Bir Cinayet Vakası ya da Toplum Üzerine Kanaatler

İlk gençliğimin en sevdiğim delilerinden biri olan, lakin zehirlenerek öldürülen deli Ramo’nun anısına…

Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini epeydir pek okumuyorum; şöylece bir göz atıp hemen “kaçıyorum” mayınlarla dolu bu netameli araziden. Hikâyelerde anlatılanlar, tüm çıplaklığıyla resmedilenler yıkıcı bir gerçeklik etkisine sahip: Kadın cinayetleri, toplu tecavüzler, linç teşebbüsleri, satırlı baltalı katliamlar, hayvanlara yapılıp edilen eziyetler, çocuk istismarları… Medyanın haberleri servis etme biçimi elbette ziyadesiyle pornografik, bakışlarımı kaçırmamın en önemli nedenlerinden biri bu “teknik” veçheyle ilgili. Dayanamıyorum, boğulacakmış gibi oluyorum, behemehâl kaçıyorum... Firar etme hususunda sanırım pek yalnız sayılmam, şöyle ki benimle aynı davranışı sergileyen, yani bu karanlık, puslu alanlardan inceden sıvışan, bakışlarını çekip alan ve neden sonra sükûnete gömülen yabana atılmayacak bir çoğunluk var.

Bu yazıda haberlere konu olan kurbanları ve cellâtları sorunsallaştırmak istemiyorum; daha ziyade -işin içine kendimi de katarak- bu kaçaklar kitlesine ilişkin kanaatlerimi -toplum kavramına istinaden- paylaşmak istiyorum. Zihnimi uzun zamandır hakikaten kemiren mevzu şu: Nereden kaçıyoruz sorusu kadar önemli olan bir başka soru(n) da nereye kaçıyoruz sorusudur. Barbarlıktan medeniyete, karanlıktan aydınlığa, kabalıktan inceliğe yahut zarafete mi? Kuvvetle muhtemel böyle olduğunu düşünüyoruz. Bizlerden uzaklarda cereyan eden, bizle hiçbir surette ilişkisi olmadığını düşündüğümüz eylemlerden “insanlık” adına şikâyetçi oluyor, eylemlerin faillerini ayıplıyor; ilk elden eğitim, çalışma koşullarında iyileşme, daha fazla cezai önlem talep ediyoruz siyasi yöneticilerimizden, daha doğrusu “koruyucu” devlet babamızdan… Öyle ya, kimi yapısal dönüşümler tesis edilirse, mesela ceza yasalarında sertlik uyarınca reformlara gidilirse, işsiz güçsüzler takımına -lağım çukurlarında bile olsa- çeşitli işler tahsis edilirse toplumu kasıp kavuran şu baş belası suçlar da azalacaktır kanaatindeyizdir. Bu beylik fikirleri düşünürken nasıl da amansızca modern, yani yalancı ve riyakârızdır oysa!

Medeniyetimizdeki barbarlığı, inceliklerimizdeki kabalıkları, kibar eylemlerimizdeki şiddeti peçelemenin en iyi yolu, barbarlığı hayatın kenarlarında/tenhalarında konuşlandırmak, ona uzaktan bakmak, kimi olaylar nüksettiğinde yerli yersiz dehşete düşmek, kendimizdeki evcil barbarlığı görünmezleştirmektir bana kalırsa. Bireysel olduğu kadar toplumsal olarak da bu işi çok iyi yapıyoruz; hele de şu okumuşlar cenahı, yani Tomris Uyar’ın “dilbilirler kalabalığı” dediği mürekkep yalamışlar kesimi, bu işin en mahirlerindendir. Oysa toplumun birbiriyle bağlantılı iki yüzü bulunmaktadır: şeffaf, sıcak, güzel, ideal ve cazip olanın arka yüzünde durmaksızın işleyen dağınık, soğuk ve korkutucu bir başka yüz daha vardır, üçüncü sayfa haberlerinin de içinde yer aldığı çirkin yüzden söz ediyorum.

