“Siyaset, sahneye yeni nesnelerin ve öznelerin çıkarılması, görünmez olanın görünür kılınması, sesleri gürültü çıkaran birer hayvan gibi işitilenlerin söylediklerinin söz olarak dinlenebilir kılınmasıdır.” – Jacques Ranciere
Türkiye’de hayvan hakları başlığı altında bir kitap dizisi başlatmak cesaret işidir. Hele ki sosyal bilim ve edebiyat alanlarında yayınladığı “ciddi” kitaplarla bilinen bir yayınevinin böyle bir işe soyunması eni konu zordur. Bu, hiç kuşkusuz, insan hakları ihlallerinde sicili hayli kabarık olan herhangi bir ülkede hayvan haklarından söz etmenin başlı başına zor olmasıyla bağlantılıdır. Bu zorluk, en temeline inildiğinde, sınıf ayrımlarını da kesen, erkek-kadın-hayvan biçiminde ilerleyen kaba bir hiyerarşiden kaynaklanır. Hayvanlara yönelik zulmü sorun olarak tarif edenler bile, bu hiyerarşiyi içselleştirdikleri için, sorunun çözümünü, insanlarla ilgili sorunların çözüldüğü belirsiz (ve imkânsız) bir zamana havale ederler (tıpkı bir zamanlar “kadın sorunu” için yapıldığı gibi). Hiyerarşik olarak, aciliyet ve önem kıstasları çerçevesinde alt alta dizilen sorunların, kopmaz bir bütün oluşturan ilişkiler sisteminin parçaları olarak eşzamanlı biçimde ortaya konup çözülmeye çalışılması gereği göz ardı edilir.
İkincisi, ilkede karşı çıkılan “hayvanlara yönelik zulüm”, ne ahlaken ne de hukuken suç sayılan pratiklerde (hayvanları yemek gibi) yerleşiklik kazanmış, hatta “doğal” kabul edilmiştir. Hayvan haklarından bahseden bir kişi, asırlara dayanan bütün bir ekonomik sistemi, bütün bir içselleştirilmiş gelenek ve alışkanlık yapısını karşısına almakla sözlerine daha baştan yenik başlar.
Üçüncüsü, Türkiye’de gerçek anlamda bir hayvan hakları mücadelesi yoktur. Hayvan hakları sorunu dendiğinde, esasen sokak hayvanlarına uygulanan zulüm kastedilir ve hayvanseverlerin sokak hayvanları için yürüttükleri mücadeleler anlaşılır. Türkiye’de sokak hayvanlarına yönelik zulüm çok aleni ve yaygın olduğu için, çok daha fazla sayıda hayvanın eğlence sektöründen gıda ve giyim sektörüne kadar pek çok alanda kapalı kapılar ardında maruz kaldığı zulmü bilince çıkarmak mümkün olmamıştır.
Bu temel zorluklara ek olarak göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündüğüm bir etken de, hayvan hakları (ya da Türkiye’deki biçimiyle hayvanseverlik) faaliyetlerinin ezici çoğunluğunun kadınlarca gerçekleştirilmesidir. Bu faaliyetleri yürüten kadınların mücadele odakları, hayvanlara doğrudan işkence eden erkekler, ve hayvanlarla ilgili kanunları çıkaran ve uygulayan/uygulamayan erkeklerdir. Dolayısıyla hayvan hakları büyük ölçüde kadınlara ait bir alandır, erkek otoritesinin onaylayıcı damgasından “mahrumdur”. Özellikle son 40 yıldır Batı’da felsefe, hukuk, sosyoloji gibi disiplinlerin yöntem ve temaları çerçevesinde ele alınan yerleşik bir alan olmasına rağmen Türkiye’de akademinin duvarları arasından sızma şansı olmamıştır; akademik açıdan prestij şöyle dursun, meşruiyeti bile olmadığı için kimse kariyerini “hayvan sorunu” üzerine inşa ederek riske atmaz; bu sorunu önemseyen akademisyen/yazarlar, ilgilerini teorik düzeye taşıyacak bir yatkınlık kazanamazlar. Hayvan hakları faaliyetlerine kamusal olarak katılsın ya da katılmasın çok sayıda kadın için anlamlı, hatta hayatî olduğunu bildiğimiz bu sorun, kadınların da içselleştirdikleri