İsmail Gökhan Edge’nin Anısına saygıyla,
26 Kasım 2011 Cumartesi günü kırk kadar kadın ve erkek bir mezarlığın kapısında buluştular. Türkiye’nin – ve dünyanın- dört bir yanından İzmir’e sadece bu iş için gelmişler ve şehirdeki arkadaşlarıyla randevu yerinde buluşmuşlardı. Eski ve küçük mezarlığın mütevazı kapısının hemen içindeki avlusunda sarılıp hasret giderdikten sonra sıraya girdiler. Genç ve yakışıklı delikanlıların vesikalık fotoğraflarının daire oluşturduğu kırmızı bir pankart en önde yerini aldı. Arkasındakilerin ellerinde ise bir tahtanın ucuna iliştirilmiş bir delikanlının büyük boy vesikalığı… Fotoğraftakiler, ölmüşlerdi. Fotoğraf ve ölüm tarihleri birbirine o kadar yakındı ki…Devlet dersinde öldürülmüşlerdi. Hâlâ gençtiler, hâlâ cinayetlerine sebep hayalleri kadar masum…
Pankartı tutan yaşı elliyi geçkin biri sakallı iki adam ile arkadakilerin çoğu, başlarının üzerinde taşıdıkları gençlerin fakülteden arkadaşıydılar. Kimisiyle az kimisiyle çok. Şimdi ise o gençlerden İsmail Gökhan Edge’nin mezarını ziyaret etmek için o gün o saatte o eski mezarlıkta yürüyüş koluna girmişlerdi.
Kortej sloganlar eşliğinde yürüyüşe geçti. Mezarlık boştu. Sadece serviler arasında dalgalanan mermer denizi,üç beş taze ölünün hatırnazı, birkaç mezar duacısı ve yürüyüş kolu. Bir de sivil polisler.. Hemen hepsi pardesülü, kimi gözlüklü kiminin saçları dökülmüş kimi şişman kimi zayıf, birisinin elinde telsiz diğerinin elinde kamera hiç de polise benzemeyen ama duruşlarıyla sivilden başka hiçbir şeye benzemeyen bu on adam, 35 yıl önce işkencede can vermiş bir devrimci gencin hatırasını takip etmek için oradaydı. İçlerinden biri, çoğu artık elli yaşını devirmiş bu beyaz saçlı “gençleri” kameraya alıyor, biri araç plakalarını not ederken öteki atılan sloganları küçük bir deftere kaydediyor. Ve Gökhan katledilişinden tam otuz beş yıl sonra yine sivil polisleri görüyor başında… Emanete hıyanet edip karakola çektiği gencin cesedini ailesine teslim eden devlet bu delikanlının yarım asır sonra gerçekleşen mezarlık ziyaretini bile rejim için tehlikeli görüp o cumartesi günü on memuruna fazla mesai yaptırıyor! Hakikat şu ki bu ülkede hiçbir şey değişmiyor. Hükümetler değişiyor, kanunlar değişiyor,vesayetler değişiyor ama devlet değişmiyor. Katliamlardan seçme yapılıp özür dileniyor, Avrupa standartlarını getiriyoruz deniyor, işkencenin bittiği ilan ediliyor ama otuz beş yıl önce öldürülmüş bir genci anmak için gelen okul ve fikir arkadaşlarının yüzlerine kamera tutuluyor. Sözleri kayda alınıyor. Amaç, mezarlık ziyaretlerini bile terörize ederek solu hatırasına bile sahip çıkamayacak hale getirmek. Ve elbette gerektiğinden kullanmak üzere ziyaretçiler için dosyayı doldurmak. Tüm bunlar rejimin ölü bir devrimcinin hatırasından hala nasıl da korktuğunu söylüyor bize. Belki de haklı!
