17 Aralık ve Anti-Kapitalizme Reaksiyoner Düşmanlık

Tarihin hemen her döneminde bir toplumun kenetlenebilmesi için “ortak düşman” yaratmaya ihtiyacı olduğunu gösteren örnekler vardır. Özellikle de ideolojik arka planı zayıf olan hareketler, kendine militan taban devşirebilmek için kitlenin tepki potansiyelini kullanmışlardır. Türkiye tarihi de bunun örneklerine birçok kez sahne olmuştur. Geçmişe kısa bir göz atalım; Kemalist kadronun tezi, toplumun ve siyasal yönetimin demokratik, laik, eşitlikçi, “modern” bir yapıya bürünmesi gerektiği yönündeydi. Bunun için mevcut koşullarda değiştirilmesi gereken çok fazla şey vardı. Toplumun muhafazakar, değişime kolay uyum sağlayamayan damarı ise her seferinde bu tezin önünde engel oluşturabilecekti ve oluşturmuştu da. Nitekim tek parti döneminden sonra gelen bütün hükümetler giderek artan bir şekilde söylemlerini çevrenin değerlerini korumaya –ve gerektiğinde kullanmaya- odaklayarak oy siyaseti ve popülist politikalar izlemekten çekinmemişlerdi. Parlamenter sistemin bir tür onaylaması olan DP döneminde temelde laik devlet aygıtını koruma içgüdüsü halen devam etse de uygulama da muhafazakar çevreye bazı tavizler verilmişti. Örneğin iktidara gelir gelmez ilk icraatlerinden biri ezanın Arapça okunmasına getirilen yasağı kaldırmak olmuştu ve bu birçok kişi için iktidarın diğer faaliyetlerinin görmezden gelinmesine dahi yol açabilecek kadar olumlu bir gelişmeyi ifade ediyordu. DP hükümetinin bir ileri aşaması olarak görülen AP ise laik devlet kaygılarından daha uzaklaşmış görünüyordu. Gitgide Kemalist kadronun yaptığı değişiklikleri korumaktan uzaklaşan, günün çıkarlarına uygun pragmatist politikalar devlet siyasetine hakim oldu.

“ORTAK DÜŞMAN”

Bu hükümetlerin ortak bir noktası vardı aslında; toplum kesimlerini anti-komünizmle harekete geçirmek, komünizmin yayılmasını engelleme misyonunu yüklediği gençliği yeri geldiğinde kendi eliyle destekleyerek, saldırılarına göz yumarak korumak. Komünist, Sovyet yanlısı yayın organlarına, düşünürlere “düşman” gözüyle bakmak ve ortak bir “düşman” etrafında birleşerek güçlenmek belli bir süre devletin asli politikasıydı. Ülkücü hareketin ideolojisi zayıf olan tabanı sadece “komünizm karşıtlığı” ile üretiliyordu. Doktrinsel yoksunluk komünizmin tek hedef olmasına ve bütün şiddet potansiyelinin buraya yönelmesine yol açıyordu. 70’lerin ikinci yarısı ve 80’lerde bu söylemde düşman imgesi artık “emperyalizm” olmaya başladı. Anti-emperyalist olmak sağ ve sol kesimleri de bir noktada birleştiriyordu. Nitekim o döneme kadar devletin çocukları olma görevini yüklenen “sağ” gençlik de darbenin soğuk yüzüyle karşılaşmış ve ortak düşmanını artık emperyalizm ilan etmişti. Anti-komünizm de elbette devam ediyordu; fakat tali bir yol olarak.

