Bir sahne düşünün: kahramanımız Harrison Ford, emekliye çıkmış bir savaş uçağının ikinci pilot kabininde bulutların üzerinde uçarken atmosferden iklim verisi topluyor. Bir sonraki sahne: New York Times yazarı Thomas L. Friedman, Suriye sınırına 30 km mesafede Urfa’da Suriye’deki savaşın iklim ve kuraklık boyutunu inceliyor. Bu sahneler ilk bölümü 13 Nisan’da ABD televizyonlarında yayınlanan Years of Living Dangerously adlı 9 bölümlük belgesel-diziden. Geçtiğimiz 18 Mart’ta, IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 5. Değerlendirme Raporu (AR5) 2. Çalışma Grubu yönetici özetinin bir kopyasına erişen İngiliz The Independent gazetesinde çıkan “Resmi Kıyamet Kehaneti” başlıklı bir haber ise şöyle başlamaktaydı: “İklim değişikliği yüzlerce milyon insanı bu yüzyıl sonuna kadar yerinden edecek, şiddetli çatışma riskini arttıracak ve küresel ekonomiyi trilyonlarca dolar zarara uğratacak”. İşin ilginç tarafı şu ki bu tartışmadan henüz bir kaç gün önce The Guardian yazarı Nafeez Ahmed’in köşesine aldığı bir akademik makale (http://bit.ly/IndustrialCollapse) küresel haber ajanslarınca “Dünyanın çöküşüne onlarca yıl kaldı” şeklinde yorumlanıyor ve hatta bizim amiral medyamızda da ünlü fizikçi Stephen Hawking’in “Kıyamet günü yaklaşıyor” savına payanda olarak kullanılıyordu. Bu resim, Prof. Mikdat Kadıoğlu’nun 17 Şubat’ta HaberTürk gazetesindeki “Şehirlerarası su savaşları çıkacak!” başlıklı röportajıyla tamamlandı: “Dünyayı boş ver, Türkiye’de şehirler arasında su savaşları çıkacak [...] Köyler arasında bile su kavgası çıkacak. İnsanlar diğer şehirlere giden su borularını kesecek”. Bir de bunların üzerine ABD ordusunun 16 emekli generalinin geçtiğimiz yaz yayınladığı “Ulusal Güvenlik ve İvmelenen İklim Değişikliği” başlıklı CNA (Center for Naval Analysis) raporu tuz biber ekti. Bu rapor ABD vatandaşlarına yönelik şu soruyu sormaktaydı: “Yüksek derecede karmaşık karşılıklı bağımlılıkların şekillendirdiği bir dünyada, dünyanın uzak köşelerindeki iklim değişikliğini sizin çocuklarınızın ve torunlarınızın hayatını nasıl değiştirecek?” Eğer bu soruya cevaplar sizi endişelendiriyor veya huzursuz ediyorsa, sizi bu meseleye angaje olmanız konusunda teşvik ediyoruz”. Korku, dağları bekliyordu.
Gelgelelim iklim krizinin gemi azıya aldığı bu karışık günlerde, basının ve dolayısıyla kapitalist birikimin itici gücü olan askeri-sınai kompleksin tepesindeki muktedirlerin en gözde temaları arasında tüm haşmetiyle yer alan iklim savaşlarına dair pek az doğrulanmış bilimsel veri bulunuyor. Bu alanın uzmanlarından ve IPCC başyazarlarından Paris Science-Po öğretim üyesi François Gemenne’nin tavsiyesi açık ve net: “Eğer iklim değişikliği ve çatışma ilişkisini anlamak istiyorsanız, basitleştirmelerden ve indirgemelerden kaçının!” (http://bit.ly/Gemenne). Dahası, Gemenne’nin de belirttiği gibi, gelecekteki olası iklim savaşlarına karşı sınırları kapatıp, göç rejimlerini zorlaştırıp, yığınak yapmaktansa bugün ve burada iklim krizinden en fazla etkilenen sosyal kesimlerin yapısal koşullarına odaklanmakta fayda var. İklim değişikliği ve ilişkili küresel çevresel yıkımlar nedeniyle yerlerinden olacak insan toplulukları ve ‘kalkınmış’ dünyanın duvarlarını yükseltip, tel örgülere sarılmasına neden olan Malthusçu korkular ise son 20 yıldır artan sıklıkla gündemimizde. Peki bu işin aslı nedir?