İsmail Gökhan Edge, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 39.Hükümeti döneminde can verdi. Başbakan Süleyman Demirel’di ve hükümeti tarihe[1]. Milliyetçi Cephe adıyla geçti. Yarı resmi cinayet şebekeleri tek tek devrimci gençleri ve işçileri vurmaktan katliam yapma aşamasına bu hükümet döneminde geçecektir. Gökhan Edge öldürüldüğünde 21 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Mülkiyeliydi. Örgütlüydü. İşçi sınıfı içinde çalışma yapmak üzere Adana’ya gitmişti. Gözaltına alındı. Diyarbakır’a götürüldü. Zulmettiler Gökhan’a. Anlat dediler. Elimizde kalırsın dediler. Direndi çocuk. Konuşturamadılar! Nihayetinde 26 Kasım gecesi otopsi raporuna göre kablo ile boğazından nefes borusuna indirdikleri elektrikle Gökhan’ın hayatını çaldılar. Otopsi raporunda işkencenin korkunç izleri vardı. Gaddarca bir nefretin izleri. 39.Hükümet’in emrindeki polisler, Gökhan’ın sorgudaki siyasi duruşundan hoşlanmamışlar ve anlaşılan “sanatlarını” yaratıcı teknikle süslemek istemişlerdi. Oysa o Demirel değil miydi, 71’de 31. Hükümetin başıyken askeri muhtıra yüzünden koltuğunu terk etmek zorunda kalan! Muhtıra ve geçiş dönemi hükümetleri ertesinde işte yine koltuğuna oturmuştu ama değişen bir şey yoktu yine. 32. Erim Hükümeti döneminde Ziverbey Köşkünde marifetlerini sergileyen Kontrgerilla’nın talebeleri, dört yıl sonra Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nde en iyi bildikleri şeyi uygulamaya devam ediyorlardı. Demirel, cinayetten iki yıl sonra Maraş Katliamı sırasında bu kez muhalefette iken “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyordu. “Biliyorum ama söylemeyeceğim manasına da gelen sözünde doğruluk payı olsa da o sağcılar tek başlarına cinayet işlemiyorlardı. Komando kamplarındaki yasa dışı faaliyete göz yuman katillere silah temin eden ve herhalde faşistlerin çapını aşan işlerde “ağabeylik eden “memurlar”dan oluşan ve hiç de öyle derin olmayan bir teşkilat yıllardır mesaideydi ülkede. Ve herhalde Demirel de bundan haberdardı. Nato üyeliği sırasında kurulsa da zihniyet ve kurum olarak Cumhuriyet’in kuruluşuna ve öncesinde Osmanlı meşrutiyetine kadar uzanan sınıfsal bürokratik devlet aklıydı bu.
Bu akıl, mesela 1925 yılında İsmet İnönü başkanlığındaki 4.Hükümet döneminde Kürt meselesi üzerinden erken bir faşizmi Türkiye’ye Takrir-i Sükun Kanunu ile getiriyordu. Yine aynı akıl, 1930’ların ilk yıllarında 6. hükümet döneminde İstanbul’daki bütün işçilerin parmak izlerini alma gereği duyabiliyordu. Aynı yıl, 4 Aralık’ta Mustafa Kemal, Elhamra Sinemasında izlediği “Doğu Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmini sakıncalı bulup yasaklatırken bundan tam 60 yıl sonra 60. Hükümetin Başkanı Recep Tayyip Erdoğan Kars şehrine tepeden ama sulhla bakan o devasa heykeli “ucube”ye benzeterek yıktırıyordu. Ne tuhaf ki 1930 Meclisini tek parti diktatörlüğü olarak yerden yere vuranlar 2010 çok partili rejimini “ileri demokrasi” etiketiyle parlatmaktan geri durmuyorlardı. Şeklen değişen çok şey olsa da son tahlilde ruh ikizleri iktidardaydı işte. İkizlerin biri geliyor biri gidiyor, gelen gideni aratıyordu.1
Gökhan Edge cinayetinden tam 31 yıl önce 21. Menderes Hükümeti, önlerine gelen kanlı projeyi iştahla hayata geçirmek için tereddüt etmeyecek ve 6 Eylül 1955 günü İstanbul herhalde Latin istilasından sonra silahsız savunmasız Rumlara karşı gerçekleşen en kapsamlı kıyıma sahne olacaktı. İki gün süren pogromdan geriye yağmalanmış Pera kalacak, devlet operasyonundan sadece Rumlar değil Yahudiler ve elbette Ermeniler hatta dönmeler ve beyaz Ruslar da payını alacak buna karşılık her zamanki gibi şüpheli sıfatıyla aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu komünistler tutuklanacaktı. Aynı Aziz Nesin’in içinde yer aldığı Madımak Oteli ise, Gökhan’ın ölümünden 17 yıl sonra 50. Hükümet döneminde altı saat süren bir linç merasimi ile ve güvenlik kuvvetlerinin nezaretinde yakılacak Başbakan Çiller çoğu gencecik otuz altı insanın öldürüldüğü olayda, çevredeki –kundakçı- “yurttaş”ların sağ ve salim olduğunu söylerken kılı depremeyecek bir gün sonra bütün gazeteler sağ kurtulan Aziz Nesin’i manşetlerinde infaz edeceklerdi.