Peki bugün ortak düşman ne? AKP toplumun büyük bir kesiminden aldığı oyla hükümete gelen bir parti olarak kendi ortak düşmanını yaratmaktan geri kalabilir miydi? Kitleleri belli bir “ortak hareket etme” misyonu üzerinde kendi sistemine adapte edebilmek Türkiye’nin geçmişinde de bolca kullanılmış ve başarılı olabilmiş bir yoldu. Özal dönemi liberal politikaların devamı olarak görülen bu neo-liberal dönüşüm de, desteğini aldığı toplum kesimlerini yavaş yavaş “anti-kapitalizm” düşmanlığı üzerine itmiyormuydu? 17 Aralık 2013’ten sonra bunu daha rahat görebilmemiz için elverişli iklim oluştu aslında. AKP’nin siyasilerinin yolsuzluklarının ortaya çıkması, tabanında ciddi bir şok etkisi yaratmış görünmüyor. Hatta bilakis “defansif” bir konuma geçip yapılan yolsuzlukları meşrulaştırma çabası içine girildiği apaçık ortada. BBC’nin AKP’nin yoğun oy aldığı Ankara Akdere Mutlu Mahallesi’nde yaptığı bir kamuoyu yoklamasında aldığı cevaplar, bu defansif konumu göstermesi bakımından ilginç; Mahallenin marketinin sahibi, pazardan alınacak bir kilo meyvenin içinde bile birkaç çürük olabileceğini söylüyor ve “Koca partide de fire çıkması normal” diyor. [1] Yine BBC’nin Konya’da seçmenlere yönelttiği sorularda “Ben partiye değil ona oy veriyorum. Bizzat kendisinin yolsuzluğu çıkarsa o zaman vermem”[2] gibi savunma yüklü cevaplar görülebiliyor. Aynı haberde Erdoğan’ın çalıştığını, ekonominin iyiye gittiğini ve önemli olanın da bu olduğunu söyleyenler de mevcut. Yolsuzluk operasyonunun “dış güçler”in işi olduğu, güçlenen AKP’nin önünü kesme amacı güdüldüğü söylemi zaten kamuoyunda oldukça yaygın. Recep Tayyip Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan arasındaki ses kaydı, aradan birkaç ay geçmiş, yolsuzluklara bir “kılıf” uydurulmuş ve gündem örtbas edilmeye çalışılırken ortaya çıktı. AKP tabanında bu sefer de kaydın montaj olduğunu iddia eden sesler yükseliyor!

Bu savunma çabasını Gezi hareketiyle oluşan toplumsal iklimin “ürünü” olarak açıklayabilmek mümkün görünüyor. Nitekim bu iklim, iktidara karşı olan farklı görüşlerin en azından hareket aşamasında birleşmesini sağlayarak toplumda AKP’li ve AKP’li olmayan ayrımı yaratırken, muhalefet partilerinden hangisine mensup olunduğunu önemsizleştirdi, artık önemli olan sadece “muhalif” olmak yada sadece “destekçi” olmak. Oluşan bu ortam doğal olarak taraflaşmaya ve tarafına sıkı sıkı sarılmaya, taraf değiştirmenin bir nevi “döneklik” olarak algılanmasına kadar gidecek bir inatlaşmaya yol açtı. Yolsuzlukları bu kadar benimsemenin ve normal karşılamanın arkasında bu inatlaşmanın da olduğu unutulmamalı. “Çaldı ama şunları bunları yaptı” şeklinde açıklamaların her köşeden fırladığı bugünlerde AKP tarafında ideolojik tabanın içinin boşaldığını rahatlıkla görüyoruz. Artık sadece bir inat, çatışma uğruna desteğe devam eden bir kesim söz konusu. Zira aylardır süren “biz-siz” çatışmasının tam da ortasında böyle bir durum için taraf değiştiremezlerdi değil mi? Parti temsilcileri de bilinçli bir tercihle çok fazla inkar yoluna gitmedi bu yüzden, kitlesinin ortak düşmanının gerektiğinde “anti-kapitalizm” olabilecek bilince geldiğini –getirildiğini- bildiği için..

