Adlandırma hiçbir zaman basit ve yansız bir işlem değildir. Başkasından gelen isim, her zaman kendi ötekisini de işaret eder ve bu ilişki her zaman politiktir. Bu nedenle, dilin politikliğini, dilin politikayı nasıl inşa ettiğini, politikanın dilselliğini ve politik kavramlarımızın sözde açık seçikliğini sorgulamamız, her tür politik araştırmanın önemli görevlerinden biridir.
11 Eylül’den sonra dünya siyasetini ciddi şekilde belirleyen bir kavram haline gelen terörizm kelimesi, bizi işte böyle bir göreve çağırıyor. Nitekim tek bir kavramın bir siyaseti tek başına belirlemesi mümkün olmasa da, terörizmin hem tanımlayıcı hem de meşrulaştırıcı işlevi, 11 Eylül sonrasında siyasal dilin, düşüncenin ve eylemin referans noktalarından biri haline geldi. Terörizm kavramı uluslararası düzeyde savaşı meşrulaştırırken, ulusal düzeyde de bir güvenlik dispositifi olarak iş gördü.Bu anlamda, terör ve savaş kavramları arasındaki sınırları ve geçirgenliği sorgulamak, 11 Eylül sonrası dünya siyasetini anlamak açısından önemli.
Öte yandan, terör ve savaş kavramlarını yan yana ve bir arada sorgulamak oldukça anlamlı, çünkü her iki kavram da politik içerikli bir şiddeti içeriyor ve PKK-Türkiye çatışması dâhil, pek çok örnekte biri diğerinin yerine kullanılabiliyor. Şiddetin meşruiyeti açısından iki kavram arasındaki sözde açık farklar, dikkatli bir gözle incelendiğinde oldukça sorunlu bir görünüm sergiliyor. PKK-Türkiye çatışması da bu bakımdan dikkate değer bir örnek.
PKK ve Türkiye arasındaki karşılıklı şiddeti “savaş” olarak adlandırmakla “terör”ya da “terörle mücadele” olarak adlandırmak arasında, siyasal tutumları yönlendiren ve meşrulaştıran bir fark iş başında.Devlet merkezli düşünce PKK şiddetini “terör,”devlet şiddetini “teröre karşı mücadele” olarak adlandırırken, PKK sürdürdüğü mücadeleyi “savaş” olarak adlandırıyor. Devletin güvenlik politikaları ekseninde düşünmeyen ve PKK’nın verdiği siyasal mücadeleyi, devlet tekeli dışında bir şiddet içerse de, savaş olarak tanımlamayı tercih eden kesimler de var.
Oysa politika ve hukuk sözlüklerinde yer alan ve ulusal ya da uluslararası hukukta kabul gören savaş ile terörizm tanımları ve bunlar arasındaki fark resmîotoriteler, devlet-merkezli düşünen entelektüeller ve ana akım medya için gayet açık. Kabaca, savaş devletler arasında gerçekleşen, kendine has bir hukuku olan silahlı bir mücadele iken, terör devlete, sivillere ve “insanlığa” karşı işlenen bir suç, ‘gayrimeşru’ bir politik şiddet eylemi olarak karşımıza çıkıyor.
Bu iki kavramın tanımlarıyla ilgili sorunlar daha ilk bakışta kolaylıkla tespit edilebilir. Öncelikle, devletlerin de sivilleri “terörize” ettiklerini ve kendi başına sorunlu bir kavram olsa da burada ele almayacağımız “insanlığa” ve sivillere karşı suçlar işlediğini biliyoruz. Tam dabu bakımdan, terör ve savaş arasındaki temel farkın bir meşruiyet ve egemenlik sorunu olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Savaşlarda ya da savaş dışında, özellikle de terörle mücadelenin kendisinde ortaya çıkan devlet kaynaklı terör, ‘meşru’ bir ‘egemen’ tarafından gerçekleştirildiğinde terör tanımı dışında kalıyor. Oysa devlet-dışı bir örgüt tarafından gerçekleştirilen politik şiddet, devletlerin yaptıkları şeyin aynını yapsa da,terörolarak adlandırılıyor. Savaş ise, kendi başına hukuku olan ve (egemenler tarafından belirlenmiş) belli koşullar altında meşruiyeti açık, devletler arası bir çatışma olarak kabul ediliyor.