TOPLUMA MUSALLAT OLMUŞ “HAYALETLER”

“İnsan” ve hatta siyaset anlayışlarımızı ekseriyetle görünenden hareketle kurarız. Görünenin ardındakiler, yani şu tanımsız istisnalarsa anlayışlarımıza, değer yargılarımıza çomak sokan, onları pervasızca askıya alan unsurlardır: sapkınlar, yersiz yurtsuzlar, caniler, azılı suçlular, fahişeler, kumarbazlar, hırsızlar, teröristler, dilenciler, tecavüzcüler, tinerciler, alkolikler, uyuşturucu bağımlıları… İnsana ilişkin muhtelif tahayyüllerimizde ve buralardan süzülüp gelen dünya görüşlerimizde bu unsurlara yer vermemiz nadirattandır. Sözgelimi demokrasi barbarlıkla değil, medeniyetle meşgul olmak, medeni insanı özne olarak ele almak zorundadır. Toplumun salgıladığı tüm bu yabani/karanlık unsurlar demos’un bir parçası mıdır sorusu haliyle havada asılı kalır? Hülasa toplumsal hayatın ücralarında ikamet eden tekmil varoluşları kategorik olarak hiçleştirme, hesap dışı bırakma eğilimindeyizdir.

Ahlakî kategorilerin kantarına vurarak mahkûm ettiğimiz, siyaseten tanım dışı addedip iktisadiyata yahut Michel Foucault’nun yerinde tabiriyle “böcek sınıflandırır gibi insanları sınıflandıran” küstah sosyolojiye havale ettiğimiz, tüm bu nedenlerle de bakmadığımız bu kesimler, içinde yaşadığımız toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Tıpkı “bizler” gibi “onlar” da mevcut toplumsal ilişkilerin ürünüdürler. Ne var ki, bizlerin bu insanlara bakmaması, gerçekte bu insanlara bakılmadığı anlamına gelmez. Neyse ki, bizler adına bu meşakkatli/iğrenç külfeti omuzlayanlar var, hijyeni esas alan burjuva toplumumuzda. Marx 1844 El Yazmaları’nda, Foucault’dan çok önce, bakışlarımızı kaçırdığımız bu yabani insanlara –insan bile olmayan varlıklara- esasında kimlerin nasıl baktığını şu parlak gözlemlerle ifade etmiştir:

…Politik iktisat işsiz işçiyi, emek ilişkisi dışında olduğu sürece tanımaz. Hırsız, dolandırıcı, dilenci, işsiz adam; aç, sefil ve suç işleyen çalışan-kişi, politik iktisadın gözü bunları görmez, başka gözler görür, örneğin doktor, yargıç, mezar kazıcı ve şehir kâhyası, vb; böyle kişiler politik iktisat dünyasının dışında kalan hayaletlerdir.1