egemen bakış altında, “ciddi” konular listesinin en dibine, gönülsüzce eklenir. Hayvanlara yönelik şiddet ve zulüm, feminist kadınlarca sahiplenilen, genel şiddet ve tahakküm eleştirileri içinde kendine yer bulan bir mesele de olmamıştır. Hayvan hakları savunucusu kadınların üzerine yapıştırılmış “isteri” ve “irrasyonellik” imgesi, kamusal alanda hak ve özgürlükler için mücadele eden kadınlarda hayvan meselesini de gündeme getirmenin davalarına gölge düşüreceği yönünde bilinçdışı bir çekingenlik yaratmış olabilir.[1] Hayvan haklarının Türkiye’de diğer toplumsal hareketlerle eklemlenememiş ve sistem karşıtı bir dil geliştirememiş olması, kamusal alanda siyaset hakkında tartışan birer özne olarak elde ettikleri nispeten yeni konum içinde zaten dezavantajlı durumda olan kadınlar açısından ilave bir zaaf olmuştur.[2]
İletişim Yayınları’nın bu zorluklara meydan okuyarak başlattığı hayvan hakları dizisinin ikinci kitabı, Gary Francione’nin Hayvan Haklarına Giriş adlı kitabı. Gary Francione bir hukukçu ve hayvan hakları hareketi içinde “hayvan refahı”na karşılık “hayvan kurtuluşu” biçiminde özetlenebilecek reformist ve radikal yaklaşımlar arasındaki kutuplaşmanın ikinci tarafında yer alıyor. Dünyada gerçek anlamda bir hayvan hakları hareketi olmadığını, devletlerin hayvan hakları kanunlarına yansıyan “insanca” muamele ilkesinin pratikte hiçbir değişim sağlamadığını savunuyor ve ele aldığı tek tek davalarda bunu kanıtlıyor. Çünkü bu gelişmelerin hepsi, hayvanların insanların malı ve kaynağı oldukları varsayımına dayanıyor. Francione hayvan hakları kanunlarını, köle sahiplerinin kölelerine daha iyi muamele etmelerini öngören reformist yasalara benzetiyor. (Kadınların da kölelerle benzer muamele gördükleri zamanlarda, “insanca” muameleyi hak ettiklerini teslim eden bir yasa, erkeklerin eşlerini başparmaklarını geçecek kalınlıkta sopayla dövmesini yasaklıyordu.)
Francione kendi yaklaşımını “incremental abolitionism” (hayvan köleliğinin tedricen kaldırılması) olarak tanımlıyor. Bu yaklaşım çerçevesinde, büyük fast food şirketlerini daha “insanca” yöntemlerle öldürülen hayvanların etlerini kullanmaya zorlayan boykot kampanyalarını, ve bu kampanyalar sayesinde sağlanan değişiklikleri birer “kazanım” olarak gören aktivistleri eleştiriyor. Ona göre bu değişiklikler kazanım olmak şöyle dursun hareketin önünde birer engel, çünkü hayvanlarla ilgili zihniyette köklü bir dönüşüm yaratmaksızın, onların “mal” statüsünü onaylayarak, daha “insanca” yöntemlerle sömürülmelerini teşvik ediyorlar. Francione, hayvanların yanı sıra insanlara da “insanlıkdışı” muamele eden bu tür şirketlerle her türlü uzlaşma ve işbirliğini de reddediyor tabii.
David Nibert, bu yaklaşımı, André Gorz’un “reformist olmayan reform” anlayışına benzetiyor[3]: Francione’nin “reformist olmayan reform” talepleri, her durumda hayvanların mal statüsüne meydan okumaktan çekinmeyen, sömürüyü “insanca muamele” ve “hak” kisvesi altında kabul edilir hale getirmeyen, düzenin egemen bakış açılarının idamesine hizmet etmeyen talepler olmalı. PETA gibi hayvan hakları örgütlerine üye kadın aktivistlerin örneğin moda defilelerinde gerçekleştirdikleri çıplak korsan eylemleri de bu bağlamda eleştirir Francione – bir alandaki sömürüye karşı çıkarken başka bir alandaki sömürü araçlarını onayladıkları için.
