Gezi Parkı ile başlayan direniş üzerine muhtemeldir ki, ilk sinyalleri alıyoruz, yüzlerce analiz yağacak kısa zamanda. Bir sürü tez vs. de yazılabilir. Kısaca Gezi Parkı bir daha yaratılacak, bir daha bozulacak, bir daha yaratılacak üç beş sene sonra kitaplarda ve makalelerde. Dahası medyada. Gene muhtemeldir ki televizyonlarda AKP analizleri yapılırken Gezi Parkı olaylarına olmazsa olmaz bir konu olarak değinilecek yorumcular tarafından. Seçimlerin de yaklaşmasını hesaba katarsak değinilip “geçilmese” bari… “Gezi” ileride beylik analizlere de direnebilse. Bu yazıda bu analizler deryası ve bir yaratım süreci başlamadan birkaç laf atıp kaçmaya niyetliyim esasında. Hala süre giden direnişe dair değil bu laflar; o zaten değinilmekten öte yapılıyor.
Öncelikle bunu bir şeye benzetmek zorunda değiliz. Dahası bu direnişi kendimize özgü sanmak zorunda da değiliz. Farklı dinamikler ile devleti değilse bile hükümetleri devirebilen Libya, Tunus ve Mısır’a ya da deviremediği Suriye’ye ya da Bahreyn’e de benzemiyor. Zaten bu benzetme çabasından vazgeçildi sanıyorum. Milyonlarca işçinin greve çıktığı ve üniversitelerin işgal edildiği bir yandan da siyasal iktidarın gücünü konsolide ettiği, ama devrimi de bir daha tartışmaya açan 68 Mayısı’na da benzemiyor; ilki benzemez diğeri benzer umarım . Geldi çattı yerellik/evrensellik mevhumu gene. Kısaca aslı olmayan camide içki içildi suçlaması farzı misal Fransa’da kullanılmaz siyasi retorik olarak; yereldir. Ama içki içildi suçlamasını ya da buna benzer başka bir yerelliğe dayanan retoriğin bir tarafın bir tarafa nefret duyacağı bir ikilik yaratacağı evrenseldir. Zira nefret evrenseldir. Öte yandan otoriter bir iktidara karşı sözünü duyurmak için direnmek dünyanın birçok yerindeki her direnişe ve kalkışmaya benziyor parça parça. Zira insana ait bir şey. Umut veren bir şey.
Gezi Parkı için her şey bir yana yeni olan şu var. Birincisi meydanda ne kadar siyaset olmasın denirse densin; zaten sokağa inmek siyasi bir karardı. Herhalde en önemlisi, 70’lerden sonra kitlesel olarak 15-16 yaşında bir kitle ilk kez sokağa indi; apolitik bile olsa artık evine döndüğünde politize olmuş olacak öyle ya da böyle. İkincisi de orta sınıfın ilk kez böyle kitlesel bir direnişin ana omurgası olması ve hükümetin en başta bunu tahmin edemediğinin ayan beyan ortada olması. Dediğim gibi sadece gördüğümüzden bahsediyorum; direnişin motivasyonuna ya da oraya dair bir analize girmiyorum. Şimdi bu gelecekteki muhtemel analizlere dair şunları söylemek en azından bana elzem geliyor.
Doğru; birçok insan kendi arkadaşı, sevgilisi, çocuğu hunharca gaz bombası yediği için indi, iniyor. Ama bu direnişi yeniden anlatırken, bu anlatıyı apolitik güzellemesi ile mi inşa edeceğiz? Alt sınıfları büyük oranda kapsayan bir dinamiği yok hareketin. Talepleri de zaten buna göre şekilleniyor. Fakat temelde en azından konuşabilmek ve sesini duyurabilmek gibi bir talebi apolitik olarak kurmak nereden çıktı onu tam olarak kestiremiyorum. Başlı başına siyaset kanalını –hatta adını koyalım, basit liberal demokrasi kanallarını- açma talebi bu. Yani kısaca apolitik olanların da siyaset alanına girmek istemesi