23 Ekim Van depreminin üstünden yaklaşık bir buçuk aylık bir süre geçti. Fakat bu sürede ne deprem kentten vazgeçti ne de depremin yarattığı tragedyalar bir son buldu. Depremin şiddetine nazaran yol açtığı yıkıntının ve kayıpların büyük olmaması tek tesellimiz, artçı ve ırkçı sarsıntıların varlığı da yegâne endişemiz olur sanıyorduk. Tüm olan bitene rağmen korkuyla karışık ve halkın en azından bir kısmıyla barışık devlet babamızın kollarının bu kez merhametle uzanacağını umuyorduk ve soğuk kış günlerinde üşüyen ellerinin, yanarak kül olacağını görmüyorduk küçücük bebelerin. Dünyanın öbür ucuna yetişen Anadolu sıcağı Van soğuğuna da elbet bir çare bulur diyorduk.
Zaman gösterdi ki yanılıyorduk…
Milyonluk bir kent önce kaderine sonra da kendisini var eden emekçilerine terk edilmiş vaziyette şimdi. Resmi rakamlar bir yana, 23 Ekim öncesi Cumhuriyet Caddesini gören biri, şimdi o lambaları bile yanmayan sokaklarda akşamları dolaşmanın verdiği hüzünden anlar göçüp gidenlerin sayısını. Bulvarlardan, terk edilmiş apartmanlardan, kahvelerden, müstakil evlerden, minibüslerden anlar. Herkes faylarla birlikte kırılan bu umutsuz mekânlardan geçici de olsa uzaklara giderek avutuyor ruhunu. Geriye kalanlar, bir sebeple bir yerlere gidemeyenler ama çoğunlukla emekçiler. Günlük yaşamları ayrı bir trajedinin konusu olan sürekli aktörler. Hayatları bilançolara, tahsil edilecek çeklere, satış rakamlarına, kanuni izin haklarına yani bir şekilde dönmesi gereken ekonomi çarklarına adanan travma lüksüne erişememiş kalabalıklar. Her fırsatta yüzündeki maskeyi düşüren kapitalizmin anlattığı hiçbir hikâyede, yaptığı hiçbir haberde zikredilmeyen sıradan adlar. Bir kent düşünün her köşesi yalnızca kendini yaratan öznelere kalmış; ki bunun adı ütopyadır. İşte Van’daki tam bir “distopyadır”.
Depremden kaçamayanlara dönüp bir bakınca aslında ne kadar da tanıdık olduğunu fark ediyoruz hiç dile getirilmeyenin.
Otuzlu yaşlarda sekreter bir kadın, bir araba bayisinin satış ofisinde çalışıyor. “Birinci depremden hemen sonra patronlarımız aileleri ile birlikte il dışına çıktı” diyor. Bizim de takip eden hafta içinde yapmamız gereken ödemelerimiz vardı, bu yüzden hemen ertesi günden itibaren işe gittik. Okullar tatil edildiği için 12 yaşındaki kızımı İstanbul’a gönderdim. Şimdi evimizin önüne kurduğumuz bir çadırda kalıyoruz ve her sabah aynı saatte işe gidiyoruz. Yine aynı yaşlarda bir banka çalışanı, çok başarılı ve yaratıcı olmakla övünen bankasının depremin birinci gününden itibaren kendilerini çalıştırdığını söylüyor. Üstelik yanı başlarında çöken bir binanın enkazından çıkarılmadan henüz insanlar. Sonradan öğreniyorum ki düşen satış rakamlarından ötürü üstü kapalı da bir fırça yemişler merkezden. Bir diğer başarı abidesi banka seyyar şubesini çok katlı binaların altına park etmiş ve onlarca müşterisi önünde kuyruğa girmiş. Büyük deprem yıkmadıysa artçılarda yıkılmaz diye düz bir mantık gütmüşler belli ki. Ama akıllanıyorlar hemen 9 Kasım’daki depremde yıkılan bir binanın altında kalınca bir rakipleri.
Özel bir okulda 4 yıldır öğretmenlik yapan başka biri anlatıyor: “depremden sonra öğrencilerimizin tamamı il dışına gittiği ve büyük bir çoğunluğu da kaydını aldırdığı için müşterisiz kaldı okulumuz. Hemen deprem haftasında bize başka işler bakmamız salık verildi. Koskoca okulun kapısına kilidi vurup hepimizi de o kapının önüne koydular. Şimdi çadırlarda kalan onlarca arkadaşımız okulun hakkımızda vereceği nihai kararı bekliyor bir yandan da merkezi sınavlara filan hazırlanıyor”. Bir şirketin muhasebe işlerine bakan kırklı yaşlarda üç kız babası bir diğer depremzede, kızlarını ve eşini il dışına göndermiş. Fakat kendisi çadırda yalnız başına, devam ediyor işine. Kızılay’ın verdiği çadırda soba yakılmıyor, boru yeri yok çünkü diyor. Dondurucu soğukta elektrikli bir sobanın umuduna kalmış elektrikler kesilmediğinde. Ama yine de ben şanslı sayılırım diyor. Yaklaşık 20 haneli sokakta kendi kurdukları naylondan çadırlarda kalan kadınlı çocuklu aileleri görünce şanslı olduğunu ben de teslim ediyorum. Yere izolasyon amaçlı serdikleri gazellerin üstünde duran çadırların her birinden çocuk sesleri taşıyor sokağa. Oto sanayi işçisi bu çadır-zedeler depremin ilk gününden beridir hiçbir yardım almadıklarını ve kimsenin kendilerini sormadığını söylüyorlar. Evi ağır hasarlı dul bir kadın tüm resmi kurumların kapılarını aşındırmış aksayan bir bacağıyla, sonra dönüp dolaşıp yine evinde oturmuş çadır alamayınca. Zemininin sağlam olmadığından şikâyet ettiği hastanede ilk günden beri çalışmaya devam eden bir sağlık personeli, bir sahra hastanesi neden kurulmuyor diye soruyor. Bir artçıda altımızdaki bataklığa gömülünce mi anlaşılacak bu aciliyet?
Van’daki depremler sayısal değerleri küçülerek ama toplumsal etkileri büyüyerek devam ediyor. Haberlerde kayıp giden bir altyazıya dönüşüyor artık kentin yüreğini ağzına getiren sarsıntılar. Her deprem birilerini daha koparıp atıyor gurbete. Yakarak öldürüyor çocukları soğuktan koruyamayan çadırlar. Devlet kendisini gizliden seven halkına yaptığı her birim yardım başına politika yapıyor, belediye ve valilik üzerinden yürüyor eski mesellerin yeni biçimleri. Onca hayatla birlikte kayan kent merkezleri yeni rant alanları yaratıyor, eskilerine hesap sorulmadan yeni müteahhitlere ihale ediliyor insan hayatı. Şehrin enkazlarından yükseliyor adeta “deprem zenginleri”. Daha önce haller olağanken onlarca kez uzatılan olağanüstü hal bölgesi, tırnak işaretli yasal mevzuatlardan ve çakılacak çivi bulamama korkusundan olmuyor bir türlü “afet bölgesi”.
Ama kent tükendikçe, tüketiyor kendisini her gün var edenleri. Belli ki, afet en çok bu ikisinin afeti!