Gökhan işkencede öldürüldükten sonraki üç yıl içinde dört hükümet iktidar oldu ve bu süreçte 1 Mayıs 1977, Bahçelievler, İstanbul Üniversitesi, Maraş, Çorum ve Sivas Katliamları yaşandı. Her birinde onlarca devrimci Maraş’ta ise hamile kadınlar ve çocuklar dahil yüzlerce sivil can verdi. Açılan davaların çoğu sonraki hükümetler döneminde zaman aşımına uğratıldı. Halbuki o “sonraki hükümetlerin” öncekilerle en azından kronolojik olarak hiçbir ilgisi olamazdı. Keza bürokratların da. Anlaşılan devlette süreklilik esastı ve kuşaklar değişse de zihniyette zerre kadar bir değişiklik olmuyordu işte. Üzerinden yirmi yılı aşkın zaman geçen bu kitlesel cinayet davaları ya düşürüldü ya çapı daraltılarak bütün operasyon, üç beş zavallı tetikçinin üzerine yıkıldı hatta onlar da kurtarıldı. Plan proje sahipleri ise tüm bu süreci ihtimal emekliliklerini geçirdikleri Bodrum Gümbetteki yazlıklarında sabah çaylarını yudumlarken gazetelerden yabancı ajansları okur gibi takip ettiler.
Gökhan öldürüldüğünde işkence suçtu. 12 Eylül’den sonra ülkenin başına çöreklenen 44. Bülent Ulusu Hükümeti döneminde de suç olmaya devam etti. Ama aslında 20. Menderes Hükümeti döneminde, siyasi polis, Sansaryan Han’da komünistlerin gözlerini yüksek voltajlı ampullerle kör etmeye çalışırlarken de suçtu. Fakat hukuk dediğiniz şey konjonktüre dair değil miydi? Kanuni bir prosedür yirmidört saat içinde Anayasayı ihlal kapsamına alınabilirdi. Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddesi konjonktüre bağlı olarak bir önce suç sonra serbest sonra idama götüren bir suç kategorisine rahatlıkla sokulabilirdi. Bunun için maddenin değişmesine falan da gerek yoktu. Mesela 27 Mayıs Darbesinden sonra 25. Cemal Gürsel Hükümeti döneminde normal şartlar altında beraatle sonuçlanması gereken bir dava gülünç bir yargılama süreci sonunda idamla noktalanacak sabık başbakan Adnan Menderes 17 Eylül 1961’de öğle üzeri asılacaktı. Bu idamdan 29 yıl sonra cuntanın emri ile mizah ötesi bir yargılama ile ortada delil yok iken ve üstelik 17 yaşında idam edilen Erdal Eren vakası acaba devletin hukuk nosyonunun sürekliliği hakkında fikir veriyor olmalı! Neyse ki Yassıada duruşmalarında Sabık Cumhurbaşkanı Celal Bayar yaş haddinden ve herhalde uluslar arası baskılar neticesinde ipten dönerken ne trajiktir ki bizzat kendisinin başkanlığındaki 9. Hükümet, 1937 Dersim harekatı nihayetinde teslim olan Seyit Rıza’yı yaşına başına bakmadan, 16 yaşındaki oğlunu ise yaşını büyütmeye bile tenezzül etmeden asacaktı. Elbette bağımsız yargının kararı ile! Seyit Rıza’nın son vasiyeti ise elbette dikkate alınmayacak, oğlu kendisinden önce gözleri önünde idam edilecekti. Bu kadar vicdansızlık da devlet olmanın şanındandı herhalde.