Francione’nin, hayvanlara tanınan hakların herhangi bir anlamı olabilmesi için “mal” statülerine son verilmesi gerektiğini savunması ile, kadınlarla ilgili hak taleplerinde onları erkeklerin, ailenin ve toplumun malı olarak gören anlayışların değiştirilmeye çalışılması arasındaki paralellik açık. Egemen düzenin hiyerarşileri içinde hayvanların statüsü ve buna bağlı olarak gördükleri muamele ile, kadınların statüsü ve buna bağlı olarak gördükleri muamele arasındaki paralellik de öyle:[4]
İki yıl önce gazetelerde, gezintiye çıkmak üzere kiraladığı bir ata tecavüz ettiği ortaya çıkan bir erkekle ilgili haberlere yer verildi. Haberlerin odağında, failin iyi eğitimli biri olduğu (bu tür haberlerde genellikle yapıldığı gibi kendisine isim ve soyadının baş harfleri yerine “mühendis” olarak atıfta bulunuluyordu) ve bu sapkınca eylemine karşılık 250 YTL gibi düşük bir para cezası aldığı bilgisi yer alıyordu. Tecavüze uğradığı iddia edilen atın fiziksel ve psikolojik durumundan, tecavüz suçuna işaret eden verilerden söz edilmiyordu. Tabii ki kurbanın, binek hayvanı olmak üzere geçtiği acı verici ehlileştirme sürecinden itibaren her gün rutin olarak dayak yediği, kırbaçlandığı, doğasına aykırı sefil bir hayat sürmeye zorlandığı, ekonomik açıdan kâr getirmeyecek kadar yorgun düştüğünde mezbahada katledileceği gerçeği tamamen göz ardı ediliyordu. Aynı sıralarda gündeme düşen bir diğer haber de, bir ineğe tecavüz ettiği ortaya çıkan başka bir erkekle ilgiliydi. Burada da, söz konusu ineğin durumundan söz edilmediği gibi, rutin olarak maruz kaldığı zorla gebe bırakılma, düzenli olarak süt vermesi sağlanarak sağılma, yavrularından koparılma gibi bedensel ve ruhsal bütünlüğünü ihlal eden işkenceler göz ardı ediliyordu. Her iki olaya ilişkin haberlerin en önemli ortak noktası, bu iki erkeğin hayvanlara eziyet ettikleri için değil, toplum ahlakı (ve açıkça belirtilmese de hayvan sahiplerinin “namusu”) açısından kabul edilemez olan bir eylemde bulundukları için kınanmalarıydı. Ve tabii ki, inek ile atın sahibi olan erkekler, “kirletildikleri” gerekçesiyle hayvanlarını öldürmeye karar vermişlerdi.
Erkeklerin birbirlerini aşağılamak için başvurdukları en yaygın yöntemlerden biri birbirlerini “kadınlaştırmak”sa, insan topluluklarının birbirlerini aşağılamak ve dışlamak için kullandıkları en yaygın yöntem de birbirlerini “hayvanlaştırmak”tır. Bir insanı ötekileştirmenin ve ona “insanca” muamele edilmediği için suçluluk duymamanın en kolay yolu, onu hayvanlaştırmaktır. Tersi biçimde, bir insanın korkunç eylemlerinde “insanlıktan” çıktığını ifade etmenin en dolaysız yolu da, “içindeki hayvanın” ortaya çıktığını söylemektir. Asırlardır içimizde var olduğunu bir şekilde bildiğimiz, ama ancak onu bastırmayı başardığımız ölçüde insanlaştığımızı varsaydığımız “hayvanlık”, kural tanımayan vahşetle özdeşleştirilir. Oysa bizim gözümüzde en vahşi olan hayvanların bile kendi dünyalarının hatta düşmanlarının idamesi için binlerce yıldır uydukları ve aktardıkları karmaşık kuralların, en demokratik ve medeni sayılan toplumlarda dahi insanlara kitleler halinde uygulanan vahşeti engellemekte başarısız kalan kurallardan ne kadar fazla işlevli olduğu göz ardı edilir. Sonuçta hayvanları yeryüzünün en lanetli canlıları haline getiren ve insanlara da “hayvan gibi” muamele etmeyi yaygınlaştıran düzenin temelinde, içselleştirilmiş hiyerarşiler içinde sahip olunan üstünlük konumunun kendi kendini meşrulaştırması yatmaktadır.
Hayvanlar için “yaşama hakkı”, “işkence görmeme hakkı”, “insanların malı olmama hakkı” gibi haklar talep etmek, kadınlar için “namus adına öldürülmeme hakkı”, “tecavüze uğramama hakkı”, “dayak yememe hakkı”, “erkeklerin malı olmama hakkı” gibi haklar artiküle etmek kadar utanç vericidir. Her iki durumda da, bu utancın taşıyıcısı, büyük ölçüde erkeklerin kurduğu ve az çok hep birlikte sürdürdüğümüz bu düzendir. Kadınların mücadeleleri sonucu yasalara yazılan hakların, özellikle ekonomik ve kültürel açıdan ayrıcalıklı olmayıp iki kat ezilen kadınlar için pratikte ne kadar değişim sağladığı konusunda sürekli tetikte olmak gerekir. Gary Francione’nin dediği gibi hukukî reformlar, istisnalar haricinde, zihinsel, sosyal ve ekonomik yapıların değişimiyle gerçekleşir ve somutluk kazanır, tersi söz konusu değildir. Aynı şey hayvan hakları için de geçerlidir. Eşitsizliklerin temelinde yatan egemen bakış açıları, gelenekler ve çıkar sistemleri ifşa edilip yıkılmadıkça, ezilenlere bahşedilen haklar, o hakların tanınma ve kullanılma koşullarının gerçekte var olmadığını tatminkârlıkla onaylayan birer parodiye dönüşebilir.
Özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi, bugün dünyada en çok istismar edilen, hatta altlarında yatan değerlerin anlamsızlaştığının öne sürülmesine neden olacak şekilde en adaletsiz uygulamalara alet edilen kavramları yeniden ele geçirmek, ısrarla yeniden anlamlandırmak gerek. Günümüzde evrensel değerlerden, insanlığın ortak ideallerinden, hatta bir insanlıktan söz etmek hayli zorlaşmış olsa da, büsbütün imkânsız değil. Ve kadınlar, bir zamanların “insanlık” tasavvurlarındaki insanın aslen erkek olduğunu ifşa ederek büyük anlatıların sökülmesinde ve yeni hikâyelerin yazılmasında rol oynadılar. Ama daha ifşa edilmesi gereken çok şey var: İnsanların tükettikleri aracılığıyla kimlik kazandıkları günümüz toplumlarında “zorunlu ihtiyaç” olarak dayatılan ürünlerin aslında kimin ihtiyacı olduğu; fütursuzlukla “insanlığa” fayda sağladığı öne sürülen zalimce deneylerin büyük şirketlere, ordulara ve devletlere fayda sağladığı; Üçüncü Dünya ülkelerini çölleşmeye, başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere halklarını açlığa mahkûm eden küresel hayvancılığın zengin ülkelerin çıkarlarına ve bir ekonomik elitin hazlarına hizmet ettiği; “kültürel farklılık” kisvesiyle savunulan ritüellerin erkek kültürlerine dayandığı ve kadınlar üzerinde tahakküm kurduğu; kadınların bu süreçlerde farkında olarak ya da olmayarak öfkelerini, isyanlarını, arzularını bastırmaya mecbur edildikleri... Francione’nin kitabı, ilk bakışta özgül bir sorunu, hayvan haklarını ele alsa da, ele alma biçimiyle hem yaşadığımız dünyada hiçbir sorunun diğerlerinden izole edilemeyeceğini gösteriyor, hem de her mücadelenin, dışladıklarına dair sürekli teyakkuz halinde olmasının elzem olduğuna işaret ediyor.
Mesele, Haziran 2008
[1] Hayvan hakları faaliyetlerine öncülük eden kadınlar bile, örneğin basın açıklamalarını aralarındaki az sayıdaki erkek sözcünün yapmasını önerebilmektedirler. Bunda medyanın rolü kuşkusuz çok önemli: erkeklerin en sudan ve gayri meşru sebeplerle sergiledikleri hiddet gösterileri özendirilip normalleştirilirken, kadınların en meşru tepkileri bile değersizleştirilip anormalleştirilir.
[2] Bu yazıda hayvan haklarının büyük ölçüde kadınlarca sahiplenilmesinden sadece bir olgu olarak söz ediliyor, bunun kadınlara atfedilen doğal ya da kültürel özelliklere dayalı nedenleri ayrı bir tartışma konusu. Hayvanların maruz kaldığı zulümde sistemin erkek egemen boyutunun vurgulanma nedeni de, sınıf perspektifine dayalı bir yaklaşımın bu sorunun tarifi için uygun olmaması (bu perspektifin eksikliğine dikkat çeken Gökhan Gençay’a teşekkür ederim). Hayvanların uğradığı şiddet ve zulüm hiç kuşkusuz kapitalizm ve sanayileşme koşullarında çok daha sistemli hale gelmiştir ve bu sömürünün rantını tüketmek bakımından alt sınıf erkekler üst sınıf kadınlara kıyasla dezavantajlı konumdadırlar. Ancak, hayvanlara yönelik şiddet emek-sermaye çelişkisini aşan, en azından başat olarak bu çerçevede açıklanamayacak bir olgudur – özellikle alt sınıflarda yaygın olan, hayvanların eğlence amaçlı kullanıldığı dövüş pratikleri, sokak hayvanlarına yönelik şiddet, sistemli olarak gerçekleştirilen tecavüzler vs. düşünülürse.
[3] David Nibert, Animal Rights, Human Rights, s. 251, 252.
[4] Feminist hayvan hakları savunucusu Carol Adams bu paralellikleri detaylı olarak anlatır: “Carol Adams’la Söyleşi”, Birikim dergisi no. 195.