AKP kurulduğu dönemde kendini tanımlayacak sıfat arayışı içindeydi. Parti kurucularının gönlünden geçen ifade, Avrupa’daki “Hıristiyan-demokrat” partilere nazire yaparak, “müslüman-demokrat” olarak kendilerini tanımlamaktı. Bunun Türkiye’deki yasalar açısından sakıncalı olacağını dikkate alarak, liberal-muhafazakar ifadesi üzerinde durdular. AKP’yi gerçekten en doğru ifade edecek tabirdi bu. Ne var ki, Türkiye’de liberal sıfatının bir küfür olarak yaygın biçimde kullanılmasını ve Refah ve Fazilet Partileri döneminde yeni AKP yöneticilerinin de liberalizme, liberallere hakaret içeren ifadeleri bol kullanmış olmalarını dikkate alarak, partinin “muhafazakar-demokrat” olarak tanımlanmasında karar kıldılar. Dikkat edilirse, ilk vurgu demokratlığa değil, muhafazakarlığa yapılmıştı.
Nasıl Hıristiyan dünyasında muhafazakarlık bu dininin ahlak anlayışından ve toplumsal yaşam ilkelerinden doğal olarak esinlenirse, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir toplumda da muhafazakarlık İslam ahlak ve toplumsal yaşam ilkelerinden esinlenir. Muhafazakarlığın yegane değil ama en önde gelen temellerinden biri dinsel öğretilerin ahlak kurallarıdır.
AKP, muhafazakarlığını Müslüman ahlak anlayışı çerçevesinde kültürel bir muhafazakarlık olarak yaşayan bir parti oldu. Refah ve Fazilet partilerinden farklı olarak, muhafazakarlığını özel yaşam alanına sınırlamaya çabaladı. Bu ahlakçı muhafazakarlığın bazı konularda kamu alanına yansıyan sonuçları da oldu. Nasıl ABD’de muhafazakar toplumsal dalga, 1920’lerde hemen hemen tüm eyaletlerde içki üretimi ve satışını yasaklamışsa, AKP’li belediyeler de içki konusunda yasaklamakla gözden ırak bir alanda tecrit etmek arasında bocalayan kararlar almaktan geri durmadılar. Nasıl dünyada bütün muhafazakarlar, başta Papa olmak üzere, doğum kontrolünü Tanrı’nın yaratma iradesine müdahale olarak algılarlarsa, AKP yöneticileri de, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, ailelerin bol çocuk yapmalarını teşvik ettiler. ABD ve Avrupa’da siyasal liderlerin hangilerinin çok çocuklu ailelere sahip olduğuna bakmak, evrensel sağ, muhafazakar bakışın bu konudaki tavrının ne olduğunu açıkça gösterir.
Örnekleri içki, türban, çocuk, kadının esas yerinin ev içinde olması gerektiği inancı, dünyevi işler yerine getirilirken ilahi referanslara zaman zaman baş vurulması gibi (“in God we trust”) uygulamalara yayabiliriz. AKP muhafazakarlığının, bu sütunlarda birçok kez dile getirildiği gibi, ABD Cumhuriyetçi Parti muhafazakarlığından büyük bir farkı yok. Aynı onun kadar muhafazakar, aynı onun gibi liberal. Liberalliği iktisat politikalarında, “toplumun ve yaşamın her alanı ticaretin gereklerine tabi olsun” diyen piyasa toplumu yanlısı yaklaşımıyla kendini ifade ediyor. Sosyal politikalarda, bir yanda himmetçi tercihleriyle, diğer yanda örgütlü emek düşmanı tavırlarıyla liberalliği tamamlanıyor. Bu nedenle esas olarak, pragmatik bir muhafazakar-liberal hareketi AKP Türkiye’de temsil ediyor.
AKP’nin asli siyasal rakipleri olan CHP, MHP ve artık geçmişte kalan DYP ve ANAP, farklı biçimlerde olmasına rağmen, demokrasiye AKP’den daha da uzak oldukları için, demokrasi bayrağını elinde bulan, toplumdaki demokrasi beklentisinin misyonlarını kucağında bulan bir parti AKP. Ceberrut devletin sillesini yemiş olmanın Türkiye’de yaygın biçimde yarattığı geleneksel mağduriyet meşruiyetiyle davranıyor ve bu davranışın bir o kadar geleneksel sonucu olan “kendine demokrat” olma nitelikleri ön plana çıkıyor.
AKP’nin türbanın üniversitelerde yasaklanmasını kaldırma girişimi sırasında dikkat çekmeye çalıştığımız olgu, bu tür pragmatik ve kendine demokrat girişimlerle Türkiye’de kadim Osmanlı-Türk otoriter yönetim geleneğinden demokrasiye geçmenin mümkün olmadığıydı. Bu tür münferit açılımların, hem söz konusu hak ihlalini de pekiştirmek hem de otoriter devlet güçleri ve onların toplum içindeki müttefiklerine daha büyük bir direniş şevki yaratacaklarına dikkat çekmiştik.