Gökhan Edge, işkencede katledildikten dört yıl sonra darbeyle iktidara gelen 44. Bülent Ulusu Hükümeti döneminde yaklaşık 500 kişi gözaltında öldü. Bu 500 kişiden 171’nin işkenceyle öldürüldüğü kanıtlandı. Ancak Gökhan’ın ölümünden 20, darbeden 17 yıl sonra çok partili demokrasimizin 52.Çiller Hükümeti döneminde Gazeteci Metin Göktepe gözaltında dövülerek öldürecek ve cinayet uzun süre saklanmaya çalışılacaktı. Faili meçhul cinayetler aynı başbakanın 51, 52 ve 53. Hükümetleri döneminde o denli korkunç boyutlara ulaşacaktı ki Kürt coğrafyasında binlerce sosyalist ya da değil ilgili ya da değil ama muhakkak Kürt, güpegündüz sokak ortasında öldürülecek çoğunun cesedi ailelerine teslim bile edilmeyecekti. Bu arada ülkenin batısında kafe basıp katliam yapmak sıradan polis vakası haline geliyordu.Yaklaşık 3 yıl süren 44.Bülent Ulusu hükümeti döneminde 100 bin kişi örgüt üyeliğinden yargılanırken halkın fazla demokrasiye maruz kalarak fenalaştığı, 59, 60 ve 61. Erdoğan Hükümetleri döneminde benzer suçlamalarla çoğunluğu Kürt cephesinden olmak üzere farklı kulvarlardan binlerce insan gözaltına alınacak ya da tutuklanacaktı. Darbe döneminde gazeteler kapatılırken 60.Erdoğan Hükümeti döneminde bir kitap, daha basılmadan örgüt propagandası suçlamasıyla imha edilecek yazarı tutuklanacaktı. 62. Hükümetin yumurta alerjili Avrupa Bakanı, hapishanelerde tek bir gazetecinin dahi bulunmadığını aksine hepsinin terör örgütü üyeliğiyle yargılanmakta olduğunu öfkeyle yabancı gazetecilere söylerken aynı sözleri herhalde aynı hiddetle Cuntanın emekli amiral başbakanı Bülent Ulusu da dile getiriyordu. Ne tuhaftır ki benzerlik sadece hükümetler nezdinde değil. Bu ülkenin “hür” ve patronajlı basını da sanki aynı günü yaşıyor. 2 Mayıs 1977’de Tercüman gazetesi, 1 Mayıs Katliamını sol içi çatışma olarak vermiş, kontrgerilla operasyonunun üzerine şal örtmüştü. Nazlı Ilıcak’ın başyazarlığındaki bu dört yıl sonra 12 Eylül 1981’de “Huzur Bir yaşında” diye başlık atabiliyordu. Hürriyet gazetesi Ulucanlar Katliamından bir gün önce hapishanenin siyasi mahkumların yönetiminde olduğunu haberleştiriyor, yirmidört saat geçmeden Ulucanlardan 10 devrimcinin işkence edilmiş cesedi çıkıyordu. Gökhan’ın ölümünden kırk yıl önce tedip tenkil ve düpedüz imha mantığı üzerine kurduğu Kürt politikasını meşrulaştırmak için yapılanın sadece medeniyet seferi olduğunu kara puntolarla haykıran zamanın Cumhuriyet Gazetesi bugün yerini anti Kemalist Zaman Gazetesi ve periferindeki matbuata bırakırken Zerdüşt olmakla aşağılana ve Samanyolu Televizyonu dizilerinde haydut Camoka’nın güneydoğu versiyonuna indirgenen Kürtlere bu kez medeniyet götürmek işi cemaate havale ediliyor. 44.Bülent Ulusu Hükümeti döneminde farklılıklar, nasıl hapishanelerdeki tek tip kıyafetler gibi neo Atatürkçülük cenderesinde yok edilmeye çalışıldıysa son üç hükümet döneminde eski rejimin üzerine inşa edilen neo-islami ideoloji, “milletin değerleri” retoriği altında bir siyasi sınıfın, bu sınıf içindeki bir kesimin, bu kesimle tarihi bağları olan bir mezhep ve cemaatlerin dünya görüşünü dayatıyor. Bu operasyon öylesine yüksek bir özgüvenle icra ediliyor ki mesela bir gazeteci yazar Burç FM adlı hükümet yanlısı İslami bir radyo kanalında kasım ayında yayımlanan programda şunları söyleyebiliyor: “ KCK’ya