Marx'ın AKP ve Erdoğan Eleştirisi

24 Şubat 1848’de başlayıp 2 Aralık 1851’e kadar devam eden ve Louis Bonapart’ın “Hükümet Darbesi”yle yeni bir evreye giren olaylar dizisi, Fransız düşün ve siyasal gözlemcilerini, fena halde şaşırtmış ve şaşkınlık her zamanki gibi, öfke ve teslimiyet gibi iki ayrı semptomu köpürtmüştü.

 

Victor Hugo, “Küçük Napolyon” diyerek, darbeye keskin bir nükte ile sövüp sayıyor, Prudhon “Hükümet Darbesi” broşüründe darbeden halkı sorumlu görüyor, burjuvazi, köylüler, zanaatkarlardan oluşan geniş bir kesim ise Bonapart’ı “büyük bir devrimci” olarak, coşku ile selamlıyordu.

Marx açısından her üç tutum da “Fransa’daki sınıf mücadelesinin, garip ve vasat bir adamın kahraman rolü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri” anlaşılır kılmadığı için yanlıştı ve devrimci mücadele ve direniş açısından bir anlamı olamazdı. Çünkü bu tutumlar, öfkeli bir küfürbâzlık, suçlayıcı bir gerekçecilik ve garip bir teslimiyetin fasit dairesi içindeydi.

Marx, ilkin Fransız Tarihi’ni yeniden incelemeye girişir. Özellik 1789’dan Napolyon Bonapart’ın kendisini İmparator ilan ettiği 1804’e kadarki süreci didik didik eder. Marksistlerin aksine Marx’ın elinde hiç bir zaman her olayı şipşak çözen sihirli bir formül olmamıştır. Yöntemindeki eleştirellik, diyalektik süreklilikler ve kopuşlar biçiminde, kendisini sürekli yeniler.

Engels ile birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’ndeki “alt yapı/üst yapı” analizlerinde indirgemecilikten, “Komünist Manifesto”daki, coşku dolu devrim çağrısı ve polemiklerden kaçınmaya başlar. Marx’ın Bonapartizm eleştirilerini içeren “18. Brumaire” i, sadece Hugo ve Prondhon’a dönük değil kendisinin daha önceden yaptığı analizlere dönük eleştiriler de içerir. Bu nedenle “Louis Bonapart ve 18 Brumaire”, sosyalist siyasetin imkânlarını, ufuk, derinlik ve süreklilik açısından, büyüten, kilometre taşlarındandır.

1848 Devrimi’nin dramatik yenilgisinin ardından, Louis Bonapart 10 Kasım 1848’de 7.8 milyon oyun 5.5 milyonunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Ne var ki, Parlamento ve en yüksek temsil gücünü elinde bulunduran “Düzen Partisi”, İkinci Cumhuriyet’in sınırlayıcı eski statükosundan beslenen kanunlar, Bonapart ile bu güçler arasında bir çatışmaya yol açar. Anayasa gereği Cumhurbaşkanları dört yılda bir ve sadece bir kereliğine seçilebilirler. Cumhurbaşkanlığı’nın görev süresi azaldıkça gerilim yükselir ve 2 Aralık 1851’de bir darbe ile Bonapart rejime İmparator olarak el koyar. Haliyle, günümüzde “Bonapartizm” olarak bilinen siyasal yöntem, aynı anda; seçimi, temsili, darbeyi, anayasayı parlamentoyu, otoriterliği içeren bir bütünlüğe sahiptir.