Öte yandan, kendisini kurtuluş savaşçısı olarak tanımlayan örgütler, yasal olmasa da belli bir meşruiyete dayanarak verdikleri mücadeleyi terör değil, savaş olarak tanımlıyorlar. Burada dikkat çekici olan nokta, “terörist” örgütlerin egemen devletler arasında ve örgütlü ordular tarafından sürdürülen şiddet olarak tanımlanan savaş adlandırmasını benimsemesi. Devlet bir “egemen” olarak“teröriste” “Terör yapıyorsun,” derken, “terörist” “Savaş yapıyorum, çünkü ben de egemenim,” diye yanıt veriyor. Bunun tam tersi de geçerli.Her halükarda,örgütlerin böyle bir iddiada bulunmaları, esasen devletlerin egemenlik stratejilerini taklit etmelerinden kaynaklanıyor. Bu taklit, “terörist” örgütlerin devletlerin bir toprak üzerindeki egemenliğini ve belli bir insan topluluğunu temsil iddialarını yinelemeleri olarak ortaya çıkıyor.
“Terörist” örgütler ancak böyle bir egemenlik tanımını taklit ederekkendi yarattıkları şiddeti meşrulaştırabiliyorlar. Bu açıdan, şiddet, şiddetin meşrulaştırılması ve egemenlik arasındaki tuhaf ilişkiye dikkat çekmek gerek. Jacques Derrida bu konuya işaret ederek, geçmişin teröristlerinin egemen hale geldiklerinde, yeni kurulan devletin kahramanları, yöneticileri olduklarına dikkat çekiyor.İşte bu şaşırtıcı değişimin sebebi, siyasal alanda egemenliğin belirleyiciliği.Egemenlik el değiştirdiğinde, “eşkıya” dünyaya hükümdar olduğunda, bir önceki şiddetin meşruluğu ya da gayrimeşruluğu da değişiyor. Yeni bir egemenliği ilan eden kurucu performatif, ne meşru ne de gayrimeşru bir anda, hem geçmiş hem de gelecek şiddeti dilediğince meşru ya da gayrimeşru olarak tanımlayabiliyor.
Walter Benjamin’in işaret ettiği gibi, burada hukuk kurucu şiddet hem şiddetin meşruiyetinin hem de egemenliğin kaynağıdır. Benjamin’in hukuk koruyucu ve hukuk kurucu şiddet kavramları ışığında da, “terörist” örgütlerin devlet egemenliğini taklit ettiklerini görebiliriz. Bu örgütler egemen olduklarını savladıkları topraklarda, temsil ettiklerini iddia ettikleri halk, çoğunlukla “ulus” bağlamında, hukuk koruyucu(hakları koruyucu) bir işlev üstlendiklerini iddia ederler. Aynı zamanda, hukuk kurucu bir egemen devlet olmayı hedefleyerek, ikinci bir kez devlet egemenliğini taklit ederler. Bu bakımdan, egemenlik şiddetin meşrulaştırılmasının yegâne kaynağıdır ve şiddet sorunu, terör ve terörizm bağlamında, egemenlik sorunundan ayrı düşünülemez.
Bu bakış açısıyla, hemen her “terörist” örgüt gibi PKK’nın savı, önce kendilerine, “temsil ettikleri” kitleye karşı terör uygulandığı yönündedir. Bu klişeye göre, örgüt (tıpkı devletin gösterdiği gibi) “doğal bir refleks” göstermiş ve kendisini savunmuş, bir “öz-savunma” mücadelesine girmiştir. Örgütlerin devletlere öykünerek, kendi şiddetlerini “savunma” olarak tanımlamaları da dikkat çekicidir. Denilir ki devlet Kürt halkına karşı “savaş” açmış, PKK da bu savaşa/teröre karşı, “halkı adına” “savaş”a girmek zorunda kalmıştır. PKK’nın ortaya koyduğu mücadelenin savaş olarak adlandırılması, esasen PKK’nın bölgedeki egemenlik iddiası ile ilgilidir. PKK bu egemenlik iddiasıyla, terörist olduğunu reddeder ve savaşçı rolünü üstlenir. Hâlbuki sivillerin öldürülmesi, kullanılan yöntemler veyarattığı terör bakımından, PKK’nınmücadele ettiğini ilan ettiği “terörist” devletten aşağı kalır bir yanı yoktur.
Öte yandan, bir önceki egemenin rasyonalitesine göre “deli” olarak işaretlenen terörist (terörist her zaman akıl dışı, meczup ve çılgındır) kendi rasyonalitesini kurduğunda aklın “doğal” kaynağı haline gelir. Demek kiyadsınamaz şekilde, hatta mutlak anlamda farklı oldukları için çarpıştıklarını sandığımız devlet ve “terörist” örgütün rasyonalitesini ve politik ufkunu aynı şey belirlemektedir: egemenlik. “Terörist” aslında çarpıştığı devletin rasyonalitesini tekrar etmektedir. PKK’nın kendi milliyetçiliğini, ulusal mitolojisini, kurucu babasını, kurbanlarını, şehitlerini ve kahramanlarını yaratması, kendi (muhayyel, mutlak ya da aktüel, kısmi) egemenlik tasavvurunun devletinkiyle benzeştiğini gösterir.
