“Yerlerimiz, hep,
Yeni yollarımızın başları;
Yollarımız da, hep,
Yeni yerlerimizin sonları ola…”
Oruç Aruoba
Bir kentin zamanı, geniş bir uzamı kuşatırken, yoğunluğuna, keşmekeşine, hızına, süreksizliğine, yorgunluğuna, hüznüne, neşesine ve bazen asık suratına ortak eder insanı. Kendiliğinden. Zorlamadan. Kente bakılan pencere buğulanır bazen. Hızlıca buğunun ortasından dokunan parmak, kentin içinde yaşananların gölgesine de atılmış bir çentik olur. Tanpınar, Beş Şehir kitabının Ankara’ya uğrayan bölümünde “…Bazen hâdiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bazen bir iç kale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur, bazen bir kartal yuvası gibi erişilmesi imkânsız yükselir” derken farklı bir şehrin tam da ortasından Ankara’ya bakışınızı tedirgin kılar. Oysa insan hem biriktirdikleri hem yaşadıkları hem de bekledikleri ile anlam yükler kente. Uzakta olanına da yakının da durduğuna da.
Ankara, benim için her zaman otobüsle gidilesi, uzun saatlerin bir yolun uzunluğu kadar büyüttüğü pencerenin kenarından bakılan hayat kadar sevilesi olduğu bir yakınlıktadır. Kim bilir belki aile üyelerimin bir kısmının İzmir’den Ankara’ya varan yaşam öykülerinin, ömrün bir bölümünde kesiştiği bir kent olması, özlemi ve bekleyişi dindiren bir yanının büyümesine de ortak kılar Ankara’yı. Beklemiş hüzün ve mevsim ne olursa olsun sarısı hazan olan kolonya ele değmeden, otobüsün muaviniyle iki sohbetin beli kırılmadan, şoförün dinlediği şarkılara yoldaşlık edilmeden ve molalarda koyuluğunu insan bekleyişinden alan sıcak bir çay içilmeden eline dokundurtmaz Ankara. Gece yolculuğunu seviyorsanız muhtemelen sabahın erken saatlerinde sizi karşılayan kentin girişi, muammasını hemen göstermez elbet. Saklar önce. Hikayenin içine dahil olmanızı, havasında bir soluklanmanızı, mevsimini okşamanızı, insanına, taşına, toprağına ve rengine alışmanızı ister. Cömert değildir bu yüzden. Ankara ürkütür. Hele her sohbetin kenarına iliştirilen ister istemez sizin de içinde var olduğunuz İzmir’in “kızına ve havasına güven olmayan” çehresinin ortasından, daha temkinli, güvenli, olasılıklara mahal vermeyen, gülüşlerin saklı, heyecanların yavaş ve hayatla meselenin daha derin olduğu bir kente dahil olmak gibi bir eylemin gönüllü parçasıysanız Ankara’nın gönlünü almanız uzun sürer.
İlk gençliğimin her yazı ve kışının da bir bölümü Ankara’da vakit geçirmeme olanak tanıdı. Yazsa özlemi serinletti, kışsa bekleyişi ısıttı. Kenarında da dursam akıp giden saatlerin kuşattığı yaşamına da ortak olsam Ankara, İzmir’den bakıldığında, uzaklığın yakın ettiği bir kent oldu. Ne de olsa İstanbul’dan daha kadir kıymet bilen, hayata yetişmek için koşmanız için sizi zorlamayan ve bir başınıza da olsanız kentin yalnızlıktan ürkütmediği babacan bir tavrın kentiydi. Kilometresi merak ve tedirginliği kuşatırken, niyeti gelene yüzünü sakladığı yerden usulca göstermesindeki maharete eklendi. Öyle “her gelişimde deniz nerede diye arıyorum” diyenlerden de olmadım. Aksine denizi olmadığı için yaşamı ve insanları farklıydı. Denizin ve ikliminin insanı yavaşlattığı bir kentin içinden çıkmanın hissettirdikleriyle varılan yer Ankara olunca garip bir huzur da peşi sıra sürüklendi her daim. Arkadaşlarımı ve dostlarımı yeni hayatları için uğurladığım bir grilik gibi görünse de Ankara, içindekiler ve dışındakilerle yakından bir görülesiydi.