Marx’ın “hayalet” mecazı ürkütücülüğü, defetme arzusunu karşılaması açısından toplum dışındakilere yaklaşımımızı tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde açık etmektedir. Sınır ötesinde varlıklarını sürdüren bu kesimler topluma dadadan hayaletlerdir. Bu hayaletler ancak muayyen bir ilişkinin (emek-değer ilişkisinin) içine çekildiğinde bakışa mazhar olabilirler. Bunun dışında kaldıklarında hiçbir anlamları bulunmaz. Ama her halükarda birer tehdittirler. Bu hayaletlere politik iktisat asla kıymet vermiyor, yani bakmıyordur ama başkalarının gözü bakıyordur onlara: doktorlar, yargıçlar, mezar kazıcıları… Burjuva siyasal iktidarı bakmaya, takip etmeye, damgalamaya, kovuşturmaya, tecrit ve ıslah etmeye konuşlandırdığı/saldığı bu şebekeler (eğitilmiş uzmanlar ordusu) olmaksızın hayaletlerle asla baş edemez. Marx’tan çok sonra Michel Foucault neredeyse tüm çalışmalarını bu bakışların sahiplerine hasretmiştir: ceza infaz memurları, hemşireler, polisler, doktorlar, çocuk bakıcıları, klinik çalışanları, mühendisler, avukatlar, öğretmenler, ustabaşılar… Modern burjuva toplumumuzun çarklarını döndüren asli dişlilerdir bunlar. Foucault tıbbın ve hukukun iç içe geçerek iktidar ilişkilerinin kurumsal temellerini nasıl oluşturduğunu, hukukun “suç” kategorisinin, psikolojinin “norm” kategorisiyle paralel işleyerek toplumsal hayatı sözümona “normal olan” ölçüsünde nasıl ve hangi süreçlerden geçerek disiplin altına aldığını muazzam bir titizlikle ifşa etmiştir. Uzunca bir süre siyaset dışı kalan toplumsal kesimler de böylelikle siyasete dahil edilmişlerdir zira toplumun selametini sürekli huzursuz eden, orta sınıf kent sakinlerinin uykularını kaçıran korkutucu hayaletler üzerinde işleyen iktidar mekanizmaları vardır. Şayet bugün kuşatıcı bir eşitlik ve demokrasiden söz edeceksek, mahut hayaletleri kesinlikle hesaba katmak zorundayızdır. Kaldı ki, şu durumu da teslim etmek gerek: hayaletler tarihsel olarak orta sınıfa uzak ama buna mukabil aşağı sınıflara yakındırlar. Burjuva sınıfına hayalet olarak görünen yabancılar esasında proletarya nazarında çok aşinadırlar. Gün yirmi dört saat onlarla aynı mekânlarda yaşar, ahbaplık eder, aynı basık havayı solurlar. Marx’ın sözünü ettiği “aç ve sefil çalışan-kişiler” çeşitli “suç”lara fazlasıyla yatkındırlar. Sözgelimi 19. yüzyılın İngiltere’sinde proletaryanın erkek cinslerinin ek işleri hırsızlık, kadınlarınınsa fahişeliktir. Ayyaşlık en çok proletaryayı kırıp geçirmiştir. Dün olduğu gibi bugün de böyledir bu. Burjuvazinin ahlakçı yazarlarından olan Charkes Dickens’ın Büyük Umutlar’da, proletaryayı ahlaksız/edepsiz canlılar olarak resmetmesi, gönül indirerek de olsa, yani midesi bulanarak onlara ahlaki yasaları vaaz etmesi boşuna değil. Proleterler hapishane, fabrika, tımarhane gibi kurumlarda yasal yollardan öğütülürken, dört başı mamur ahlaki söylemlerle de kuşatılmışlardır. İyilik ve Kötülük mefhumları proletarya (emekçiler) nezdinde hükmünü yitirmiştir. Burjuvaziyi çileden çıkaran da bu olmuştur. Zaten çevreleme/kontrol altına alma ekseninde yürürlüğe sokulan tüm iktidar uygulamaları bu hakikate işaret eder: hayaletleri (sefil fukaralar sürüsünü) üreten geniş toplumsal kesim proletaryadan, çalışan ama aç ve sefil kalabalıklardan başkası değildir.

HAYALETLERİ TAKİP EDEN BAŞKA GÖZLER VE TOPLUMSAL YÜZLEŞME

Karl Marx’ın çalışmalarında “geçerken” sözünü ettiği, Foucault’nunsa kapitalizmin beden siyaseti anlayışına istinaden iskeletini çıkardığı hayaletleri takibata alan resmi gözlerin yanı sıra, ihmal edilmemesi gereken başka gözler de vardır ama. Üstat Marx anlaşılan bu sıra dışı gözleri unutmuş, çekinmeden ekleyelim: edebiyatçılar. Hayaletleri dert edinen, iç dünyalarını merakla kurcalayan, varlıklarını ustalıkla dile getiren edebiyatçılar denilince, aklıma ister istemez Dostoyevski geliyor.