Bugün AKP’nin karşı atak olarak yeni bir genel özgürleşme hamlesini gündeme getirmek yerine, sadece parti kapatmayı daha da zorlaştıran bir ikinci mini anayasa değişikliği paketi çıkarmayı düşündüğü söyleniyor. DTP’yi kapatma davası gündeme geldiğinde akıllara gelmeyen çözümler, söz konusu AKP olunca, pragmatik siyaset işbilenlerinin, hukukçu hınk deyicilerin onayıyla hemen gündeme getirilebiliyor.
Gelinen aşamada AKP kurmaylarının kabul etmeleri gereken bir olgu, artık mini anayasa değişikliği girişimi için zamanın çoktan geçmiş olduğudur. Böyle bir girişim AKP’yi, zaten üzerinde iğreti duran demokratlığı konusunda, hiçbir inandırıcılığı olmayan bir parti haline getirecektir. AKP’nin, eğer Anayasa Mahkemesi iddianamenin başlattığı özel yargı sürecine devam etme kararı verirse, yapabileceği şey burada kendine yöneltilen çoğu hukuki açıdan son derece zayıf olan iddialara yanıt vermesi ve bunu, eğer böyle bir cesareti ve kabiliyeti varsa, bir demokrasi mücadelesinin bayrağı haline getirmesidir.
Bu mücadele esas olarak bir zihniyet dünyasının Türkiye toplumu üzerinde korumaya çalıştığı vesayetçi konuma karşı verilecektir. Yargıtay Başsavcısı iddianamesinde, AKP’nin, “demokratik düzende faaliyette bulunarak, Anayasa ve Siyasal Partiler Yasasına aykırı olarak, demokrasi ötesi bir sisteme ulaşmaya ve bu sistemi gerçekleştirmeye çalışmaktadır” diye kesin bir kanaat beyan ediyor. AKP ve Tayyip Erdoğan’ın demokrasiyi “çoğulcu değil çoğunlukçu olarak algıladıklarını gösteren eylem ve demeçleri[nin] olası bir çoğunluk diktasının açık işaretleri” olduğunu iddia ediyor. “Davalı partinin sahip olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusu” olduğunu, bu durumun “davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırdığını” ilave ediyor.
Başsavcı, AKP’yi “Cumhuriyet’in kurulmasıyla terk edilen bir sistemin değerlerini gündeme getirmekle” itham ederken, ülkemizde “şeri sistem(in), ancak bir devrimle tasfiye edildiğini”, buna rağmen “devrim öncesinin şeriat uygulamalarından günümüze miras kalan kültür ve o kültürün yeşerdiği dinsel iklim gözetildiğinde ilk etapta şiddete başvurmadan bile ciddi bir şeriat yanlısı taraftar kitlesi bulma[nın] mümkün olduğunu” somut kesin bir olgu olarak ifade ediyor. Dolayısıyla bir yanda iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle, diğer yanda ciddi bir şeriat yanlısı taraftar kitlesi karşısında, davalının iktidar partisi olduğunu da dikkate alarak, Türkiye’de “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel ilkelerini korumanın” yargıya düştüğünü Başsavcı ilan ediyor.
Maddi olarak suç niteliği taşıdıkları çoğu tartışmalı suç karinelerinden çok, iddianame esas olarak, yukarıda özetlemeye çalıştığımız siyasal durum değerlendirmesinden güç alıyor. Söz konusu iddianame, dünya demokrasi tarihinde, parlamenter rejimde serbest seçimlerle güçlü bir oy desteği almış iktidar partisine karşı açılmış ilk kapatma davası olarak, siyaset bilimi literatürüne örnek vaka olarak girecek nitelikte siyasal bir içeriği haiz.
Anayasa Mahkemesinin dava süreci ile ilgili alacağı karar doğrultusunda, AKP yöneticilerinin ellerine, üzerlerinde iğreti bir elbise gibi duran demokratlıklarını daha sahici kılacak bir fırsat belki doğmuş olacak. O da, davadan kurtulmak için taşra tüccarı kurnazlığıyla anayasaya yeni bir yama yapıp, hukuk devleti ilkelerini öc alma arzularına kurban etmek yerine, bu davayı Türkiye’de tüm toplumu kapsayan gerçek bir demokrasiyi savunma davası haline dönüştürmektir. Aksi takdirde DTP için kapatma davası açıldığında, başını riyakar biçimde öne eğip, “yargı sürecine karışılmaz” diyenler, bu davanın açılabilmiş olmasının sorumluluğunu paylaşacaklardır.
Bugünden başlayarak kapsamlı bir anayasa değişikliğinin tartışılmaya başlanması, içine yeniden girdiğimiz demokratikleşme buhranının demokrasi, özgürlükler ve barış içinde yaşayan çoğul Türkiye toplumu yönünde aşılmasına yardım edebilir. Türkiye’de demokrasi, bu art arda gelen askeri darbeler ve zaman zaman bunu tamamlayan yargı darbelerine karşı mücadele ederek, toplumsal tahayyülde güçlenecek, siyasal alanda kökleri derinlere inecektir. Bu mücadele muhafazakar-liberal AKP’ye tek başına teslim edilemeyecek, demokratların en ön safında yer almaları gereken büyük bir mücadeledir. Türkiye’de solun gelecekteki varlığını büyük ölçüde belirleyecektir.
Radikal İki, 23.3.2008