İyi de, Kendimizi Nasıl Restore Edeceğiz Biz?
Boğazımıza kadar battığımız bu pisliği daha ne kadar taşıyabiliriz ki? Gözümüze soka soka tezgahladıkları, hayasızca sürdürdükleri  hırsızlık ve yağma düzenine verdiğimiz izin ve onayı  nereye kadar genişletebiliriz? Sefil üçkağıtçılıklarını ve çirkin oyunlarını her seferinde nasıl pis bir sırıtış eşliğinde sahnelediklerine şahit olmayan kaldı mı içimizde? Kendimize duyduğumuz saygıdan bu kadar kolay vazgeçersek eğer, bizden geriye ne kalır sanıyoruz ki? Yalanlarını dinlemekten ne zaman bıkacağız? Taş kalpli zalimler onlar; işledikleri her suça daha baştan arka çıka çıka daha ne kadar alçaltabiliriz kendimizi? Karanlık sokaklarda, meydanlarda, köşe başlarında hunharca öldürülen çocuklarımız için bile –biz şimdi onların resimlerine bile bakmaya kıyamazken-  içlerinin hiç acımaması, aynı kin ve nefreti o zaman bile arsızca sergilemekten geri duramayışları da tiksinti uyandırmayacak mı hiçbirimizde? Hiç mi? Böylesine ağır bir merhametsizlik ve sevgisizlik karşısında gösterdiğimiz bu soğuk kayıtsızlığı mümkün kılan nasıl bir kalbimiz var bizim? Bu ağır insanlık kaybı ne zaman geldi oturdu ta içimize?
                
Onlar, onların eşi dostu daha çok ve daha çabuk zenginlik ve sermaye biriktirsin, paraları keyifle kutularda, odalarda istiflesinler diye havasız kömür ocaklarında, demir ve beton yığınları arasında, gökdelenlerin asansörlerinde, tersanelerde, sel sularında inleye inleye, kemikleri kırıla kırıla, organları ezile ezile, etleri yana yana her gün ölen kardeşlerimiz için edecek iki çift lafımız da mı yok artık? Yoksullar her gün yeniden üç kuruş paraya hayatlarını ortaya koyuyorlar ya çaresizce, artık bir daha iyileşmeyecek ıstırap ve hatıralarıyla geride kalan öksüz ve yetimlerin gözlerine bakabilecek bir yüzümüzün kalmamış olması hiç mi umurumuzda değil  bizim? Derelerimizi, parklarımızı, ormanlarımızı, tarlalarımızı birbirlerine peşkeş çekerken onların gösterdiği açgözlülük ve pişkinlik gözümüze batmayacak mı hiç?

Suçluluk insanın en kıymetli duygusudur belki de. Çevresinde ruhlarımızın kurulduğu asıl merkez orasıdır. Vicdan, ahlak, sorumluluk etiği oradan köken alır. Bütün büyük anlatıların asıl temasının suçluluk olması bundandır. Ahlak, herhangi bir çıkar beklentisi olmaksızın başkalarının iyiliği için davranabilir olmaktır ve bu kendi iyiliğimizin ve esenliğimizin en güçlü teminatıdır. Mevcut duruma ait olmakta, kendi yarar ya da çıkarının peşine düşmekte değildir insanı bulacağımız yer.  Ahlakımızı ve vicdanın çağrısını böylesine kaybetmiş olmanın yükünden, bu denli aldırmaz olmanın ağırlığından nasıl kurtulacağız biz?  

İnsanı  çoğaltan ve içini genişleten derin bir hak ve adalet duygusunun olması değil midir? Bu körelmiş vicdanlarımızla nasıl bir hayat sürdüreceğiz? Kötülüğü kötülük olarak nasıl teşhis edeceğiz bir daha? Kötülüğü adlandırmayı nasıl, nereden bileceğiz? Cinayetlerinin, yalanlarının, hırsızlıklarının ardından hep aynı küstahlığı ve soysuzluğu sergilemeleri arkalarında durduğumuza inandıklarındansa eğer, varoluşumuzun sıradan bir müsvedde derekesine düşürülmüş olması hiç mi kanımıza dokunmayacak? Varlığımızın tam kalbinden yükselen vicdanın sessiz çığlığını en güçlü kelimelere tercüme etmek değil midir insaniyet temeli dediğimiz şey? Hiç mi endişelendirmiyor bizi, zulmet ve vahşete bu teslimiyetin ebedi bir vicdani eziyet olarak bir daha peşimizi bırakmayacak olması?

Önüne çıkan her şeyi posasını çıkarana kadar ele geçirme hırsının, bu doymak bilmez açgözlülüğün, geride hiçbir şey bırakmamacasına saldıran bu ürkütücü iştahın nasıl bir bünyede böylesine biriktiğini hiç merak etmeyecek miyiz? Diyelim, şehrin tam ortasında, hepimize azıcık serinlik versin ya da çocuklar oynasın diye parka/bahçeye dönüştürülmesi gereken –ve hepimize ait olan- bir açıklık var. Her seferinde aynı gözü dönmüşlükleve hızlıca saldırıp her şeyi demire ve betona çevirmek onların içini hiç sızlatmıyor, tamam da bunuutanmadan açıkladıkları yüzlerce milyon dolarlık karları biraz daha artsın diye işçileri öldüre öldüre, kanlarını döke döke yapmaları karşısındaki sessizliğimiz bizi hiç mi utandırmayacak?

Bu kanlı, karanlık, vahşi saltanat dönemine ait bütün suçların tek tek hesabını sormazsak eğer, kendi çok yönlü suç ortaklığımız için hakiki bir arınmanın gereklerini yerine getirmezsek, yine göz yumarsak, “en iyisi geçmişe  sünger çekmek” dersek, geçip gitmeye kalkarsak üzerinden, tertemiz bir niyet ve halis bir özlemle ve ümit ederek hiçbir şey için herhangi bir başlangıç yapamayacağımızı; bu lanetli geçmişin, bütün travmatik yüküylerüyalarımızı bile istila edeceğini göremiyor muyuz?

Kendimizi adım adım insanlaştırmak denen büyük bir hikayenin sahipleriyiz biz. Her bir evresinde o sürecin, sebep olduğumuzu düşünerek üstlenmekten çekinmediğimiz hayali, gerçek ya da simgesel her türlü ihmal, yıkıcılık, tahribat ya da kayıtsızlık için nedamet getire getire inşa ediyoruz benliğimizi. Onara onara ötekini; ama kendimizi de. Büyük bir utanç duyarak, iyilik karşısında şükranı ve teşekkürü öğrene öğrene büyüyoruz. Çıplak çıkar ve güç ilişkisi mantığından bizi esirgeyen bir yüce gönüllülüğü kalbimizde sindire sindire. İçimiz elvermediği için, kıyamadığımızdan her bir  kaybımızı içimizde tuta tuta.…O kutlu yolculuğun, biz billur gibi bir kalp ve vicdan olarak kalana değin sürmesi. Bunları hatırlamanın tam vakti değil midir? Kendi şahsi hakikat komisyonlarımızı kurup, orada kendimizle ve bütün suçlarımızla arı bir yüzleşme ve arınma arzusuyla yola çıkmanın vakti?.. İnsanın en üstün vasıflarından biriyse hakikate sadakatle bağlı olmak, yeniden insanlığımızı fethetmek için, geç olmadan…

Biz, her geciktiğimizde çünkü, içimizdeki insaniyet zeminini yeni bir gayretle sahiplenerek kendimizi onarma işini her savsakladığımızda hepimize çoktan bulaşmış bu çürüme geride hiçbir şey bırakmayacak…