Modern burjuva iktidarının “sınıflandırıcı” mantığının dışında kalarak hayaletleri tematikleştiren/söylemselleştiren, edebi eserlerinde onları çeşitli yönleriyle arzı endam ettiren Dostoyevski’de, “toplumun posası” olarak nitelendirilenlere karşı çok ciddi bir merak/alaka vardır. Bu yoğun alakada Dostoyevski’nin politik nedenlerden ötürü dört yıl Sibirya’da ceza çekmesinin önemli bir etkisi var. Kapatıldığı cezalandırma mekânında “suç”lularla içli dışlı olmuş, kimsenin bakmadığı hayaletlere ayık ve sürekli işleyen bir bilinçle uzun süre bakmıştır Dostoyevski. Dostoyevski’nin karanlığa olan bitmeyen merakıyla ilgili olarak Edward Hallett Carr’ın gözlemi bence taşı gediğine oturtuyor. Carr, Dostoyevski’nin edebi üretimini içinden kesen hayaletlerle ilgili olarak evvela Nietzsche’nin sözünü ödünç alır: “Canavarlarla boğuşan kişi canavarlaşmamak için uyanık olmalıdır zira bir cehenneme uzun süre baktığınızda cehennem de sizin ruhunuza bakar.” Marksist tarihçi Carr, Nietzsche’nin bu hakikatli sözü uyarınca Dostoyevski’yi anlamaya çalışır ve tartışmaya açık kimi çıkarımlarda bulunur:

Dostoyevski Omsk’daki hapishanede dört yıl, insan topluluğunun doğal ilişkilerinin, yükümlülüklerinin yasak edildiği, toplumun dışına atılmış insanlarla, hemen hemen insanlık dışı bir varoluş düzeyine dönmüş varlıklarla birlikte yaşadı. Bedenden ayrılmış insan tutkusunun kaba öğelerinin kaynaştığı, hoşlandığı cehenneme gözünü dikip baktı ve cehennem onun ruhuna kaçtı. Hapishaneye girdiğinde belki de anormal bir insandı ama dışarı çıktığında, çarpıklaşmış bakışı başka bir odağa uyma yeteneğini yitirdi. Dostoyevski’nin romanlarında normal insanlar, hapishanede olduğu gibi pek azdır. Artık onun dünyasında normal boyutlardaki insanlar yaşamıyordu; canilerin ve ermişlerin, olağanüstü kötü ya da erdemli insanların dünyasıydı bu.2

Carr saptamalarında sonuna kadar haklıdır. Dostoyevski’nin eserlerindeki karakterler hiçbir surette “normal” addedilen insanlardan değillerdir artık. Sözgelimi Raskolnikov entelektüel bir katildir; ayaklarına kapanıp gözyaşlarına boğulduğu sevgilisi Sonya ise vakur bir fahişedir; Sonya’nın babası itilip kakılan zavallı bir ayyaştır; Prens Mişkin dünyada sinekler kadar yer bulamamış bir budaladır… Tüm bu toplum dışı varlıklarda Dostoyevski âdeta metafizik/ilahi bir cevherin izini sürer. Dostoyevski soylulara, kibar çevrelere, okumuşlara karşı nefretle yüklüdür, son derece asabidir. Zira hayaletlerle mukayese edildiğinde şık kıyafetlerinin, pürüzsüz dillerinin, yumuşak derilerinin altında sakladıkları, açık etmekten çekindikleri çok daha korkunç bir vahşet potansiyeline sahiptirler. Bu tahripkâr potansiyeli dışa vuramadıkları, bundan korktukları için kibardırlar. Gelgelelim hayaletlerin böyle bir kaygısı bulunmaz; burjuvalara nazaran çok daha cesurdurlar, şiddetin inceltilmişine değil, doğrudan olanına temayül ederler ve bu nedenle çok daha dürüsttürler. Öte yandan, “öldürmeyeceksin” yasasını gözlerini kırpmadan ihlal etmiş, “çalmayacaksın” kuralını fütursuzca bozmuşlardır… Eylemlerinde meşruiyet arayışında değillerdir üstelik. İşte tam da bu kural bozmadan, sınırları aşmadan ötürüdür ki, Dostoyevski toplum dışına itilmişlere –siyasi açarları da olan- büyük bir sevgi/merhamet yatırımında bulunmuştur. Edebiyat, söylemini ister istemez ahlak felsefesinin toprağından üretir.3 Ne var ki, Dostoyevski bilhassa “suç” özelinde İyilik ve Kötülük kategorilerini tersine çevirir ve eleştirel oklarını ahlakın “korkak” öznelerine büker.

