POLİTİKALARI
Türkiye açısından IŞID bağlamında ortaya çıkan başka bir açmaz ise hükümetin kendine olan aşırı özgüveniyle birlikte gücüyle orantılı olmayan, ülkenin potansiyellerini fazlasıyla aşan bir maceraya girmesiydi. Her ne kadar AK Parti hükümeti, etrafındaki yeni başgösteren çatışma alanlarına mesafeli durarak doğrudan askeri bir maceraya girmese de dış politikada tecessüm eden yalnızlık, uluslararası toplumun Türkiye’ye olan pozitif bakışının değişmesine yol açtı.
Şu ana kadar anlattığımız tüm stratejik hatalarTürkiye'yi riskli adımlar atmaya itti. Esad rejimine karşı mücadele eden muhaliflere, örneğin El Nusra ve IŞİD gibi örgütlere karşı tolerans bu adımların başında geliyordu. Esad rejimi dirençli çıktıkça bu örgütlerle kurulan sorunlu ve yanlış ilişki daha sorunlu ve yanlış hale geliyordu.[1]
Bu adımlar hem Türkiye'nin deklare ettiği prensiplerle çelişiyor, hem Türkiye'yi hak ettiğinin çok çok altında bir imaja doğru sürüklüyordu. Neredeyse 90 yıla yakın bir süredir Türkiye, laikliği belki abartılı yorumlayarak dindar kesimlerde bir mağduriyet yaratmış olabilir. Ancak Türkiye en azından tarihinde Arap coğrafyasına musallat olan mezhepçilik, kabilecilik vs. gibi negatif unsurlara karşı bir tavır alıp modern bir ulus-devletin temellerini atarak bölgesel bir takım hastalıklara düçar olmama mücadelesini vermiş bir ülke olarak görülüyordu . Ancak son dönemde izlenen politikaların neredeyse bir asra yakın verilen mücadeleyi ve edinilen takdir hislerini bir çırpıda berhava ettiği yönünde bir izlenim, İslamcılar dışında artık neredeyse bütün kesimlerde oluşmaya başlamış durumda.
Hükümetin emrindeki think thank kuruluşlarının, kuruluş amaçlarına uygun bir şekilde hareket ederek ortaya koydukları mevcut politikaları meşrulaştırma çabası ise AK Parti yönetiminin gerçekleri görmesini engelledi. Ana akım medya dediğimiz kamuoyunu yönlendirme konusunda yüksek bir potansiyele sahip olan basın yayın kuruluşlarının da büyük ölçüde hükümete yakın kesimlerin eline geçmesi ve buranın yeni sürece uygun olarak dizayn edilmesile birlikte eleştirel muhalefetten yoksun kalan AK Parti’niniçine düştüğü hataların derinleşmesine yol açtı.
SURDAKİ İLK GEDİK: SURİYE POLİTİKALARI
Suriye’deki yanılgılar, Türk dış politikasının eleştirisinde merkezî bir yere sahip görünüyor. Direniş hattı, o hattın arkasında duran Rusya, Çin karşısında Türkiye, birkaç Arap ülkesiyle birlikte sanki Ortadoğu denilen satranç tahtasında Batılı ülkelerin bölgeye müdahale için kullandığı bir aktörü gibi.
Hülasa Türkiye, şu ya da bu düzeyde bölgede yerel dinamikler, çatışmalar ve egemenlik kavgaları içerisine girerek daha önce hiç tanımadığı bölgenin iç sorunlarına bir şekilde bulaştı, mezhepçilik ve kabileciliğin doğurduğu negatif unsurları tevarüs etmeye başladı. Suriye’de önceleri ılımlılara verilen destek, onların yetersizliklerinin süreç içerisinde açığa çıkmasıyla birlikte aşırı örgütlere tolerans gösterildi. Bu tolerans ise süreç içinde el-Kaide’nin tecrübeli ve “gözüpek” savaşçıları olmaksızın Esad’a karşı savaşın başarılı olamayacağın intibaını doğurdu. Sonuçta gelinen nokta ise IŞiD’le aynı çuvala girmek ya da bölgesel hedeflerini gerçekleştirmek için kimi karanlık bir takım strateji oyunlarına dahil olmak oldu.
