İnsanlık yeryüzünde kendine var olma, hayatını sürdürme alanı kurabildiği günden beri, evi olarak benimsediği teritoryasında kendisi dışındaki tüm canlılara faydacı, hiyerarşik derecelerle dayattığı üstünlüğü sahiplenen bir perspektifle anlam yüklemiştir. İnsanlığın hâkim, yerleşik bilincinde doğa, tüm özneleriyle birlikte topyekûn biçimde insan denen üstün, nitelikli canlının hayatını kolaylaştırmak, ona hizmet etmek, konfor kapasitesini arttırmakla yükümlüdür. Bu mantıkla adım adım inşa edilen ve kuşaklar boyunca içselleştirilen tahakküm anlayışı; dünyayı, içinde yaşayan tüm canlılarla birlikte kendi ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemesi gereken bir hammadde kaynağı olarak kodlamıştır.
Böylesi bir zihniyet, insan olarak ontolojik ve antropolojik bir sürekliliği edinen canlının kolektif bilinç veya bilinçaltından tutun, tabiri caizse genetik yapısına kadar nüfuz edebilmiştir. İnsanlık, doğanın içinde kendi gerçeklik ve özgünlüklerine sahip, merkezsiz bir özne olmaktansa, ‘üstün’ özellikleriyle doğaya müdahale etme gücü üzerinden kurduğu hiyerarşiyle adım adım geliştirdiği uygarlığın basamaklarında egosantrik bir kültürü yerleşik kılmayı tercih etmiştir. Hatta bu yanılsamalı, otoriter bilincin ulaştığı noktaları göz önüne aldığımızda, insanın insanı sömürmesine/zulmetmesine radikal muhalif bir pozisyondan kendini kuran grupların bile hesaplaşmadıkları veya hesaplaşmaktan kaçındıkları insan yüceltici bir iktidarın meşruiyeti meselesini apaçık görebiliriz.
Doğanın insan tahakkümünden arındırılması ve hayvanların insanlarla eşit muamele görme hakkı, genel planda kapitalizm karşıtı organizasyonların, toptan özgürlüğü ve kurtuluşu prensip olarak benimsediğini iddia eden örgütlenmelerin bile gündeminin içinde esastan yer bulmayan/bulamayan konulardır. Uygarlık anlayışını insanın dünyayı kendi iradesiyle düzenlemesinde gören muhalefetin de ne derece özgürlükçü ve radikal olduğu fazlasıyla tartışma kaldırır bir konu tabii ki!
Buraya kadar altını çizdiğimiz düşünsel satırbaşları ilk kez dillendirilmiyor, zaten doğanın ve hayvanların esaretine, sömürülmesine karşı mücadele veren, anaakım devrimci hareketlerin dışında kendine özgür alanlar yaratan birey ve gruplar tarafından defalarca propagandası yapılmış argümanlar. Bu propaganda ve vicdani çağrılar, özellikle hayvanlar bağlamında somutlananları, günümüzde farklı yaşam tarzlarına sahip çeşitli kesimlerin gözüne, kulağına bir yerlerden çalınmıştır mutlaka. Ne derece somut karşılık bulduğundan bağımsız olarak hayvanların refahına dönük ajitasyonun kamusal dolaşımının 30 sene önceki düzeyden fersah fersah ileride olduğu da tartışma götürmez bir gerçek.
İnsanlığın uygarlık olarak isimlendirdiği kadim sömürü ve yabancılaşmayı içeren yaşam anlayışının içinden karşıdan kuruculuk düzleminde üretilen türcülüğe karşı mücadelenin de pek de kısa sayılmayacak bir tarihi mevcut. İrili ufaklı birçok hayvan hakları savunucusu birey ve grup çeşitli açılardan konunun hayati mahiyetini açık ediyor, insanların bizzat sorumlusu olduğu acıların çözümü yönünde önerilerini kitlelere sunuyorlar.
Özellikle 60’lı yılların sonlarında Batı’da yükselişe geçen Yeni Sol, azınlık hakları örgütlenmeleri, radikal feminizm, Yeşiller, ekolojistler gibi hareketlere paralel olarak eski insanmerkezci paradigmayı aşmaya yönelen eğilimler dünyanın her yanında duyarlılık eşiğini –eskiye nazaran– bir hayli yükseltmiş durumdalar. Artık hayvan refahını asgari ölçülerde savunmak, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle üretim yapan firmaların ürünlerini tüketmemek, sokak hayvanlarına şefkat beslemek, yani en vülger anlamda ‘hayvansever’ olmak, özellikle orta sınıftan bireylerin ‘yükselen değeri’ konumunda. Hatta kendi çevremizde sık sık tecrübe edebileceğimiz kapsayıcılıkta bir hayvanlarla empati kurabilme çabası, bu tip orta sınıf ‘aktivistlerin’ vazgeçilmez özelliği olarak da gözlemlenebiliyor.