karşı yapılan operasyonlar son adam da içeri alınana kadar sürmelidir. Ancak mücadele sadece terörle sınırlandırılmamalı. Bu çok hatalı olur. Görünen o ki milletin değerlerini yok etmek isteyen kesimler var. İşte asıl bu anlayış ve savunucuları yok edilinceye kadar mücadele devam etmeli.” Yorumcu diyor ki terörle ilişkisi olmasa dahi fikirleri “milletin değerlerine” aykırı ise bu düşünce (aslında düşünce sahibi) yok edilmelidir. Milletin değeri denilen paket ise bu kişinin temsil ettiği siyasi kimlik, nemanlandığı sınıfın çıkarları, ait olduğu mezhep ve cemaat politikalarının bileşiminden başka bir şey değil. Mevcut devlet yapısını büyük oranda dönüştürüp el koyan Neo İslami hareket, içeride ekonominin liberalizasyonu ile işçi sınıfını sınıf olmaktan çıkarıp kullaştırırken dışarıda Şerif Mardin’in sözleriyle “yükselen İslam enerjisini” Birleşik Devletlerin emrine verip Ortadoğu’da Osmanlı’nın kaftanını üzerine giymeye çalışıyor. Marks’ın trajedi ve komedi ikiliğinden haberdar olmadıkları belli. Ancak şurası kesin: Kim gelirse gelsin Türkiye, majestelerinin kılıcı hizmetini görmeyi dış politik çıkarlarının gereği addediyor. 21. Menderes Hükümeti döneminde imzalanan 24 Şubat 1955 tarihli Bağdat Paktı anti Sovyet emperyal bir projenin ürünüydü. Ünlü Ekim Krizinde, 1962’de Küba’ya yerleştirilen füzelerin kaldırılmasına karşılık Sovyetlerin talebi olan Türkiye topraklarındaki ( İzmir Foça’da) orta menzilli nükleer “Jüpiter”füzelerinin sökülmesine şiddetle itiraz eden de 26 ve 27. İnönü Hükümetleri oldu. Bu füzeler Türk hükümetlerinin haberi olmadan kaldırılacaktı. Ekim krizinden 51 yıl sonra bugün İran’ın nükleer programına karşı “dünya”yı ve aslında İsrail’i koruma adına füze kalkanı projesinde başı çeken de ne tuhaf ki daha bir yıl önce dokuz yurttaşı İsrail tarafından kurşuna dizilen Türkiye’nin 61. Erdoğan Hükümeti. Ve nasıl bir tarihi sürekliliktir ki Türkiye tıpkı Ekim Krizinde olduğu gibi bu kez de hedef konumunda! Sovyetler Foça’daki Jüpiterleri ileri sürerek Küba’ya füze yerleştirmişlerdi ve o gün bir savaş çıksaydı ilk nükleer bomba herhalde New York ve Moskova ile birlikte İzmir’e yola çıkmış olacak şehir sakinlerinin ruhları bile duymayacaktı. Ama bugün açıkça İran generali kendilerine karşı bir saldırı durumunda Malatya’daki füze radar üssünün hedef olacağını söylüyor. Kore Savaşının hemen ertesinde çekilmiş 1954 yapımı Şimal Yıldızı adlı filmde Kore’de savaşan Türk subayını canlandıran Ayhan Işık, savaşın anlamsızlığını vurgulayan bir Amerikalıya hür dünyayı korumak için Kore’de ölmeye geldiklerini söyleyerek majestelerinin nasıl bir sadık bendesi olduğunu dünya aleme ilan ederken halka da başkasının savaşında can vermek düşüyordu. Aynı söylem 60 yıl sonra Libya’nın bir bahane ile Nato güçlerince işgali sırasında 61.Hükümetin başbakanı tarafından tekrarlanıyordu. Libya’da demokrasi insan hakları vicdan ve hukuk adına bir müdahale sözkonusuydu. Aynı Başbakan Kaddafi devrildikten sonra Libya’ya yaptığı ziyarette Suriye Lideri Esad’ı uyarıyor ve “Zulüm ile abad olunmaz. Artık otokrasi dönemleri bitiyor. Totaliter rejimler gidiyor. Artık halkın iktidarı geliyor” derken kısa bir süre önce Bahreyn’de Suudi paralı askerlerince ezilen halk isyanı karşısında nedense dillerinin lal gözlerinin görmez olduğunu hatırlamıyordu.