Hatanın siyasi ve stratejik faturası da kabarık. Türkiye hala obsesif bir yaklaşımla bölgesel hedeflerinin en başına yerleştirmiş olduğu, Batılı ve bölgesel güçlerin çoktan vazgeçtiği Esad’ı devirme hedefinde ısrarlı. Ancak mevcut AK Parti iktidarı bölgesel politikaların değiştiğini ve uluslararası toplumun önceliğinin artık Esad’ı devirmek değil, bölgeye dehşet salan IŞiD tehikesi olduğunu olduğunu görmezden geliyor. Bölgesel ve küresel ölçekteki gelişmeleri doğru okuyamayan Türk yetkilileri, ideolojik ve siyasi nedenlerin yanısıra yaşanan fiyaskoyu itiraf anlamına gelecek bir özeleştiriden de kaçınmak için hiç bir zaman dış politikada yeni bir rota belirleme yoluna gitmedi. Geminin su almaya başladığının farkında olan hükümet, geminin nereden darbe aldığını biliyor, geminin yalpaladığının da farkında ancak yolcuların ve mürettebatın haberi olmadan ağır hasarı tamir etmeye çalışan çaresiz kaptan gibi gemi limana yanaşana kadar yaptığı hatalarla yola devam edebileceğini, bu kadarcık hasarla geminin batmayacağını düşünüyor. Ancak gemi gerçekten limana yanaşabilecek mi, kimse bundan emin değil.
Türkiye’nin son dönemde izlediği politikalara ilişkin yaşadığı açmazlar bunlar. Sonuçta 3 milyona yaklaşan mülteci ve sınırına dayanan sığınmacılar, ülkenin bütçesine önemli ölçüde yük olurken, IŞID tehlikesini yanı başına getirmeyi başarabilmiş bir iktidarvar karşımızda.
Dışişlerine hakim olantarihin doğru yanında yer alma ve demokratik rasyonalite söylemleri, her mezhep ve meşrepten insana katliam yapmaktan çekinmeyen IŞID gibi bir örgütle yan yana görüntü veren politikaları nedeniyle de yara almış durumda.
IŞiD’LE İLİŞKİNİN BOYUTLARI VE BEDELİ
Suriye’deki Esad yönetimine karşı silahlı muhalif grupları destekleyenTürkiye ve müttefiki Arap ülkeleri, aslında öncelikle ÖSO’nun temsil ettiği ileri sürülen ılımlı ve seküler grupları desteklediler. Ancak daha sonraki süreçte ÖSO’nun ve içerisindeki laik unsurların kan kaybetmesi,büyük ölçüde cihatçı grupların ön plana çıkması, ayrıntısı başka bir yazının konusu olan IŞiD’ın bu güce nasıl ulaşabildiği meselesinin dünya gündeminin tam da merkezine oturmasına yol açtı.
İşte bu noktada Batılı ittifak harekete geçerek Türkiye ve bölge ülkelerden başta hava üsleri olmak üzere bu ülkelerin topraklarını kullanmayı ve oluşturulmaya çalışılan koalisyona katılmalarını istedi. Aynı amanda Suriye krizinin aktörleri de olan bu ülkeler koalisyona katılmayı kabul ederken Türkiye bu yönde bir adımın bölgesel çıkarlarına ters düşeceğini düşündüğü için bu fikre pek sıcak bakmasa da sırf ABD gibi önemli bir müttefiki kaybetmemek ve onu karşısına almış olmamak için teklifi prensipte kabul etti.Ancak ABD’nin kabul etmesi için bazı şartlar ileri sürdü ki bunların başında Esad’a karşı kara operasyonu ve tampon bölge oluşturulması gelmektedir.
Türkiye’nin güvenlik ve tehdit algısıyla stratejik tercihlerinin yanısıra her ülkeye yönelik politikalarını ayrı ayrı masaya yatırmak gerekiyor. Türkiye’nin tercihleri açık: Esad rejiminin mümkün olan en hızlı biçimde devrilmesi, ülkenin güvenlik ve istikrarını önemli ölçüde etkileyen mülteci akının durması, mültecilerin tampon bölge ya da güvenlikli bölge olarak anılan alanlara yerleştirilmesi. Suriyeli muhalif gruplara rejime karşı bir kalkış noktası olma imkanı tanıyacak böyle bir bölgenin ihdasıyla birlikte amaçlanan bir başka önemli konu ise “güvenlikli bölge” denilen alanın Türkiye’nin terörü destekleyen ülke suçlamalarının önünü kesecek özelliğe haiz olması. Daha doğrusu oluşturmak istenen bölgeye böyle bir amaç yüklenmek isteniyor . İster tampon bölge ister güvenlikli bölge densin, muhaliflere “meşru” yollar üzerinden, daha kontrollü bir şekilde silah ulaşmasını sağlayarak Antep’te, Hatay’da, sınır boyunda muhaliflere kamplar sağlandığı yönündeki söylenti ve eleştirileri de göğüsleyecek bir formül peşinde Türkiye.