Büyük bir çoğunlukla Cumhurbaşkanı olan Bonapart, darbe yaptığında da geniş bir kesim tarafından “düzenin (statükonun) gerici güçlerini tek başına alt eden” bir Devrimci olarak alkışlanır. Marx buna itiraz eder ve Bonapart’ın aslında bir Karşı-Devrimci statükonun sürdürücüsü olduğunu göstermeye koyulur. Marx açısından ilk sorun, sadece burjuvazinin değil, Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto’da, iktisadi açıdan en alt katmanlar olarak, devrimci cephenin en ön saflarında konumlandırılan kesimlerin, nasıl bir despota bel bağladıklarını açıklamaktır. Haliyle, 18. Brumaire’de Marx’ın öncelikli amacı, yapısal üretim ilişkileri içerisindeki konumu itibariyle devrimci komünizmi desteklemesi gereken toplumsal kesimlerin bile nasıl bir despota bel bağlayabildiklerini göstermektir. Ayrıca Bonapart gibi despot bir diktatörün rejimine duyulan inanç biçimde ortaya çıkan siyasal istikrar arzusunun altında, kapitalist bir toplumda ekonomik istikrara duyulan ihtiyacı keşfeder. Burjuvazi kadar köylüler, küçük işletmeciler, orta boy üreticiler, zanaatkarlar, işsizler de Bonapart’ı çıkarlarına uygun bir model olarak selamlarlar. Başka deyişle, 18 Brumaire, siyasal bir rejim ile iktisadi bir rejimin, her biri diğerini koşullandırmak suretiyle, karşılıklı olarak kuruluşunu inceler. Bu inceleme, dogmatik mantığın konformist beklentilerini karşılayacak biçimde, “ezen-ezilen” politik kamplaşmasını, otomatik olarak ön plana çıkartmaz.

Bu, metafizik sırlar ve maddi araçlarla dolu politik tabloya “Fransızların yaptığı gibi, ulusların gafil avlandığını” itiraf etmekle sorun çözülmez diye itiraz eden Marx şöyle der:

Ne bir ulusun, ne de bir kadının, karşılarına çıkan ilk serüvencinin kendilerini iğfal edebildiği zaaf anı bağışlanır birşey değildir. Şeyleri bu biçimiyle sunmak sorunu çözmez, ancak başka bir biçimde ifade etmiş olur. 36 milyonluk bir ulusun nasıl olup da üç dolandırıcı tarafından gafil avlandığı ve direnç göstermeden tutsak alındığı, açıklanması gereken birşey olarak kalır.

Amca Napolyon’un durumu bir trajedi iken yeğen Bonapart’ınki ise komedidir. Marx Bonapart’ı “komedyen” ilan ederken, hicvin ciddiyetinden faydalanır, basitleştirmesinden değil. Bonapart, 20. yüzyılda ve günümüzdeki tüm despotların, diktatörlerin protipini oluşturuyordu. 18 Brumaire’de Marx, bu olaylar ile temsili parlementer sistem arasında doğrudan bir ilişki kurar.

Demokratik temsilcilerin hepsinin gerçekten de dükkân sahibi oldukları ya da dükkân sahiplerini ateşli bir şekilde destekledikleri de pek söylenemez. Gökyüzü yeryüzünden ne kadar uzaksa, bu temsilciler de eğilimleri ve bireysel korumları itibariyle onlardan o kadar uzak olabilirler... Burjuvazinin sözcüleri, yazar çizerleri, platformu ve basını, kısacası burjuvazinin ideologları ve burjuvazinin kendisi, temsil edilenler ile temsilciler birbirine yabancılaşmışlardı ve artık birbirilerini anlamıyorlardı.

Marx açısından Bonapart sorunu

Devasa bürokratik ve askeri örgütlenmesiyle, geniş ve suni devlet çarkıyla, sayıları yarım milyonu bulan bir sürü memuruyla ve yine yarım milyonluk ordusuyla bu yürütme gücü, Fransız toplumunun gövdesini bir ağ gibi sarıp onun tüm gözeneklerini tıkayan bu devlet verici asalak yapı”sıyla bir devlet iktidarı sorunuydu.

 “Çünkü” diyordu Marx

Devlet kendini ancak ikinci Bonapart zamanında tamamen bağımsız kılmış gibi görünüyordu. Devlet çarkı, sivil topluma karşı olarak, kendini baştan aşağı sağlamlaştırmıştı.