Bu eksende kolektif kabul gören ‘hayvanseverlik’, bazıları için pozitif, gerçek bir değişimin tetikleyicisi şeklinde tanımlanabilir. Hayvan hakları hareketinin vicdani hegemonyasıyla kazanılan duygusal bir mevzi değeri de biçilebilir bütün bu aşamalara. Klasik evrim-devrim teorisinin çerçevesindeki bu ‘duyarlılık’ adımlarının hakiki bir özgürlük pratiğinin önünün açılmasındaki somut evreler olduğu da iddia edilebilir. Pratik değişimlerin önce bilinçte mayalanıp, küçük gelişmelerle kartopu misali büyüyüp, yüklenip türcü tahakküm mekanizmasının üzerine düşecek çığlara dönüşeceğinin ajitasyonu kimilerini motive edebilir elbette.
Ancak ‘kazın ayağı’ gerçekten öyle midir? Bu duyarlılık biçimleri hakiki bir paradigma değişimini, en basitinden hayvanların insan konforunun nesneleri kılınma halinin toptan yıkımına yol açma gücünü haiz midir? Bu ve benzeri soruları maalesef kocaman bir ‘hayır’la yanıtlamak zorundayız. Çünkü, gündelik yaşamda söylem düzeyinde bir sempati ve şefkatin üzerinden gelişen ‘iyi niyetli’ himayecilik kendi içinde gizli bir ‘üstün insan’ önkabulünü barındırır. İnsanın düzenleyiciliğini ve kontrolünü üstlendiği bir doğa tarifi etrafında gelişen tüm muhalif kazanımlar özünde var olan sistemin sürekliliğine kan taşır. Böylesi insanmerkezli duyarlılık gruplarının teorik ve pratik ufku, yoksullukla mücadelede sadakayla çözüm arama yönteminin hakiki açlık karşısındaki ‘değeri’ kadardır.
İnsanın bireysel planda hayvanlara dönük acıma duygusuna odaklanarak hayata geçirdiği iyileştirici önlemlerin son tahlilde ulaşabileceği düzey basit bir reformizmden ilerisi olmayacaktır. Hayvanları en gaddar yöntem ve araçlarla içine alan sömürü çarkına karşı direnmenin yolu meselenin kökenlerine samimi biçimde vakıf olabilmeyi gözeten bir koordinattan geçer. Tarımın kurumsallaşmasıyla çitler, sınırlar çekilerek gem vurulan doğanın durumuna, endüstriyel gelişme ve kentleşmeyle şekillenen kadim insanlık kültürünün uygarlık paradigmasına, doğaya ve içindeki canlıların tümüne hakimiyet kurmak ve düzenlemek temel kabulüyle hüküm süren kalkınma retoriğine radikal bir karşı duruş/yanıt üretemeyenlerin hayvanseverlikleri veya hayvan hakları taraftarlıkları sahtedir.
Nitekim, içinde yaşadığımız tarihsel evrede kapitalizmin kendi sistematik işleyişinin yarattığı tahribatlara yönelik muhalif oluşumları massetme seviyesi inanılmaz düzeylere ulaştı. Kendini düzendışı, yıkıcı sanan birçok organizasyonun yaşamsal referansları tüketim kültürünün kâr kalıpları içinde kapitalizmin siyasal-ekonomik süreçlerine dahil edildi/ediliyor. Bu realitenin hayvan hakları alanındaki ağırlıklı karşılığı; endüstri haline gelmiş yerleşik üretim kodlarını sorgulamadan, salt kedi, köpek gibi insanlarla doğrudan temas kurabilecek duygusal niteliğe sahip canlılara duyulan sempatinin hayvan hakları cephesinde olabilmek için yeterli olduğu yanılsaması biçiminde tezahür ediyor. Bu derece kaba bir kavrayışın bir miktar ‘ilerisinde’ olanlar ise, hayvanlara saygı duymanın en temel problematiğini onların etinden, kanından, acısından üretilmiş ürünleri tüketmeme perspektifi ekseninde inşa ediyor. Böylesi ‘ahlaki’ seçimlerin, alternatif yaşam modellerinin oluşturduğu pazara hitap eden sağlıklı ürünler raflarda ’bilinçli tüketici’ kimliğini kuşanan new age ‘radikalleri’ bekliyor!