değil mi? Herkesin farklı hassasiyetleri olduğu ve son derece heterojen bir kitle olduğu gerçek –en azından büyük kentlerde-, kimisi örgütlü ve politik talepleri var. Kimisi örgütsüz, bugüne değin apolitik dediğimiz kitle içerisinde ve daha “kültürel” talepleri var. Fakat kültürel ya da politik talebi duyurma kavgasını yaşıyoruz şu an; bu başlı başına politik. Yani taleplerin ne olduğundan çok durduğumuz aşama, talepleri duyurabiliyor muyuz gibi temel demokratik ve gayet politik bir talep. Gezi Parkı anlatısı bir daha inşa edilirken; başarısını apolitik olmasından alıyor diye mi kurulacak? Sorunun doğru cevabı var mıdır yok mudur bilemiyorum da; bugün sokakta olan insanların gelecekteki belleğine dair önemli bir mesele olduğunu düşünüyorum. Bu işin bir diğer boyutu da, meydanda siyaset olmasın talebine dair ileride yapılacak yorumlar. Muhtemelen meydanda siyaset yoktu denecek. Not düşmekte fayda var; siyaset sadece parti bayrağı ya da politik derneğe ve örgüte adam devşirmek değildir. Şu an Gezi Parkı’nda hali hazırda bir sürü parti, örgüt, dernek bayrakları ve kitlesiyle zaten var.[1] Bir yere üye olmayanlar da başka bir politik var oluşun içerisinde. Kısaca, örneğin sadece alkol düzenlemelerine karşı olmak ya da sadece Gezi Parkı’ndaki ağaçlara dair bir hassasiyet geliştirmek politik bir talep olmayabilir bilindik manada. Ama bu tip bir karşı çıkışı kamusal alanda duyurma talebinin kendisi, nasıl diyelim, tam da politikanın başladığı yer. Bana kalırsa bu apolitik güzellemesinin gelecekte Gezi Parkı’nı anlatırken mühim olmasının ikinci sebebi ise hükümetin de kullanmayı çok sevdiği marjinal[2], provokatör, ideolojik gibi kelime setlerinin revaçta olması. Zaten ezelden beridir örgüt, ideoloji, marjinal diyerek insanların kanını donduran siyaset dilinin bu direnişle beraber yeniden üretilmesi ve olumlanması herhalde tüm siyasal iktidarların en büyük hülyasıdır. Hareketin apolitik gençlik ile başlaması ve büyümesi, bunun ona kendine özgü bir dinamizm getirmesi başka bir şey; başından beri orada olan siyasi örgütleri, özellikle sosyalistleri, hükümetin ağzına bakan değerlendirmeler yaparken mahkûm etme yolunu açmak başka bir şey. Bir direnişin halka ne kazandırdığını ölçmek için başbakanın ağzına bakarak değerlendirme yapılamaz. Şüphesiz önemli işin nasıl sonlanacağı ve bundan dolayı insanlar hala orada nöbet bekliyor; ama bir şeyi rahatlıkla söyleyebiliriz sanırım. Direniş birçok şeyi çoktan kazandı. Oraya o batası Topçu Kışlası yapılsa da kazandı. Günlerdir süren bu hareketi, başbakanın ağzından çıkacak kelimelere ve oraya yapılacak ya da yapılamayacak o lanet binaya bakarak değerlendirmek herhalde yapılacak en kötü şey olur. Zira direniş, bu çapta yapılan değerlendirmelere göre “başarısızlıkla” sonuçlanırsa ilk mahkûm edilecek olanlar “marjinaller”, “örgütler”. Olası bir “sen vardın, sen yoktun” kavgasına da gebe bu anlayış. Daha baştan önünde dik durmak lazım gibi. Bora’nın deyişiyle; “’Marjinallerin’ marjinal faydası büyüktür. Onların varlığı, çoğunluğa kendini iyicene çoğunluk hissettirir.” Bu tespitin doğruluğunu Gezi Direnişi’nde gaz bombalı pratikte de sonrasında da çok iyi gördük.