 

Victor Hugo, Proudhon ve Saint Simoncular, Bonapart’ın meclise girişini ve temsili demokrasi ile cumhurbaşkanı olmasını desteklemiş, peşinde gelen “Bonapart’ın darbeci, diktatöryel” yönlerini görünce bu kez hayal kırıklığı içinde, nükteli küfürlere ve toplumu suçlayan garip tavırlara sürüklenmişlerdi. Marx açısından bu savrulmanın nedeni, devletin özellikle kriz aşamalarında, neleri başarma gücüne sahip olduğuna dair “gizemin” çözülmemiş olmasıdır.

18 Brumaire, Marx’ın Kapital’e zihinsel hazırlığı gibidir. 18 Brumaire’den Kapital’e  Marx’ın eleştirel düşünce dünyası, kapitalizmin, heterodoks, kaotik, süreklilikler ve kopuşlara dayanan evrenine, yepyeni bir bakış açısı kazandıracaktır.

Marx’a göre (1850’lerden sonraki fikirlerinde) Kapitalizmin kökeninde bir üretim faliyeti olarak ekonomi değil, “tefeci ve tüccar sermayesine dayalı olan kamu kredi sistemi vardır ve manifaktür çağı boyunca bütün Avrupa’yı sarmıştır.” Kapitalizm henüz bir üretim sistemi olarak belirmeden önce, devlet aygıtına yerleşmiş ve hukukun yardımıyla manifaktür üzerinden peyderpey üretime nüfuz etmiştir. Marx’ın sosyalizme doğru ilk adımını Hegel’in Hukuk ve Devlet Felsefesinin Eleştirisi ile atması, bu perspektiften bakıldığında son derece anlaşılırdır.

Tefeci ve tüccar sermaye, devlet eliyle, sanayi ve banka sermayesine dönüşecek ve 1870’ler sonrasında betimlendiği şekliyle değil, her aşamada hem iç içe hem de çatışma halinde olacaktır. Bu iki sermaye türünün ilişkileri lokal değil diyalektiktir. Devlet eliyle banka ve sanayi sermayesi olarak meşruiyet ve resmiyet kazanan bu iki sermaye, siyasal yapıları ve bu siyasal yapıların sermaye ile ilişkilerini, dogmatik anlatılarla şablonların ötesine taşıyacaktır.

Marx’a göre ulusal zenginlik denilen modern verinin halkın mülkiyetinde olan yegane kısmı, devlet borçlarıdır. Bundan dolayı, bir halk ne kadar borçlu olursa o kadar zengin olur diyen modern doktrin zorunlu bir sonuçtur... Kamusal borçlanma, bir sihirbaz değneği gibi, başı boş duran paraya bir çoğalma gücü kazandırır ve onu sermayeye çevirir; hem de bunu sanayi ve hatta tefecilik alanına yatırılması halinde paranın katlanmak durumunda kalabileceği zahmet ve risklere maruz bırakmaksızın yapar. Devletin alacakları gerçekte hiçbir şey vermezler; çünkü borca dayalıdırlar. Devlet borçları, desteklerini, yıllık faiz vb. ödemelerini karşılamak zorunda olan kamu gelirlerinde bulduğu için, modern vergi sistemi, ulusal borçlanma sisteminin zorunlu tamamlayıcısı olmuştur... Marx, bu konuda Montesquieu'den bir alıntı yapar; "Moğollar Avrupa'yı bugün istila etselerdi, onlara, bizdeki finansçının ne olduğunu anlatmak güç olurdu"

Bu anlatı, iç pazarı, dünya pazarını, devleti, en milliyetçi olanının dahi neden küresel sermayeye bağımlı olduğunu, burjuvazinin nefret etse bile istikrar için mecburen Bonapartlara itaat ettiğini, toplumun "ulus ya da sınıf" formlarıyla sisteme entegre edildiğini, mit ile rasyonalizmin aynı şeyi birlikte yüceltip aynı anda lanetlediğini ya dinsel bir ideoloji ya da dinselleşmiş bir dünya dininin yaratıldığını... açıklar.