Dostoyevski kurbanlara olduğu kadar cellâtlara da aynı müşfik saiklerle yaklaşır. Karamazov Kardeşler’de hapishanedeki bir mahkûmdan kısacık söz ederken maneviyatında olağanüstü patlamalar gerçekleşir. Buna göre, mahkûm vakti zamanında çocuk boğazlamış bir canidir. Lakin zamanla bambaşka bir insana dönüşmüştür, bütün gün boyunca hapishanenin küçücük penceresinden sokaklardaki çocukları seyrediyordur, içi merhamet ve genişleyen bir sevgiyle dolmuştur. Dostoyevski’nin “norm dışı” olanlara duyduğu hususi alakası Carr’ın bahsettiği üzere “çarpık bakışının” tezahürü müdür, doğrusu bundan pek emin değilim. Bakışının çarpıklığından ziyade Dostoyevski hayaletlere ilişkin olarak kanımca ontolojik bir çizgi üzerinde durmuştur. Çizgi de değil aslında, uçurum. Dostoyevski kardeşi Michael’e yazdığı mektupta hapishanelere tıkıştırılmış türlü suçluları şu övücü sözleriyle anlatırken dipsiz bir uçurumun kıyısında dolanır:

Hapishanede, soyguncuların arasında dört yıl insanları tanımaya çalıştım. Bilmem inanacak mısın? Bunca derin, güçlü, güzel tabiatlı insanlar var ve o kaba görünüşün altında altın bulmak ne kadar sevindirici oluyor. Bir iki değil, bir yığın böyle insan var. Bazılarına saygı duyuyorsun, diğerleri ise gerçekten güzel kişiler.4

Dostoyevski modern suç ve ceza kategorilerine karşı mesafeli olup onlara derin bir şüphe ile yaklaşırken kantarın topuzunu kaçırmış mıdır acaba? Toplum dışına sürülmüşlerin, tecrit edilmişlerin kaba görünüşlerinin altında saklı olan altını kazıp çıkarmak hakikaten mümkün müdür? Üstelik böylesi bir gömülü altın var mıdır? Bu altın hapishane koşullarında mı açığa çıkmaktadır yalnızca, toplum içindeyken, yani henüz “suç” vuku bulmamışken bu altın nerede ve hangi haldedir? Bu sorular elbette birer muammadır ve tam da muamma oldukları için değerlidirler. Dostoyevski’de ahlaki kategorilerin -yine ahlakın sınırları dahilinde kalınarak- temellerinin aşındırılması Kötülük addedilenin esasında göreceli olduğunu, esas İyiliğin Kötülükte mevcut olabileceği ihtimalini telkin eder. Dolayısıyla, edebiyat ahlakın kesin kıstaslarla tanımladığı, hukukunsa cezalandırdığı eylemlerin kurucu nedenlerine eğilerek bambaşka bir panorama çıkarır. Tikel vaka, tümel olana, yani toplumsal olana doğru genişler. Nitekim edebiyatın söyleminde “suçlu”yu sevmeye, hiç değilse onu anlamaya zorlanırız. Bu anlama çabası içindeyken kendi gerçekliğimizle yüzleşiriz: ayıpladığımız, kınadığımız “suç” şekilleri, dahası onların “fikirleri” bizde de mevcuttur! Dostoyevski’ye göre, eylemin fiiliyata dökülmesinden ziyade fikir hali daha dehşet vericidir. Hırsla öteleyerek, dışımıza iterek bu fikirlerden ve onların eylemde açığa çıkmış etkilerinden asla kurtulamayız.

