Birikim Güncel’de yayımlanan yazısında Gary L. Francione, “bir kadının kendisini cinsel olarak metalaştırma tercihinin bir güçlenme (empowerment) tercihini temsil edebileceğini ve böyle bir tercihin kesin olarak olumsuz biçimde değerlendirilemeyeceğini” savunan postmodern feministler ile “hayvan refahı” ölçütlerine uyulduğu sürece hayvanlardan edinilen mamullerin kullanılmasında sakınca görmeyen hayvan hakları savunucuları arasında bir teşbih yapmış. Bu teşbihe koşut olarak yazar, kadın bedeninin cinsel olarak metalaştırılmasını topyekûn reddeden radikal feminizm ile insanların hayvanlar üzerindeki tahakkümünü kayıtsız koşulsuz reddeden veganizmi eşleştirmiş. Bilmem yazarın radikal feminist/vegan kampa ait olduğunu belirtmeye gerek var mı, ama teşbihindeki hatalara işaret etmekte kuşkusuz fayda var.
Öncelikle, kadınlar ve hayvanlar arasında mağduriyet üzerinden kurulan bu koşutluk, kadınların eyleyiciliğini (agency) hiçe saymak suretiyle sözde feminizm adına kadınları aciz mahlûklara indirgemektedir. Müşteri çekmek için genelevin kapısında bekleşen kadınlar ile kasap vitrininde baş aşağı sallanan koyunlar arasında pek bir fark yoktur bu anlayışa göre. Öyle ya, ha metalaşmış kadın bedeni ha kurbanlık koyun, ikisi de “et pazarı”. Dolayısıyla, bir “kadının kendisini cinsel olarak metalaştırma tercihi” ifadesi baştan sorunludur, zira söz konusu olan “seks işçiliği” ise ortada bir tercih değil, olsa olsa bir dayatma vardır. Aksi takdirde hangi kadın kendi hür iradesiyle böylesi onur kırıcı ve yıpratıcı bir mesleğe katlanır ki?
Bu soru, masumane tınısına rağmen aslında bizi şu ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır: Ya kadının bu “piyasa”da tamamen edilgen bir konumu olduğuna, tuzağa yakalanmış tavşan misali hasbelkader “kötü yola düştügüne” -daha doğrusu “düşürüldüğüne”- hükmedeceğiz, ya da bile isteye bedenini pazarladığına ve dolayısıyla ahlaki düşkünlüğe teşne, sömürüye müstehak olduğuna. Postmodern feministlerin yapmaya çalıştığı işte bu ikilemde, üçüncü bir ihtimale yer açmak; kadının, bedenini cinsel olarak metalaştırmaktan yana tercih kullandığı ve fakat bu tercihin illa ki olumsuz/sapkın olmadığı durumları görünür kılmaktır.
Teslim etmek gerekir ki radikal feminizmin cinsel emek konusundaki toptancı tutumu, onunla arasına eleştirel bir mesafe koymaya çalışan postmodern feminizmi başka tür bir toptancılığa sevketmiştir. Tartışmada öteki uca savrulan kimi postmodern feministler, radikal feministlerin kınadığı cinsel emek biçimlerinin hepsine birden kucak açarak, bunlar hakkında (Francione’nin ifadesiyle) “herhangi bir olumsuz normatif yargıda bulunmayı reddeder” bir duruşa saplanmışlar; karşıt görüştekilerin kara dediğine ak demek inadıyla kadınlar açısından özgürleştirici bir yanı olduğunu iddia etmesi hayli güç cinsel emek biçimlerine sahip çıkar olmuşlardır. Ne var ki, bu karşılıklı bir zıtlaşmadır ve “kendi tavırlarına yönelik her türlü eleştiriyi kabul edilmez bulma eğilimi” ya da “her türlü görüş ayrılığını otomatik olarak mahkum etme” tavrı hiç de Francione’nin iddia ettiği gibi postmodern feministlere has bir tutum değildir. Bunun böyle olmadığını bizzat Francione’nin kendi yazısındaki burnundan kıl aldırmaz üsluptan görüyoruz.
Herhalukârda, postmodern feminizmin zaafları radikal feminizmin açmazlarını görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Francione, postmodern feministleri kadınların cinsel sömürüsünü meşru kılmakla itham ederken aslında radikal feminist yaklaşımların da o sömürüyü pekiştirici bir işlev görebildiğini idrak etmiyor. Oysa ki radikal feminizmin cinsel emeğe yaklaşımı toplumdaki genelgeçer ahlakçı kabuller ve yasakçı refkleslerle yer yer epeyi koşutluklar arzediyor. Yine Francione’nin ifadesiyle “kadının metalaştırılmasının doğası gereği sorunlu olduğu düşüncesinden hareketle” radikal feministler, bu musibetin kökünü kurutmak adına cinsel emeği cürümleştiren yasal düzenlemelerden yana çıkabiliyor. Ve fakat bu tür düzenlemeler, cinsel emek veren kadınları kısmen ya da tamamen illegal bir ortamda çalışmak zorunda bırakıyor --ki bu da çoğunlukla kadınların aleyhine, onların sırtından geçinenlerin lehine sonuçlar doğuruyor. Örneğin, genelev haricinde “fahişeliğin” yasak olması, bu mesleği icra eden kadınların ulu orta müşteri aramasını güçleştirmekte ve böylelikle “pezevenk”lerin aracılığına tabi kılmaktadır. Kendi başına çalışmaya çabalayan kadınlar ise mesleğin illegal statüsü nedeniyle tekinsiz ortamlarda faaliyet göstermekte; şiddete maruz kaldıklarında ya da ücretlerini alamadıklarında, kanunen hak arayamadıkları gibi bizzat polis tarafından taciz edilmektedir. Radikal feminizm bu tür istismarlardan doğrudan sorumlu değildir elbette ama cinsel emeği, “doğası gereği sorunlu” addederek o sorunu ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalara zımnen meşruiyet kazandırmaktadır.