Bu benzeşim, modern egemenlik kavramının varsaydığı insan/özne kavrayışında da ortaya çıkar. Egemenliğin bölünemezliğinin temelinde (devlet ve PKK arasındaki egemenlik paylaşımı kavgasının temelinde) insan öznenin bölünemezliği vardır. Devlet bu bölünemez egemenliği korumak isterken, terörist bu egemenlikten pay almak ister ama o da nihayetinde kendi bölünmez egemenliğini kuracaktır. Bu bölünmez egemenliğin öznesi “bölünmez” kabul edilen bir halk olarak ortaya çıktığından,halkın bu bölünmezliğini sağlayan şey kimliktir. Çoğu örnekte, ulusal egemenlik için kimliğin bölünmezliği zaruri kabul edilir.
Her iki tarafta da gözlenen bu egemen devlet merkezli düşünce hiçbir başka kurum, yarı-kurum, kurumsallaşmaya aday yapıyla (bölgesel ya da ulusal) egemenliğini paylaşmak istemez. KCK’nın ve başka bir tarafta, cemaatlerin devlet egemenliğini bölerek, kısmi olarak egemen olması, devlet merkezli ‘sağduyunun’ asla kabul edemeyeceği bir tutumdur. Benzer şekilde, PKK da bölgedeki egemenliğini, örneğin Hizbullah’la ya da başka bir cemaatle paylaşmak istemez.
Fakat egemenler arasında, bu müzakere edilebilir ve savaş ile terör tanımları tam da bu tanımları yapanlar tarafından alt üst edilebilir. Devlet PKK’ya politik bir yapı payesi vererek, bir pazarlığa girişebilir, onu “muhatap” alabilir. Bu, siyasetin konuştuğu, güvenlik söyleminin geçici olarak askıya alındığı bir ortamda, asli olan egemenlik savaşını açığa çıkarır. Bu durum iki (kısmi ve mutlak olmayan) ‘egemen’ yapının ilişkisini ima eder ki bu da politika sözlüğümüzün ortaya koyduğu sınırları istikrarsızlaştırır. Buna bir de temsil sorunu ve PKK’yla ilişkili olduğu açık, ‘sivil’ siyasal bir partinin ‘egemenliğin kaynağı’ olan mecliste bulunması eklendiğinde, resim daha da karmaşıklaşır.
Yavan ve sadece politik yönelimlerine uygun düşünme eğilimindeki teknisyen-entelektüellerin “kavram kargaşası”na son verme adı altında, el çabukluğuyla bu sorunu örtme çabaları boşa çıkacaktır: Terör ve savaş kavramları arasındaki sınır varsayıldığından çok daha belirsizdir ve bu sınırda ikamet eden ve şiddeti meşrulaştıran, egemenlik sorunudur.Hem teröristin hem de devletin kendi şiddetini meşrulaştırma çabası, adaletle değil, ancak bir güç ilişkisiyle, egemenlik mücadelesiyle açıklanabilir. Zaten egemenlik kıskacında olan hukukun adaletin kaynağı olması beklenemez. Neyin meşru, neyin gayrimeşru olduğunu teröristin ya da devletin hukuk kurucu şiddeti tekeline geçirmesi belirleyecektir.
Bir an için meşruiyetle egemenlik arasındaki ilişkiyi askıya aldığımızda, yani şiddetin salt egemenlik ve egemenin yine şiddete dayanan hukukuyla meşrulaştırılamayacağını savladığımızda, teröre karşı mücadele eden “terörist” bir devlet ve devlet terörüne karşı mücadele eden “terörist” bir örgütle karşılaşırız. Ya da tam tersine, iki egemen arasındaki hukuk tanımayan, “terörist” bir savaşla.Bu durumda belki de Türkçedeki bir deyiş, elimizdeki kavramlardan daha fazla işimize yarayabilir. Savaş ya da değil, “terör esmektedir.”Tarafların kendi şiddetlerini egemenlik temelinde meşrulaştırmaya çalışmaları hiçbir şey ifade etmez. Taraflar ve taraftarlar,bu terörün, kurucu ya da koruyucu şiddete dayanan bu dehşetli şiddetinsorumluluğundan, terör ve savaş tanımlarına yaslanarak kurtulamazlar. Çünkü adalet bu kavramsal sınırların ve egemenlik hesaplarının ötesindedir.