Bu hususla, yani toplumsal ve bireysel yüzleşme halleriyle ilgili son bir örneği de memleket sınırlarından vermek istiyorum: Yusuf Atılgan. Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde suç ve ceza rabıtasını tıpkı Dostoyevski’nin yaptığı gibi tersyüz eder. Ama bir farkla: Yusuf Atılgan “norm dışı” olanlara karşı Dostoyevski gibi sevgi yatırımlarında bulunmaz, nispeten daha mesafeli ve daha soğuktur. Otelin kâtibi Zebercet buz gibi bir katildir; ortalıkçı kadını boğarak öldürmüştür. Günümüzün jargonuyla söylemek gerekirse “kadın cinayeti” işlemiştir Zebercet. Lakin Yusuf Atılgan’ın öldürme eyleminin öncesini sunması, yani eyleme neden olan sonsuz toplumsal ilişkiler ağını, sözgelimi gurur incinmelerini, toplumsal hayattan koparılmışlığı, yalnızlığı, iletişimsizliği, kapatılmışlığı gözler önüne sermesi, okurda “katile” karşı hissedilen ahlaki önyargıları tek tek kırar. Garip ve ürkütücü bir şekilde sevmesek bile Zebercet’i anlamaya başlarız. Ne var ki, Yusuf Atılgan’da maksat sadece önyargıları kırmak değildir, okurdan kendi ruhunda taşıdığı “kadın katilliğinin” emareleriyle yüzleşmesini de ister: [Zebercet] yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen insanlardan çekiniyor, utanıyordu.”5 Okur, bir başka ifadeyle eyleme tanıklık eden özneler (toplum) asla masum değildir; genişleyen suç çemberinin içine toplum da çekilmiştir zira huzurla hayatta kalmak suç işlemeden mümkün değildir. Yusuf Atılgan didaktik bir tarzda değil ama telmihlerle toplumu suç işlemiş faillere değil, öncelikle kendisine bakmaya davet eder. Siyasi yükleri de olan bir sorumluluk çağrısıdır bu aynı zamanda. Kimse eyleme geçmediği için suçsuz ya da ahlakın vaaz ettiği gibi “iyi” değildir. Yusuf Atılgan suça ilişkin bu ontolojik yaklaşımıyla “maddeyi tine çevirme” derdine düşmüş, iflah olmaz bir maneviyat aşığı olan son büyük metafizikçilerden Nikos Kazancakis’le aynı yolda yürür bence:

Biz şeytanları içlerinde saklayarak onların dışarı fırlayıp kötülük, hırsızlık yapmalarına, cinayet işlemelerine engel olan herkese iyi insan deriz. Aslında hepimiz kalplerimizin derinliklerinde, Allah affetsin, cani, hırsız, katiliz!6

Bir kabul, yüzleşme eşiğidir burası. Kalplerimizin derinliklerinde yatan katilin, caninin dışarı fırlamasına engel teşkil eden ahlaki yasalar, cezai pratikler olmasa kim bilir neler neler yapacağızdır… Kazancakis’in bu derin bakışından çıkardığı sonuçlarla hareket ettiğimizde kendimize nasıl temiz ve dürüst bir toplum diyebiliriz ki?

BİR ADLİ VAKA VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Buraya kadar anlattıklarım şu başat sorunun etrafında dönüyor: Memleketi/medeniyeti içten içe çürüten üçüncü sayfa haberlerindeki olaylara, topluma çekirgeler misali tebelleş olan hayalet sürülerine farklı açılardan, daha siyasi ve toplumsal koordinatlardan bakabilir miyiz? Kanımca öncelikle “nasıl bir toplum haline geldik” riyakârlığını değil de, esasında nasıl bir toplumduk ki sorusunu cevaplamalıyız. “Vahşet” eylemlerinde toplum ve bireyler olarak kendimizi de görebilir miyiz? “Temiz vicdanlarımız” el verirse hepimiz katil, suçlu ve caniyiz diye bağırarak kendimizi ihbar edebilir miyiz? Burjuva toplumunun kibarları, yüksek insanlık meziyetleriyle donatılmış “yurttaşları” olarak aşağıda aktaracağım eylemin nedenlerinin ne olabileceğini, hangi toplumsal, siyasal ve iktisadi dinamiklerden hareketle gerçekleştirildiğini, eylemin faillerini patolojikleştirmeden, yani klasik ahlaki sayıltıları devreye sokmadan bir anlığına tefekkür edelim. Eylemin nedenlerine, bu nedenlerin nasıl ortadan kaldırılabileceğine ilişkin nihai siyasi çözümüm elbette toplumsal devrimdir, sosyalizmdir. Kapitalist nizamın insanın insan olma hasletlerini ellerinden aldığı vakıadır. Eylem, sosyalizmin ve devrimin gerekliliğini acı bir şekilde bir kez daha hatırlattı bana. Velhasıl sinizme dönüşen ahlaki kategorilerin basıncıyla değil, siyasi çağrışımların refakatinde toplumun vaziyetini yeniden düşünmeliyiz demek istiyorum.