Hayvanlarla yatay, eşit bir ilişkinin vazgeçilmez önkoşulu vejetaryen/vegan beslenmeyi benimsemek, onların acısı pahasına piyasaya sunulan hiçbir ürünü tüketmemektir tabii ki. Ancak vejetaryen beslenmeyi seçmek de başlı başına ‘vicdanı rahat ettirmeye’ muktedir, yeterli bir duruş teşkil etmez. Hele ki, şu anda dünyada kendini vejetaryen olarak isimlendiren insanların büyük bir çoğunluğu bu seçimlerini sağlıklı, hijyenik, temiz ve uzun bir yaşam sürdürebilmek için yapmışlarsa… İnsan bünyesinin eti hazmetmeye uygun olmadığını bilince çıkararak sağlık çerçevesinde vejetaryenliği seçenlerle vicdani, etik bir sorun olarak herhangi bir canlının eziyetine, katliamına ortak olmamak, buna tavır almak için vejetaryenliği benimseyenler arasında hayati bir nitelik farkı mevcuttur kısacası. Birinci gruptakilere kendi zihniyet kalıplarını deşifre edebilmek için sorulacak en basit ve basit olduğu kadar önemli soru ise; ‘eğer sağlıklı, uzun yaşamanıza yararlı olacağına emin olsanız kendi çocuklarınızı hammadde olarak kullanan bir et endüstrisinin yanında olup yamyamlığı da meşru görecek misiniz’ sorusudur! (Aynı sorunun birincil muhatabı hayvanların maruz kaldıkları sistematik zulme ortak olarak et tüketmeyi sürdüren çoğunluktur.)
Velhasıl kelam, hayvan hakları mücadelesi yüzeysel bir hayvanseverliğe indirgenemeyecek kadar katmanlı, derin ve hayati bir meseledir; hayvanların kurtuluşunu savunmak, sıradan bir iyicillik ölçütü değil, siyasal jargonda ifade edildiği biçimde hakiki bir ‘dava’ya denk düşer. Bu davanın en önemli ve saygın öznelerini ise otonom örgütlenen, doğrudan eylemi savunan anti-otoriter ALF (Hayvan Kurtuluş Cephesi) adlı grup oluşturur.
ALF, hayvanlar üzerinde deney yapan laboratuarlardan et endüstrisine, hayvanlara hayvanat bahçelerinde tutsak yaşamayı reva görenlerden avcılara kadar tüm tahakküm ve sömürü kurumlarının işleyişini baltalamayı önüne iş olarak koyan bir organizasyondur. ALF aktivistleri, yasalarla kendini sınırlamayan, sabotaj gibi yöntemleri dıştalamayan doğrudan eylem prensibini benimserler ve bilinen merkezi işleyişe dayanan piramidal örgüt yapısı yerine sorumluluk duyan her bireyin kendi sesini/eylemini geliştirebileceği ağ biçiminde örgütlenirler. FBI’ın ‘terör suçluları’ listelerinde yer almalarının, dünyanın birçok ülkesinde hapishanelerde eylemcilerinin on yıllara varan cezalarla tutsak edilmesinin sebebi bu özgür varoluşları ve sistem karşıtlıklarıdır.
Steven Best’in editörlüğünde ‘Lantern Books’ yayınevinden yayımlanan “Terrorists or Freedom Fighters” (Teröristler mi, Özgürlük Savaşçıları mı) adlı kitap, bütün bu mevzuları ve radikal hayvan hakları eylemciliğini, ALF’yi tüm boyutlarıyla işleyen, yetkin bir çalışma. Best, sözkonusu kitapta mevzuyu tüm taraflarıyla ve çeşitli bakış açılarıyla etraflıca serimleyerek ‘terör’ tanımının egemenler nezdinde nasıl muğlak, çıkarcı biçimlerde işlev kazandığını görünür kılıyor. Bu faydalı kitabın Türkçe çevirisinin yayımlanmasının hayvan hakları hususunda bir hayli zihin açıcı olacağı da kesin.
Hayvan hakları aktivizminin hakiki sonuçlara vesile olabilecek yolunun araçsal akılla boyunduruk altına alınan doğanın safında taraf olmaktan, değişimin insana ayrıcalık bahşeden tüm sıfat ve titrlerden soyunmaktan geçtiğinin kavrayışına sahip olanlar için ALF deneyimi ve bu deneyimi etraflıca işleyen samimi çabalar altın değerinde; insanın yeryüzünde yaşama olanağına sahip herhangi bir canlı olduğunu kabul edip, kendi zarar verme kapasitesini ıslah etmeye angaje olana kadar mücadeleye devam etmek de öyle.
Birgün Kitap, 8.3.2008, sayı 55