Ayrıca IŞİD’ın ayıklandığı bir muhalifler koalisyonunun, oluşturulması planlanan güvenlikli bölgede daha kolay denetlenebileceği ve verilen silahların nereye gittiğinin hesabının sorulabileceği düşünülüyor.
ABD ile yaşanan anlaşmazlık, hem harekatın muhtevasına hem de hedeflerine yönelik. Türkiye IŞİD’le mücadele edilirken,bu koalisyonun,yetkililerin üstüne basa basa söylemekten büyük zevk aldıkları “Nusayri Rejimi”ni tasfiyeyi, böylece bölgede stratejik bir düşman haline gelen komşusundan kurtulmayı, öte taraftan da şu an kendisiyle masaya oturduğu halde bir türlü ilişkisini rayına oturtamadığı kadim düşmanı PKK’ye karşı harekete geçmesini gündeme getiriyor. Bir başka ifadeyle Türkiye’nin ABD’nin salt kendi ulusal çıkarları doğrultusunda ve tamamen ABD’nin bölgesel beklentilerine cevap verebilecek şekilde koalisyon oluşturma çabalarına tepki gösterdiğini söylemek mümkün. Ancak politikalarından anlaşıldığı kadarıyla ABD’nin öncelikli hedeflerini göz ardı eden ve bölgedeki IŞID tehlikesini küçümseyen böyle bir anlayışa toleranslı yaklaşması çok da mümkün görünmüyor. Bunun en önemli nedeni ABD’nin yaklaşık 3 yıldır ılımlıları destekleme adı altında sürdürülen muhaliflere destek politikalarının sadece Suriye’yi değil aynı zamanda bölgesel istikrarı bütünüyle riske edecek bir oluşumun temellerinin atılmasına yaradığını düşünüyor olması. ABD, önceleri tamamen politik nedenlerle ve bölgesel rakipleri tarafından çıkarcı bir anlayışla gündeme getirildiğini düşündüğü bazı uyarıları dinlemediğinden şu an bin pişman. Böyle bir noktada ABD’nin IŞİD’i bırakıp tamamen Türkiye’nin kendi iç meselesi olarak gördüğü bir sorunu zoraki oluşturulmuş uluslararası bir koalisyonun gündemi olmasını beklemek, çok da gerçekçi olmasa gerek.
Bazıları IŞİD’ın aslında ABD tarafından tamamen yok edilmek istenmediği, sadece kendisine ve müttefiklerine yönelik bir tehdit oluşturamayacak, kontrol edilebilir bir noktada tutmak istediğini ifade ediyor. Bu yaklaşım, ABD’nin gelecekte bölgeye yeni müdahalelerin gerekçelerini şimdiden oluşturmak için gerçekleştirdiği bir atraksiyon olarak okunabilir ve önemli ölçüde haklılık payına da sahip görünmektedir. Ancak şurası bir gerçektir ki bölgedeki ulus-devletlerin zayıflamasının doğrudan ve kaçınılmaz sonucu, bu durumun meydana getirdiği boşluğun IŞİD benzeri örgütler tarafından doldurulacağıdır. Dolayısıyla biraz farklı bir bakış açısıyla da olsa en fazla iki olgu ihtimal dahilindedir: ABD, bu noktada ya düşük yoğunluklu çatışmaların sürdüğü ve tarafların birbirini tükettiği bir pat halinin uzun yıllar sürmesini isteyen bir tutumdan yanadır ya da ulus-devletleri yıpratmanın yanlış bir politika olduğunu fark etmiş ve bu nedenle de müttefiki ülkelerin teröre verdikleri destekle bataklığa dönüşme tehlikesi yaşayan bir Ortadoğu’da merkezî otoriteleri güçlendirme politikalarına yeniden dönüş yapmaktadır.
Bu iki bakış açısına daha yakından bakıldığında ABD’nin öncelikli tehdide yoğunlaşmak gibi bir kaygısının olduğunu, bunun da küresel ölçekte bir tehdit oluşturma potansiyelini fazlasıyla üzerinde taşıyan IŞİD ve uzantılarına karşı mücadele olduğunu anlamak için olağanüstü zihinsel yeteneklerle donanmış olmak gerekmiyor. Dolayısıyla mevcut veriler ışığında düşünüldüğündeTürkiye’nin taleplerinin ABD tarafından olumlu bir şekilde yanıtlanması oldukça zor görünüyor. Bu noktada hükümete yakın yayın organlarında Türkiye’yi müdahaleye zorlamak için ABD’nin Kürtleri sokağa çıkmaya kışkırtarak AK Parti hükümetine dolaylı bir uyarı yaptığı şeklindeki yorumların ne kadar doğru olduğuna ilişkin kesin bir şey söylemek zor da olsa yine de böyle bir yorumun tamamen gerçek dışı olduğunusöylemek de eşit derecede zor.
