Bir siyasal simgeyi, örneğin Che’nin fotoğrafını, üniversitede kıyafetimde taşımam bir infial yaratır mı? Gazeteci Şükran Soner’in veciz şekilde belirttiği gibi infialden daha ötesi olur. Kan çıkar. Kullandığım kıyafette bunu çok iyi niyetli bir ifade biçimi olarak da kullanmış olabilirim. Ama bu birileri tarafından siyasal bir simge olarak algılandıysa kan çıkar. Neyse ki bunun bir istinası varmış, o da genel toplum için kabul görür olması, yani bu ülkenin bütününün kabul ettikleri bir bayrak, bütününün kabul ettiği bir başka... şey olmasıymış. Bu başka şeyi söylemek isterken yeniden bütünün kabul ettiği bir bayrak diyor Soner Neden? programında. Haksız da değil. Çünkü artık bugün toplumun bütününce kabul edilen (bundan onaylanan manası çıkarmalıyız herhalde) başka bir simge bulmak, bunu bulmayı beklemek mümkün de değil ve sanırım sağlıklı da... Ortak olduğuna kanaat getirdiğimiz hangi simgeyi bulursak bulalım bunların bile toplumun tamamınca olumlu bir simge olarak tanınmayacağını, en azından cumhuriyetin hainleri ilan edilmiş kesimlerce olumlanmadığını itiraf etmeyecek miyiz?
Sayın Baykal şöyle buyurdu: İslamiyet’le birlikte Kuran-ı Kerim, daha önce var olan örtünme biçimlerine yönelik bazı anlayışları ortaya attı. O zamana kadar örtünme arkaya doğru yapılırken, İslamiyet, örtünün öne doğru kullanılması gereğini söylemiş. Kuran-ı Kerim, 2 ayrı suresinde, çeşitli ayetlerde, bunu ifade etmiş. Buradaki örtünmenin kabul edilmiş olması, var olan örtünmenin kabul edilmiş ve düzenlenmiş olmasıdır. Ardından İslami ibadet ve İslam bilginleri konusunda da cemaati aydınlatılmış: „Ebu Hanife namazda kadınların saçının dörtte birinin görülebileceğini, Ebu Yusuf ise yarısına kadar görülebileceğini savunuyor. (..) Tesettür İslamiyet’in kurucu unsuru mu? Hristiyanlık ve Musevilik’te de tesettür var. İslamiyet’in kurucu unsuru Kelime-i Şehadet’tir. İmanın ve ibadetin şartları arasında tesettür yoktur.“
Sahi İslam’ın şartlarını hatırlayalım mı? Ya imanın şartları? Bunları birbirine karıştırırsak toplumsal gündemin dışına düşer miyiz? Toplumsal gündemi hiç umursamamak, onun yerine yalnızca insan odaklı düşünmek konusunda İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin ne söylediğini sayın Ana Muhalefet Partisi liderimiz bize aktarır mı?
Önce apaçık olan soruyu ortaya koyalım. Devlet, bireyin giyimine karışabilir mi? Bireysel özgürlükler hangi halde kısıtlanır? Buna siyaset felsefesinde verilen genel yanıt: „başka bir bireyin özgürlüğünü kısıtladığı zaman“ olacaktır. Asıl soru, örtünmenin Kuran’da yazıp yazmaması değil –tabii ki yazmaktadır, tıpkı mahkemede bir erkeğin yerine iki kadının tanıklığının geçeceği ya da miras paylaşımında erkeğin hakkının kadının iki katı olduğunu yazdığı gibi-, çoğunluğun örtünen kadınlardan oluştuğu ve zorunlu olarak bulunulan bir kamusal alanda örtünmeyen kadının özgürlüğünün kısıtlanıp kısıtlanmayacağıdır. Kötü müslüman ya da gayr-i müslim olarak tanımlanma korkusudur. Bu korku Fransa’yı yıllarca kanunda yer almasına karşın uygulanmayan bir yasağı uygulamaya iten etkenlerden biriydi. Fransa tarihine „Türban vakası“ olarak geçen olayda 1989 yılında üç kız öğrencinin Creil’deki ortaokullarından türban takmaları nedeniyle uzaklaştırılmasıyla ilgili bir inceleme yapan Devlet