Marx’a, Foucault’ya, Dostoyevski ve Yusuf Atılgan’a müracaat ederek kendimce bir çerçeve çıkarmaya çalıştığım için buradan sonra vakaya ilişkin yorumda bulunmayacağım. Şunu söyleyebilirim özetle: Muhtemelen Karl Marx olayın toplumsal ve iktisadi temellerine eğilirdi. Foucault toplumsal hayatı kuşatan cinsellik tertibatlarını/söylemlerini kurumlar ve pratiklere odaklanarak sorunsallaştırırdı. Dostoyevski kurbandan yana zarını atar ama faillere de hapishane duvarları ardında vicdan azabı çektirir, içlerindeki altını keşfetmek için zamanın hükmüne bel bağlardı. Yusuf Atılgan her zamanki soğukkanlılığıyla eylemin nedenlerini titizce izah eder, “suçu” neden sonuç ilişkisine oturtur ve “suçluları” eleştirirken buna tanıklık edenleri (toplumu) üstü örtülü bir şekilde zan altına alırdı. Nihayet Kazancakis çıkıp dobra dobra kadınlı erkekli “hepimiz katiliz!” diye bağırırdı. Toplumun kendi gerçeğiyle samimiyetle yüzleşebilmesi için tüm bu farklı bakış açılarını eleştirel söyleminde ihtiva etmesi, hatta mümkünse çoğaltması gerekiyor.


Mahut olay kısa bir süre önce, Balıkesir’in Savaştepe ilçesinde yaşanmış. Kurban 43 yaşında, Ramazan Çırak adlı “akli dengesi” yerinde olmayan bir kişi. Ramazan Çırak sabah saatlerinde ilçenin Savaştepe Lisesi’nin bahçesinde, beton zeminde baygın vaziyette bulunmuş. Ekipler yerde sere serpe uzanmış kişiye ilk müdahaleyi edip onu derhal hastaneye kaldırmışlar. Lakin Ramazan Çırak çok geçmeden hayatını kaybetmiş. Olay üzerine hemen inceleme başlatılmış. Polis okul yakınına terk edilmiş bir motosikletten şüphelenerek aracın sahibini aramış ve kısa sürede bulmuş. Motosikletin sahibi olan İ. B. (28) sorguya alınmış ve sorguda “suç”unu itiraf etmiş. İşlediği “suç” habere göre şu: İ.B. “suç” esnasında yalnız değilmiş, yanında A. M. (29) ve M. I. (18) adlı kişiler de varmış. Ramazan Çırak’ı motosikletle A. M.’nin evine götürmüşler ve evde defalarca tecavüz etmişler, sadece tecavüz de değil, aynı zamanda öldüresiye dövmüşler. Dövülmekten ve tecavüzden baygın düşen Ramazan Çırak’ı en sonunda okul bahçesine atıp ölüme terk etmişler.7


1 Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge, İstanbul: Birikim Yayınları, 2008, s. 92.

2 Edward Hallett Carr, Dostoyevski, çev. Ayhan Gerçeker, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007, s. 68.

3 Mahsum Çiçek, “Erinç Seymen ve Düşler Gerçeğe Dönüşünce”, Birikim Güncel.

4 Edward Hallet Carr, a.g.e., s. 64.

5 Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, İstanbul: YKY, 2008, s. 96.

6 Nikos Kazancakis, Yeniden Çarmıha Geriliş, çev. Sumru Ateşdağlı, İstanbul: Habora Yayınları, 1971, s. 226.

7 Radikal, 12.02.2013.