SONUÇ
Özetle Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkıntıların çok az bir bölümü dış ülkelerin kendisine yönelik tavırlarından kaynaklanırken önemli bir bölümü ise kendi politikalarının doğal ve beklenen sonucudur. Dış politikanın şu an tıkanmasının en önemli nedenlerinden biri, Müslüman Kardeşler’de somutlanan siyasal islam ekseninde bir politika belirleyerek, çoğulcu ve alternatiflere açık bir dış politikaya bütünüyle uzak kalmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca eski otoriter yönetimlerden tevarüs ettiği PKK takıntısı da Türkiye’nin stratejik tercihlerinde ona ayakbağı olmakta ve alternatif düşünme ve politika yapma yeteneğine ket vurmaktadır. Bu kompleksi yüzünden birbiriyle çelişen stratejik tercihler benimsemek durumunda kaldığı halde hâlâ bunu fark etmekte zorlanmaktadır. Yani Türkiye, mevcut tutumundaki ısrarı nedeniyle Suriye’de aynı anda Kürtlerle, IŞİD’le ve Esad rejimiyle mücadele etme şansı bulunduğunu düşünmektedir. Irak’ta ise benzer çelişkiyi Barzani’yi desteklerken ve IŞİD’e karşı mücadelesinde ona gizlice silah yardımı yaparken[2] de göstermiştir. Bir taraftan yetersiz de olsa Barzani’ye el altında silah veren AK Parti hükümeti bu silahların PKK’nın eline geçmemesi için uğraşmaktadır. Türkiye’nin Irak’ta Erbil ve Bağdat yönetiminin elini güçlendirecek her türlü desteği verirken ama aynı oranda yapılan desteğin PKK’yı güçlendirmeye hizmet etmemesini onlardan talep etmekte.[3] Birbirini etkisiz kılan politikalar bunlar: Bir taraftan hem Irak’ta (Barzani’nin bağımsızlık eğilimini, Sünnileri himaye adı altında Irak yönetimine muhalif grupları siyasi ve maddi olarak destekleyerek) hem de Suriye’de (Esad karşıtı bütün oluşumlara koşulsuz destek vererek) merkezi hükümet ve otoriteleri zayıflatırken diğer taraftan IŞİD’le mücadele etmeye çalışmak veya ediyor görünmek.
Sadece Kürt sorununda değil dış politikada da her ne kadar özgürlükçü bir tutum sergiliyormuş imajını verse de gerçek şu ki, Türkiye hemen hemen her alanda hâlâ eski reflekslerle hareket ediyor ve bu durum hemen hemen ülkenin geleceğini ve diğer devletlerle ilişkisini etkileyecek tüm boyutlarda önemli handikaplara yol açıyor. Bu nedenle AK Parti hükümeti ilk dönemde özellikle de Kürt sorunu, demokratikleşme ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda attığı özgürlükçü adımlardan geriye dönüşü ifade eden politikalardan vazgeçmediği ve bu özgürlükçü adımları daha da ileriye götürebilecek cesur stratejiler belirlemediği sürece ülke daha çok krizlere gebe olacaktır.
Daha somut bir şekilde IŞID krizininin, bu krizin üstesinden gelmenin insani ve İslami anlamdaki tek yolununIrak’ta ve Suriye’de gerek Kürt gerek Şii ya da Alevi, IŞID teröründen mağdur olmuş bütün kesimlere yardım etmekten geçtiği açık.
Bölgesel boyuta gelindiğinde ise Türkiye’ninIŞID’a sağlanan ya da sağlandığı söylenen desteğinbir an önce kesilmesi, sınırdan yabancı savaşçı akışının önlenmesi, mezhepçi politikalara bir son verilmesiSuriye’deki iç savaşa önemli ölçüde de olsa rahat nefes aldıracaktır. ABD koalisyonuna katılmak yerine sorunun tarafı olan yerel güçlerle yani Irak; Suriye ve İran’la birlikte hareket ederek merkeziyapıların en azından silahlı gruplar karşısında güçlenmesi için çaba göstermek, bölgeye tasallut eden IŞİD belasından kurtulmak için tak çare gibi görünmektedir.
[1] Ali Bayramoğlu, Kürt Kozu, Demokrasi Kozu ve Tam Zamanıdır, Yeni Şafak, 25.09.2014.
[2] http://www.aljazeera.com.tr/haber/turkiye-silah-verdi-aciklamadik
[3] Dedeoğlu, Beril; Star gazetesi, Sınırdaki İD; 01.10.2014 http://haber.stargazete.com/yazar/sinirdaki-id/yazi-946621.