İkinci tema ise twitter gençliği anlatısı. Direnişi bu tip bir romantizminin üzerine inşa etmek bir daha düşünülmeli en azından. Yani mevzu gençlik ve orta sınıf olunca, kitlenin direnirken eylediği ve ürettiği de buna uygun düşüyor. Yazılamalar, mizah, sosyal medya aygıtının etkin kullanımı… Oysa bu hareketi böyle kestirmeden açıklamak mümkün mü? Bu tip bir mizah zaten sosyal medyada son derece yaygındı. Ortaya çıkan yeni bir şey yok. Bu mizahı yapan insanlar sokağa inince; sosyal medyada görünür olan cümleler/espriler yazılamaya dönüştü. Erkekçe, seksist espriler de vardı fazlasıyla örneğin. Bunları Gezi Parkı’ndaki kamusal alanda feministler anlatarak ve daha mühimi eyleyerek dönüştürmeye de çabalıyorlar. Bu da başlı başına bir direniş zaten. Öte yandan herkes evlerine gittikten sonra, twitter gençliği anlatısını apolitik olmakla beraber güzellemek de diğer bir es payı olmalı sanırım. Twitter insanları mobilize etmek için çok mühim tabii ki; hızlı, kısa ve net. Ama ileride bu direniş bir anlatılıp bir daha yaratılırken/üretilirken, twitter gençliği gibi bir homojenleştirme ile o gençliği 140 karakterle anlatmak gibi ironik bir garabet, övülen o gençliği hiç hesaba katmamak oluyor gibi geliyor bana ya da hiç anlamamak. Daha ironiği, “twitter kullanan gençlik” kendini anlatma kavgası verirken o gençliği neden yaşı genelde 60 üzeri insanlardan dinliyoruz? Hadi dinledik; bari okumayalım. Direnişe katılan ve eve döndüğünde politize olmuş olacak dediğim bu kitle, kendi direnişini beş sene sonra bu dinlediklerimizden okuyup “aa öyle hakikaten” diyerek geleceğini de bu sınırlı dile teslim etmesin. Kendi direnişini beş sene sonra kendi anlatsın; kendi duyursun; kendi sürdürsün. Twitterdan da; ama daha mühimi “konvansiyonel” yöntemlerle de. Uzun uzun cümleler kurarak; daha çok anlatarak, daha çok dinleyerek. Şu an her yerde dolaşan o yazılamaların çok çabuk unutulacağının farkında olmamız lazım. Onların nefesi o kadar zira. Dostça ve umut dolu bir temenni tabii bir genç olarak sadece. En önemlisi de, istenilen de, en büyük kazanç da bu değil mi? Hikâyeyi direnenin bizzat kendisinin anlatması, aktarması…
Son olarak da; yapılacak o uzun analizler muhtemeldir ki Gezi Parkı’na ve Taksim Meydanı’na, orada yapılanlara yoğunlaşacak. Direnişin kaderi de yukarıda mevzu bahis ettiğim gibi orada alınacak sonuca göre belirlenmeye çalışılacak. Oysa Ankara’da, İzmir’da; daha mühimi küçük kentlerde, hatta İstanbul değilmiş gibi bahsedilen İstanbul’un “taşrası” Gazi Mahallesi’nde direniş sürdü; hala sürüyor. Medya Taksim’i göstermedi diye ayaklandı bunca insan; medya oraları da göstermiyor; unutuyor. Unutmayalım seneler sonra. Kitlenin dinamiği Gazi Mahallesi’ne uzanamadı belki ve şimdi unuttuysa bile; seneler sonrası için not düşülsün eğer siyasal alan bir daha inşa edilecekse. Hem günahımızı hem sevabımızı görebilmek için hiç değilse.
Bu direnişe büyük laflar eklemlenmeye çalışılıyor devrim, ayaklanma vs. gibi. Türlü türlü garabeti sonlandırmayacak tabii. Ama bir ara verdirdi. Herkese yeni bir heyecan getirdi. Daha önemlisi de anlatılacak ve aktarılacak bir direnişimiz var artık. Günahı sevabı, sınırlılıkları, beceremedikleri de konuşulacaktır elbet. Ama her şeyi baştan, şimdiden işaretlerini gördüğümüz üzere, normalleştiren, homojenleştiren ve “ustalıkla” açıklayan o kestirmeden analiz yapma fetişizmine ya da nostaljiye, söz söyletmeyen safi romantizme bırakıp direnişin olumsuz eleştirisini yapmayı da iktidara teslim etmemeli. Bu direniş daha önce de belirttiğim gibi, en azından daha önce böyle bir şeye tanık olmayan bizler için, çok şeyi kazandı çoktan. “Keşke olsa” dediğimiz bazı şeyler oldu; diğer “keşke olsalarımız” için hiç değilse umut verdi; deneme azmi verdi. Az şey mi?
Hükümet cephesine dair bir şey söylemedim. Söyleyecek bir şey de yok. Gaz bombasından, insan canına kastetmekten, şiddetten ve kandan başka bir şey bilmediği zaten çoktan not düşüldü. Seneler sonra da, artık uzlaşsalar da ısrarla devam ettirdikleri şiddet gösterilerine de devam etseler, nefret tohumları ektikleri anlatılacak, yazılacak, unutulmayacak. Sadece başbakanın ağzına bakılması da anlamsız; ona dur diyemeyenler de, ona karşı çıkamayanlar da, kendi siyasal kariyerizmine –kendi nefsine- dur diyemeyenler de muhtemeldir ki yıllar sonra o sayfalarda “siyasal ve iktisadi istikrar” anlatılarının yanında bir kutucuk olsa da anlatılacak. Yeter onlara.
[1] Danzikyan’ın mekânsal ayrışmaya dair vurgusun da çok çok önemli olduğu ileride görülecek sanıyorum; ama dediğim gibi bu içerisine angaje olmak istemediğim aktüel bir tartışma. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/erdogan_tehlikeli_yolu_secti-1136935
[2] Tanıl Bora, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=944&makale=Marjinal, değinmeden geçmek ayıp olurdu.