Çevresel korkuları devletlerin güvenlik aygıtlarına ihale eden çevresel güvenlik anlayışının kökenleri, New York Times seyahat yazarı Robert Kaplan’ın 1994 yılında The Atlantic dergisine yazdığı “Yaklaşan Anarşi” (The Coming Anarchy) başlıklı yazısında bulunabilir. Toronto Üniversitesi’nden Thomas Homer-Dixon’ın çalışmalarına sıkça atıfta bulunan Kaplan bu makalesinde, kalkınmış dünya karşısındaki en büyük tehdidin çevresel yıkım, aşırı nüfus, suç, kabilecilik ve salgın hastalıklarla dolu bir gelecek portresi olduğunu söyleyerek Malthusyen korkuları besler, küresel ekolojik krizi bir jeopolitik güvenlik meselesine indirger. ABD’de Clinton iktidarı döneminde ulusal güvenlik doktrinine alınan ‘çevresel güvenlik’ kavramı, 11 Eylül ve Katrina kasırgası sonrası güvenlikleştirilen istisna toplumunun gözde kıyamet senaryosu olmaya doğru ilerlerken bir yandan da toplumda iklim değişikliği gibi küresel ekolojik krizleri teknokratik bir yönetim meselesine indirgemek isteyen çevrelerin de en popüler ideolojik araçlarının başında geliyor. Bu söylemlerin öteden beri ekolojik yıkımın ve çevresel sebeplerden kaynaklanan insan göçlerinin tarihsel-maddeci nedenlerini (örn. eşitsiz coğrafi gelişmeye yol açan kolonyalist doğal kaynak transferleri) gözardı ederek “barbarları beklerken” (Kavafis’e selam olsun!) hissiyatı yarattığı ve ekolojik krize karşı Garrett Hardin’in ‘cankurtaran botu’ metaforunu (lifeboat ethics) güçlendirdiği söylenebilir. Öte yandan ekolojik krizin girdabında hepimiz (Nazım’ın en zarifçe ifade ettiği o büyük insanlık) aynı gemide de değiliz. Bazılarımız birinci mevkide, bazılarımız ise makine dairesinde yolculuk ediyor. Bu durum Balsillie School of International Affairs’den Simon Dalby’nin de belirttiği gibi 21. yüzyılda çevresel değişimin jeopolitikayı değil, jeopolitikanın çevresel değişimi şekillendirdiği çevresel güvenlik söylemi altında daha da netlik kazanıyor. Bu şekliyle iklim krizine verilen güvenlikçi yanıtlar, neoliberal kanaat teknisyenlerinin krizi teknokratlara havale etmek isteyen veya zaten “hepimiz uzun vadede ölüyüz” diye özetlenebilecek pozisyonlarıyla sağın ve solun ötesinde güvenli kılınmış değil güvenlikleştirilmiş bir dünya kurmanın kapılarını zorluyor (H. Bahadır Türk’ün AKP ve Kanaat Teknisyenleri yazısı kanaat teknisyenliği konusunu – başka bir bağlamda da olsa- derinleştiriyor. Bkz. Birikim 276, Nisan 2012).
Peki ne yapmalı? Oslo Üniversitesi’nden Karen O’Brien’ın söylediklerinden yola çıkmakta fayda var:
“Tehlikeli iklim değişikliği dediğimiz meselenin genelgeçer bir anlamı yok; bu tehlike kim olduğunuza, nerede olduğunuza, ne tip çoklu çevresel şok ve baskı unsuruna maruz kaldığınıza, bunlarla başa çıkıp çıkamadığınıza ve uyum sağlayıp sağlayamadığınıza göre değişir.”