Konseyi raporunda şu görüşe yer vermişti: „Dini inançlarını yerine getirmek isteyen öğrencilerin giydikleri kıyafetler kendi başlarına laiklikle çelişen şeyler değildir, ama bu özgürlük (dini inançlarını dışa vurma ve ifade özgürlüğü) onlara dinsel işaretleri bir baskı, provakosyan ya da propoganda eylemine yol açacak ya da öğrencilerin kişilik bütünlüğüne ya da özgürlüğüne zarar verecek şekilde, kamu düzenini tehlikeye atacak şekilde, ya da kamusal hizmetin normal işlemesini engelleyecek şekilde sergileme iznini vermez.“ Fazlaca sonuç çıkarılamayacak ama riskleri özetleyen bir tespit. Konseyin kesin yargıya varamayışının ardından, laiklik prensibinin değişik alanlarda ne şekilde uygulanacağını tespit etmekle görevli Stasi Komisyonu işe el atmış ve sonunda devlet okullarında (üniversiteler değil) dikkat çekici dini sembollerin yasaklanmasıyla ilgili kanun Cumhurbaşkanı Chirac tarafından 2004 yılında imzalanmıştı. Konseyin raporunda çocuk yaştaki kızların türban takmasının kimi zaman baskıdan kaynaklanıyor olma ihtimali yasaklamada en büyük gerekçe olmuştu. Belki de bu nedenle, üniversitelerde türbanı yasaklayan tasarı 2007 yılında meclise getirilmek istendiğinde kamuoyu desteği sağlanamamış ve tasarıdan vazgeçilmişti.
Fransa’daki tartışmanın bize anlatabileceği ilk şey, bu konunun yalnızca bize özgü bir tartışma konusu gibi sunularak evrensel bağlantıları ortadan kaldırmaya çabalamanın anlamsızlığı, ikincisi de iki tartışma konusunun ve nihai savların aynı olmasına karşın, tartışmadaki « usül »ün laiklik prensibiyle çelişen bir kamusal alan yaratmada asıl belirleyici olduğu. Fransa’daki özgürlükler ve tüm dinlere eşit uzaklık kapsamında yürütülen tartışmanın, bizde türbanın İslam’ın gereği olup olmadığı –sanki tüm kamuyu ilgilendiren bir tartışmada katılımcıların İslam’a dair derin bilgileri olması gerekirmiş gibi- ve ne şekilde bağlanması gerektiği gibi « usul » noktalarında yoğunlaşması kamusal tartışmada laiklik prensibinin işlemediğini göstermektedir. Laikliği asıl tehlikeye atan da bu durumdur.
Sonuçta üretilecek hiçbir çözüm nihai olamayacaktır. Bunun nedeni tartışmanın ana aktörlerinin -yani politik ya da kurumsal iktidarı elinde tutan erklerin- hiçbirinin özgürlüklere iki açıdan bakmadığını bilmemizdir. Onların hem üniversitelerdeki türban yasağını ortadan kaldıracak hem de bireyin özgürlüğünü temel kaygısı sayacak bir ilkeler bütününe sahip olmadığını görmektir. Ana çizgisi bireyin özgürlüğü değil kendi cemaatine has olan eylemlerin özgürce gerçekleştirilmesi olan bir iktidar partisiyle, sorunu özgürlükler kapsamında değil İslami yorumlarla ve başka bir « tek tip kimlik » paradigmasıyla tartışan bir ana muhalefet ve çözümü çene altı bağlama yöntemine indirgeyen bir orta yolcu kümesi. Kanun değişikliğine yapılacak gerçek bir muhalefet (Ufuk Uras tarafından belli ölçüde başarılmıştır), din tarihine sığınmak yerine, aynı yasa değişikliğiyle birlikte 301. maddeyi kaldırmayı, Kürt Dili’nin üniversitede bir alan olarak kabulüne izin verilmesini, bireysel özgürlüklerin grup baskısıyla, tacizle ya da ayrımcılıkla zarar görmesini engeleyecek uygulama pratiğinin sağlanmasını ve bunun takibini yapacak örgütlenmenin var olmasını talep etmek olmalıydı. Olmadı, olamadı ve olmasına da imkan yoktu.