Geçtiğimiz hafta, bir bilgi yarışmasında “Siyaset Bilimi” öğrencisinin alanıyla ilgili soruyu bilememesi sosyal medya çokça yer aldı; öğrenciyle dalga geçildi, o da kendini “Atatürkçü” olmakla savundu. Meseleyi öğrencinin o anlık heyecanı ya da eğitim sistemimizin eksiklikleriyle açıklayabiliriz. Ama öte yandan “siyaset” ve “siyasal olan”la bağımız ne durumda? Öğrenciyi tefe koymadan önce yürütme erklerinin bugüne kadar siyasal olanı çizerken kurduğu dar çerçeveyi de dert edinmemiz gerekiyor.
10 yılı aşkın süredir özellikle özel üniversitelerin bölüm adı tercihlerinde “kamu yönetimi” adını kullanmaktan imtina ederek “siyaset bilimi” ön adını kullandıklarını görüyoruz. Adları sadece kamu yönetimi olanlar da “siyaset bilimi ve” şeklinde bir düzeltme yapıyorlar. Buna ek olarak ders müfredatlarında da bu yönde değişiklik yaptıkları bir gerçek. Bu düzenlemede, “kamu”yu yönetmek yerine daha geniş bir çerçevede siyasal düşünceyi öğrencilere kazandırmak istediklerini anlıyoruz. Beğenilmeyen “kara kamunun” karşısında daha aydınlık bir “siyaset bilimi” algısı var. Malum, “düşünce kuruluşları” ve stratejistler oldukça revaçta. Danışmanlar, siyaset bilimci kökenli…
Ancak siyaset ve siyasal olanın gittikçe sınırlandığı, daraltıldığı, siyasetin başka türlü bir tekniğe indirgendiği ortamda, “daha geniş çerçeveyi” bilmek ne kadar tercih ediliyor? Siyasetin, bir uygulama/yönetme sanatı olması kadar söz ve tartışmaya dair bir mesele olması ne kadar umrumuzda? Kamudan korkarken, ortak olanı kuran değerleri tekilleştirip, diğerlerini önemsemezken, siyasetin bilim halini var kılmamız ne kadar mümkün?
Siyasal iktidarın bu sorulara bakış açısı, toplumu etkilemesi açısından oldukça önemli. AKP hükümetinin ilk dönemlerinde gördüğü desteğin temelinde, siyasal tartışma alanlarını genişletmesi de önemli bir faktördü. Farklılıkları bir potada eriten resmi ideolojinin karşısında, daha önce dert edinilmeyen, siyasetin alanına girmemesi konusunda keskin bir direnç olan başörtüsünü, Kürtleri, askeri vesayeti bir “sorun” haline getirerek tartışmaya sokması, kendi gündemini bu meseleler üzerinden çizmesi hükümete gösterilen teveccühte kritik bir aşamayı oluşturmaktaydı. Hükümetin sivil toplum üzerinden siyasal tartışmaları yürütme ve yönetme sanatını iyi becermesi, kendi siyasetini yerleştirmesi açısından önemli bir anahtardı. Hükümete destek verdiği ya da sertçe eleştirmediği için eleştirilen kesimler (bunlar liberal, liberal sol ya da başka adlarla tanımlandı), kanımca bu tartışma ve söz söyleme alanların genişlemesi nedeniyle hükümete sempati geliştirmişti.
Ancak AKP hükümeti ustalık döneminde siyaseti teknikleştirerek siyasal olanı aşma çabası içinde. Bu durum tam da resmi ideolojinin tek bir pota alegorisine uygun şekilde, merkezde yarattıkları yeni Bir ile kendi dışındakileri siyaset dışı olarak tanımlama uğraşısına denk düşüyor. Marjinal, ideolojik, terörist, darbeci vs. sıfatlarla dışarıda bırakılan kesimlere dayanarak kendi Bir’inin ve merkezini kurdu/kuruyor. Tabii ki bunu destekleyecek sermaye grubu ve basın- yayın organları ile birlikte AKP hegemonyası, sivil toplumu kendi “siyaseti” yönünde dönüştürerek donuklaştırmayı “başardı”. Tıpkı kendini Atatürkçü olmakla savunarak donuklaştıran “karşı-kutup” gibi seçim demokrasisinin tek gerçek olduğunu savunan başka bir tekilliğe kurban ediliyoruz.
Sınır-dışı bırakılanların siyaset-dışı da bırakılacağı yanılgısı, AKP’yi devletleştiriyor. Kendi doğduğu siyasal sınırları merkeze taşıyarak sözü ve tartışmayı sıfırlayan bir bakış açısının egemen olduğunu görüyoruz. Bu durumu, hükümetin aslına döndüğü şeklinde yorumlanıyor. Çünkü siyaseti güç ve güvenlik sorununa indirerek, eleştirdiği devletçi yaklaşımı aynen benimseyerek geleceğini kurmaya çalışıyor. Başvuru noktasını “milli irade”ye endeksleyen hükümetin, o iradenin tesisi için temel olan kamusal tartışmayı yok saydığını ve dolayısıyla siyasal olandan uzaklaştığını söyleyebiliriz. Siyasal ilişkiyi ortadan kaldırarak, tek siyasal davranışı oy kullanmaya eşitleyen ve kendi cemaatini toplumun tamamıyla özdeşleştiren bu bakış açısı demokrasinin eksik ve hatalı bir yorumunu temsil ediyor.
Buna karşı olarak, siyasetin öncelikle görülebilene ve söylenebilene müdahale olduğu tezini (Ranciere) akılda tutmak gerekiyor. Bir’e karşı çokluğun, parçaların, sınır-dışı ilan edilenlerin yapacağı müdahaleler siyasal olanı yeniden kuracak potansiyeli taşıyor. Siyaseti, teknik bir mesele; siyasal olanı da merkezde yer almak olarak kodlayan devletçi bakışa karşı, sınırlarda üretilecek tartışmaların önemi daha da artıyor. Ortak olanı, birlikteliği, kamuyu arayan siyasetin önü tıkandıkça, kamu yöneticisi yerine siyaset bilimci yetiştirmek hiçbir şeye yaramayacak. Bu aralar pek popüler olan “siyaset akademileri/okulları” da öğrencilerine, meselenin sadece iktidar olmak değil, kamusal alanda görünür ve müdahil olmakla ilişkili olduğunu anlatabilmeli. Yoksa siyaset bilimi öğrencileri, iktidarın ve güç meselesinin sabit bir nokta olduğu yanlışıyla iş yapmaya devam edecekler. Sonucunda ortak alanı ve kamusal olanı değil sadece işine yarayan bilgiyi örgütlemeye çalışacaklar.