Yani birincisi ekolojik krizin ciddiyetini vurgulamaya devam ederken kıyamet tellallığının yahut hepimizi eşit şekilde etkileyecek bir kriz varmış gibi yapmanın faydadan çok zararı var. Bilimsel çalışmalar korkunun olumlu ve örgütlü bir eyleme dönüşmek yerine içe kapanma ve cemaatleşmeye kapı açtığını gösteriyor. Yani iklim krizi, çeperdeki ülkelerdeki kitlelerin yoksulluk, açlık, etnik ve dinsel çatışma gibi nedenlerle merkezdeki ‘barışcıl’ metropolleri tehdit etmesiyle görünür olmuyor. Dünya sisteminin merkezindeki muktedirlerin ve ulus-aşırı tüketici sınıfın yaşam biçimlerinin yıkıcı sonuçlarının çeperdeki ülkelere başarılı bir şekilde ithal edilmesiyle görünür oluyor. Bir başka deyişle asıl yıkılması gereken fikir; çevresel güvenliğin hegemonik söylem olma yolunda ilerlediği günümüzde iklim değişikliğinin yükselen duvarlar, askeri tedbirler, takip ve izleme sistemleri ile durdurulması gereken küresel Kuzey’e yönelik en büyük tehdit olduğu fikri. İkincisi ise iklim savaşlarının (veya ‘şehirlerarası su savaşlarının’) kerameti kendinden menkul kehanet olmasının önüne geçmek için şu iklim determinizminden vazgeçmek gerekiyor. İklim krizinin büyümeye bağımlı kapitalist ekonomi modelinin içsel bir çelişkisi olduğundan hareketle küresel ölçekte sınırları kapatan ve yaşam desteği sağlayan müşterekler üzerinden çitlemeler yapan yeşil badana (greenwash) çevreciliğine karşı örgütlü mücadeleyi ve dayanışmayı kurmak gerekiyor. Bu da iklim krizine karşı politika üretiminin güvenlikleştirici kaygılarından uzak tutularak, her boyutta eşitlik meselesini ön planda tutan gıda egemenliği, su hakkı, enerji, çevre ve iklim adaleti gibi konulara yönelmesiyle sağlanabilir. Küresel ekolojik krize karşı tabandan eşitlikçi, katılımcı, dayanışmacı alternatif ekonomik modellerin kurulması halklar arasında iklim savaşları çıkacağı fikrini öne sürenlere verilecek en net cevap olacaktır.
“Tehlikeli iklim değişikliği dediğimiz meselenin genelgeçer bir anlamı yok; bu tehlike kim olduğunuza, nerede olduğunuza, ne tip çoklu çevresel şok ve baskı unsuruna maruz kaldığınıza, bunlarla başa çıkıp çıkamadığınıza ve uyum sağlayıp sağlayamadığınıza göre değişir.”
Yani birincisi ekolojik krizin ciddiyetini vurgulamaya devam ederken kıyamet tellallığının yahut hepimizi eşit şekilde etkileyecek bir kriz varmış gibi yapmanın faydadan çok zararı var. Bilimsel çalışmalar korkunun olumlu ve örgütlü bir eyleme dönüşmek yerine içe kapanma ve cemaatleşmeye kapı açtığını gösteriyor. Yani iklim krizi, çeperdeki ülkelerdeki kitlelerin yoksulluk, açlık, etnik ve dinsel çatışma gibi nedenlerle merkezdeki ‘barışcıl’ metropolleri tehdit etmesiyle görünür olmuyor. Dünya sisteminin merkezindeki muktedirlerin ve ulus-aşırı tüketici sınıfın yaşam biçimlerinin yıkıcı sonuçlarının çeperdeki ülkelere başarılı bir şekilde ithal edilmesiyle görünür oluyor. Bir başka deyişle asıl yıkılması gereken fikir; çevresel güvenliğin hegemonik söylem olma yolunda ilerlediği günümüzde iklim değişikliğinin yükselen duvarlar, askeri tedbirler, takip ve izleme sistemleri ile durdurulması gereken küresel Kuzey’e yönelik en büyük tehdit olduğu fikri. İkincisi ise iklim savaşlarının (veya ‘şehirlerarası su savaşlarının’) kerameti kendinden menkul kehanet olmasının önüne geçmek için şu iklim determinizminden vazgeçmek gerekiyor. İklim krizinin büyümeye bağımlı kapitalist ekonomi modelinin içsel bir çelişkisi olduğundan hareketle küresel ölçekte sınırları kapatan ve yaşam desteği sağlayan müşterekler üzerinden çitlemeler yapan yeşil badana (greenwash) çevreciliğine karşı örgütlü mücadeleyi ve dayanışmayı kurmak gerekiyor. Bu da iklim krizine karşı politika üretiminin güvenlikleştirici kaygılarından uzak tutularak, her boyutta eşitlik meselesini ön planda tutan gıda egemenliği, su hakkı, enerji, çevre ve iklim adaleti gibi konulara yönelmesiyle sağlanabilir. Küresel ekolojik krize karşı tabandan eşitlikçi, katılımcı, dayanışmacı alternatif ekonomik modellerin kurulması halklar arasında iklim savaşları çıkacağı fikrini öne sürenlere verilecek en net cevap olacaktır.