Ya da şöyle diyelim: Postmodern feministler pornografi düşkünü erkeklere ne kadar malzeme veriyorsa (Francione’den alıntıyla, “Bunun nesi yanlış? Feministler bile onaylıyor”) radikal femistler de cinsel emekçilere yönelik baskılara o kadar zemin hazırlıyor (“Bunun nesi yanlış? Feministler de onaylamıyor”).
Peki o zaman ne yapmalı? “Metalaşma ve Fahişeliği Yeniden Düşünmek: Fahişeliğe Dair Çekişmede Barışa Yönelik bir Çaba” adlı çalışmasında[1][1] Marjolein van der Veen, tam da bu soruya cevap arıyor. Bu çalışmasında Van der Veen, radikal ve postmodern feminizm arasında süregiden tartışmanın odağını metadan sınıfa kaydırmak gerektiğini öne sürüyor; “kadın bedeninin cinsel bir meta olması iyi midir, kötü müdür?” sorusuna nihai bir cevap bulmaya çalışmaktansa cinsel emeğin hangi sınıf süreçleri içerisinde ifa edildiğini araştırıp tartışmanın cinsel emekçiler açısından daha faydalı olacağını savunuyor. Sınıf perspektifinden bakıldığında, örneğin, bir genelevde, striptiz barda ya da escort servisinde çalışan kadınlarla işverenleri arasındaki ilişkide kapitalist nitelikler öne çıkarken, bir “fahişe” ile pezevengi arasında feodal olarak nitelenebilecek ve kapitalist işletmelerdekinden farklı bir tabiyet ve ücret ilişkisi gözlemleniyor. Kadınların (ve dahi küçük yaştaki kız çocukların) kaçırılıp alıkonulup cinsel hizmete zorlandığı durumlar ise köleliğe daha yakın bir sınıf ilişkisine tekabül ediyor.
Şüphesiz, bu üç farklı sınıf süreci de nihayette sömürüye dayanıyor. Ve fakat burada sömürüyü, söz konusu metanın cinsi ve cinsel mahiyetinden yola çıkarak değil, başka bir çok işkolunda olduğu üzre, emekçinin sırtından geçinen bir şahış ya da teşekkülün varlığından hareketle tanımlıyoruz. Dahası, sömürü ile metayı bu şekilde birbirinden ayrıştırdığımızda; yani sömürünün cinsel emeğe içkin olmadığını savladığımızda aslında şu ihtimali de teslim etmiş oluyoruz: Sınıfsal manada sömürü içermeyen bir cinsel emek süreci mümkündür --ki bundan kasıt, kadınların kendi hesaplarına çalıştığı, -Marksist tabirle- artı değerlerine bizzat kendilerinin el koyduğu durumlardır (örn. açtıkları bir internet sitesi üzerinden kendi pornografik resim ve videolarını pazarlayan kadınlar). Bu bakımdan sınıfsal yaklaşım, radikal ve postmodern feminizmle ne tamamen karşıt ne de tamamen aykırı görüştedir. Kadının cinsel emeğinin tanımı itibariyle menfi bir olgu olmadığını iddia ederek radikal feministlerle ters düşer ama kadınların cinsel emekçiler olarak maruz kaldıkları yaygın sömürüyü inkâr etmez.
Kadınların cinsel bir mübadele ilişkisine girmesinin kendi içerisinde bir sorun teşkil etmediğini öne sürerek postmodern feminizmle bağdaşır ama bu ilişkilerin kadınlar adına illa ki özgürleştirici, güçlendirici (empowering) olduğu genellemesine katılmaz.
Muhtemelen Francione’in nazarında bu (sınıfsal) yaklaşımın postmodern feminizmden ve onun mecazi karşılığı “hayvan refahçılığı”ndan pek bir farkı olmayacaktır. Halbuki veganizmin ilkesel radikalizmine radikal feminizmden çok daha yakındır sınıfsal yaklaşım. İnek/öküz, tavuk/horoz diye ayırt etmeden tüm “hayvanlar alemi”ne sahip çıkar.
[1] “Rethinking Commodification and Prostitution: An Effort at Peacemaking in the Battles over Prostitution”, Rethinking Marxism, vol. 13, no. 2 (Summer 2001).