"Küçük Napolyon" 

Sıradışı yönleri yok muydu Bonapart'ın? Vardı şüphesiz. Amcası Waterloo Savaşı sonrası St. Helena adasına gönderilince, Bonapart soyadı için Fransa, tekin bir yer olmaktan çıkmıştı. Bonapart önce İngiltere peşinden Amerika'ya sürgün edilmişti. 1848'in çalkantılarından uzakta kalmış ve bir prensten ziyade, bir yurttaş olarak dönmüştü Fransa'ya. İç savaşı dışardan izleyen birisi olarak, tüm kesimlerin arzularını ve zaaflarını gözlemleme fırsatı bulmuştu. Ve bunu kurnazca istismar edecekti. 10 Kasım 1848 seçimlerinde kayıtlı seçmenlerden (7,5 milyon) 5,5 milyonunun oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçildi. En yakınındaki aday 1.5 milyonda kalmıştı. Devrimcilerin barikat savaşlarında parçalanarak yıktığı statükonun üstünde,  gerçek bir bedel ödemeden Cumhurbaşkanı olarak yükselmişti. Parlamento ve yasaları daha ilk andan itibaren önünde engel olarak görmeye başlamıştı. Anayasa'ya göre ikinci kez seçilmesi imkânsızdı. Yeni seçim tarihi yaklaştıkça, gerilim artıyordu. Nihayetinde, bu gerilim 2 Aralık 1859 darbesiyle son buldu ve Louis Bonapart, 3. Napolyon olarak Fransa'ya el koydu. Çokluğun Cumhuriyet'i bir imparatorun şahsında diktatörlüğe dönüşmüştü. "Küçük Napolyon"un tasfiye ettiği İkinci Cumhuriyet ise, 1848 Devrimi’nin yozlaşmış dönüşümüydü. Yeni bir Cumhuriyet’ten çok restorasyondu.

İmparator olur olmaz, kesenin ağzını açtı, kendini destekleyenlere yüksek sübvansiyonlar sağladı. Başta Paris olmak üzere, Fransa'nın belli başlı şehirlerini günümüzün diliyle "Kentsel Dönüşüm"e tabi tutarak, birer inşaat sahasına çevirdi. Amcasına göre epey uzun ve iri sayılırdı, Paris'i bu büyüklüğünü belirginleştirecek heykellerle doldurdu.

İmparatorluk Vizyonu ile Fransız Halkı'na eski günlerdeki gibi "şahlanma" ve "Avrupa’nın yeniden büyük gücü" olma vaadinde buunuyordu. Kendi rejiminin temel ekonomik direğini oluşturan Crédit Mobillerin aşırı spekülasyonlar sonucu yaşadığı krize rağmen, Mısır'daki Süveyş Kanal'ı için yüksek paralar harcamaktan geri durmuyordu.

Stratejik Dış Politika vizyonuyla amcasının hayallerini gerçekleştirmeye çalıştığında ise, Fransa'nın neredeyse başı belaya giriyordu. İtalya politikasından dolayı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’yla, Polonya Meselesi’nden dolayı Rusya ile, Meksika sorunundan dolayı ABD ile, Alsace-Lorraine'den dolayı Prusya ve Amcası'nı taklit girişimlerinden dolayı İngiltere ile karşı karşıya gelmişti. Çağdaşı Bismarck için politika "güç ile amaç arasındaki geometrik uyumdan" ibaretti, Napolyon için ise geçmişten gelen Büyük Fransa vizyonuydu. 1870'te Prusya karşısında ağır bir yenilgi aldığında, bütün bunların ne anlama geldiğini öğrenecekti. Bismarck, Prusya Devleti'ni Paris'in Versailles Sarayı'nda Alman İmparatorluğu olarak ilan ettiğinde 3. Napolyon'un stratejik vizyonu, stratejik bir felç olarak, Fransa'nın felaketi olacaktı.

 

KAYNAKLAR

 

1    Marx, Louis Bonapart 18 Brumaire.

2    A.g.e.

3    A.g.e.

4    A.g.e.

5    A.g.e.

6    A.g.e.

7    Marx-Kapital 1. çev: Mehmet Selik - Mail Saz.

8    A.g.e.

9    A.g.e.

10  A.g.e.

11  A.g.e.