Gökhan Edge , 39.Demirel Hükümeti döneminde 1976 yılının 26 Kasımında işkenceyle öldürüldü. 21 yaşındaydı henüz. Dört yıl sonra 12 Eylül Darbesi ile Gökhan’ın ölümünü sorgulamaya tenezzül bile buyurmayan meclis kapatıldı ve Cunta güdümünde, 44.Ulusu Hükümeti kuruldu. Yaklaşık 4 yıl süren bu hükümet döneminde Türkiye Cumhuriyeti 814 bin kilometrekarelik hapishaneye dönüştü. Ancak bu hapishanenin içinde iki toplama kampı vahşetiyle tarihe malolacaktı. Diyarbakır ve Mamak! Sokak ortasında infazlar, idamlar, mapus başına düşen yüzlerce yıllık hapis cezalar, işkence yani sıradan faşizm eşliğinde Rejim kendini yeniden düzenleyecek, nihayet her zamanki gibi “serbest” seçimler eşliğinde halkın iradesi “sandığa yansıyacak” ve 1983’te 45.Özal Hükümeti ile Cunta tipi demokrasiye geçilecekti. Ne ilginçtir ki Cuntanın maliye bakanı Özal seçimlerde Cunta muhalifi olduğu iddiası ile demokrasi kahramanı olarak parlıyordu. Yıllar yılları kovaladı. Ülkenin doğusu yangın yerine dönerken Kürt Coğrafyasında ölüm sıradanlaştı. Onbinlerce genç toprağa düştükten sonra,Kürde Kürt demek suç olmaktan çıktı ya meselenin halli için bu kadarı fazla bile bulundu. Oysa ki devletin birinci kanalında her türlü yabancı dilde müzik yayını yapıldığı halde Kürtlere Kürtçe şarkı bile çalınmıyordu.
Gökhan’ın ölümünden 35 yıl sonra, mezarının yerini öğrenip onu ziyarete giden fakülte arkadaşlarıyla fikirlerinin takipçisi olan dostları soğuk ve güneşli bir cumartesi ikindisi Paşaköprüsü Mezarlığına geldiklerinde orada kendilerini ellerinde kamera, not defteri ve telsizlerle bekleyen sivil polislerle karşılaşıyorlardı. Kanunlara aykırı bir durum yoktu ortada. Asayişi ilgilendirecek bir olumsuzluk da… Bir mezar ziyaretinin nasıl bir kanun dışılığı olabilirdi ki! Ama 62..Erdoğan Hükümetinin memurları öyle düşünmüyordu. Tıpkı 44. Cunta ve 39. 1.MC hükümetlerinin öyle düşünmediği gibi… Tıpkı 20. Menderes ve 9.Bayar Hükümetlerinin öyle düşünmediği gibi… Devlet, geleneğiyle geliyordu. Hükümetler de değişse altmış yıl önceki katliamlardan özür de dilense mesele mevcut tırnak içindeki demokrasiye geldiğinde işin özü değişmiyordu. Asayiş mantığı üzerine inşa edilmiş cumhuriyetin soldan sağa yelpazenin bütün partileri için hakikat devletin bekası için yurttaşın araçtan öte manasının bulunmaması idi. Tersi olsaydı 62. Hükümet Reisinin onca meclis konuşmasına rağmen o kasım günü mezarlıkta, devleti temsilen kimse bulunmazdı.
Gökhan Edge’nin direnirken son nefesini verdiği o kasım gecesinden sonra 22 hükümet konup gitti devletin tepesine. 35 yıl içinde dünyada ve Türkiye’de inanılmaz bir değişimin gerçekleştiği söylendi. Nerede yaşıyorsanız yaşayın ülkenizde bir şeylerin siyaseten değiştiğini test etmek istiyorsanız bir muhalifin mezarını ziyaret edin. Gerçek orada gizli.
Işıklar içinde yat Sevgili Gökhan Edge
Hayatın, yolumuza ışık olsun!
1 “Bütün dünya pratiğinde faşist rejimler hep tek partili oldu. İster seçimle gelsinler, ister darbe yoluyla. Çok partili faşizm, Türkiye'den yapılan bir katkıdır. Yelpazenin neredeyse her noktasında faşist bir zinhiyet ve siyaset anlayışının olabildiği başka bir ülke pratiği yok.” Salih Zeki Tombak