Dumankara kitabını ilk elime aldığımda aklımdan geçenler ve yüreğimden dökülenler bu cümleleri kuşattı. Sadece giriş yazısı için ayrı bir kitabın yolculuğu diyebileceğim, her ayrıntısı incelikli düşünülmüş Dumankara, gözümde, gönlümde ve aklımda bıraktığı tatla naifliğinin sarıp sarmalamasından kurtulamadı. Öyle içten ve bir yandan sahici başlıyorken cümleler, Dumankara, Ankara'yı 21 hikâyeyle selamlıyor. Levent Cantek’in, siz kitabın kapısında beklerken, kibar, sevecen ve kenti anlatırken bir o kadar da cömert davranan “hoş geldiniz” eli, bir selamın da sizden gideceğini hissettiriyor. On dokuz çizerin farklı yaklaşımları ve çizgileriyle, birbirinden ayrıksı gibi görünen ancak kitabı bitirdiğinizde “bu öykülerin birbirlerine değen bütünlüklü yanları da var” duygusuna kapıldığınız öyküler, uzun uzun yıllar gerisinde, önünde ve içinde Ankara’nın pencerelerini sonuna kadar açıyor. Kentin görünen yüzünün dışında, kirinin pasının, öteki kılınan insanının, griliğinin, yorgunluğunun, hırpaladıklarının, acımasızlığının, umut ve beklenti içinde bıraktıklarının, sevdalarının, anlaşılmamış insanlarının, yanlış anlamaların ve önyargıların hayatlarını değiştirdiği erkeklerin ve kadınların, hayallerin, küçük hesapların, çıkarların var olduğu hallerle dalıp gidiyorsunuz. Dumankara, kentin hayatını, hayatın kente zulmünü, bazen bonkörlüğünü, insanın alacasını, her biri aslında bir kısa film tadında olan çizgi öykülerle anlatırken, kentin kişisel tarihinin sorgulamasını da yapıyor fark ettirmeden.
Kitabın o gönlü geniş kapısı Ankara 1916 ile açılırken, Hacıbey, Pantolonlu Kadın, Macar, Çinli Recai, Tatlıcı Nazmi, Nam, Boksörün Ömrü, Güzel Cemile, Mazhar ile Galip, Aşıklar Unutmaz, Bu Dünya Yalan Polis Efendi, Nohut, Neşet Coşar, Ferdi, Ömer Ayna, Efkar, Orhan Kemal, Bilmiyorum Fatma, Koltuk ile sizi farklı odalarda dolaştırıp Skor ile kapıyı arkanızdan kapatırken istemsiz bir şekilde başa dönüp girdiğiniz dünyayı hızlıca tekrar bir dolaşıp çıkıyorsunuz. İnsanın sevdiği bir kitap, yazarını -Dumankara için söylüyorsak- çizerini, hayatı boyunca görse de görmese de yaşadıklarının bir kenarına iliştirir. Okuyan, yaşadıklarıyla dahil oluyorsa bir kitaba, yazarın-çizerin yaşadıklarını da göz ardı etmez hiç. O da ilişiverir kendisinden uzakta yaşananların bir ucuna. Bu yüzdendir ki kelimeler cümlelere eklendikçe ve bir de çizgiler kuşatınca gerçekliğin kabuğunu, okuyanla yazar, görülmez bir bağın ardına saklanırlar. Ta ki yeni bir kitapla yaşamı yeniden arındırana kadar. Dumankara, devamı da olsun, çizgileri silinmesin ve Ankara yorulmasın dedirtirken yaşanan her günün ömürden giden olduğunu hatırlatıp kentin elinden tutup ısıtıyor. Dumankara: “Hayat bir yangındı”. Ya öyle olmasaydı…