“ANTİ-KAPİTALİZM DÜŞMANLIĞI

Tek parti döneminde toplumun muhafazakar kesiminin değişimleri kabullenmeyen yapısı, Gezi muhalefetinin oluşturduğu toplumsal iklimin ardından görünürleşen tam karşıt bir görünüm aldı aslında. Cumhuriyetin sahibi olmayı ve onu korumayı, “muhafaza etmeyi” kendine misyon edinen kesim laikliğe, güçler ayrılığı ilkesine, kısacası Cumhuriyet rejiminin getirdiği ilkelerin tümüne sahip çıkılması gerektiğini savunarak ve daha önce hiç olmadığı şekilde “sıkı sıkıya sarılarak” bir nevi yeni muhafazakar kanadı oluştururken; eski muhafazakarlar bugünün uyum sağlayan kesimi oldular, ulusaşırı sistemin politikalarını özümseyebildiler, değişimi isteyen bir yapıya büründüler. Bu bilinçli bir “özümseme” olmadı, toplumsal kutuplaşmanın sonucu olarak zorunlu bir yönelişti aslında. Bu yönelişin sonuçlarını çok geçmeden göreceğiz ama yakın tarihimizden tanıdık bir tablo duruyor; ortak bir düşman etrafında militanca kışkırtılmış, ideolojik arkaplanına sadece bu düşmanlığı koyabilmiş, sistemin acımasızlığını çok geç görebilmiş, “devletin bekası” uğruna herşeyini feda etmeye hazır olan ülkücü gençlik tabanı. AKP de kendine böyle bir taban devşirerek gerektiğinde kullanmak üzere bir “savunma ordusu” yetiştirmiş gibi.

Muhafazakar tabandaki “Anti-kapitalizm düşmanlığı”, ekonomik sistem olarak kapitalizmi onaylayan, kapitalist sistemin politikalarının koşulsuz şartsız uygulanmasını isteyen bir düşmanlık değil. Hatta belki kapitalizmin ne olduğunu bilen bir düşmanlık bile değil! Mevcut koşullarda bu düşmanlık, sadece bir toplumsal “refleks” olarak konumlanmış durumda. AKP, bu “reaksiyoner” düşmanlığı birçok süreçte inşa etti. Her fırsatta tek parti döneminin devletçi politikalar izlediği döneme odaklandı, eleştirdi, 10 senelik bir politikayı CHP’nin 30 senelik iktidarına genelleyerek Kemalist kadronun otoriter, devletçi, seçkinci olduğunu iddia etti ve kendi sistemini bu kadronun “yanlışları” üzerinden meşrulaştırdı. Serbest piyasa ekonomisini, halkçı politikaları, eşitlik ilkesini benimsediğini söyledi, kitlesinin desteğini bu temelde birleştirdi. Ve büyük oranda bu söyleme inandırmayı da başardı, aksi halde asgari ücretle zar zor geçinen insanların milyar dolarlık yolsuzluklara tepki vermemesini ya da savunma çabasını nasıl açıklayabiliriz? Gezi’nin oluşturduğu siyasal alanın iktidara yönelttiği anti-kapitalist eleştirilerin de AKP tabanını bu düşmanlığa ittiğini söyleyebilmek mümkün. Muhalefet partilerinin iktidara ilişkin suçlamalarını bugüne kadar anti-kapitalist bir temele oturtmadan yapmaları, AKP tabanında böyle bir savunmanın şimdiye kadar neden varolmadığını da açıklıyor. Gezi hareketi ilk defa partilerüstü sivil bir sistem karşıtlığını barındırdığı gibi, anti-kapitalist kaygıları da temsil ediyordu.

Dolayısıyla, “karşı taraf ne söylüyorsa onun zıttını iddia etme” AKP’nin seçmen tabanında bir savunma metodu olarak yerleşmiş durumda. Bu durum yukarıda da bahsettiğimiz gibi yakın tarihte ülkücü hareketin de yüzyüze kaldığı bir sorun olan “ideolojisizleşme”nin beklenen bir sonucu. 12 Eylül darbesinin ülkücülere yaşattığı şoku AKP’nin kendi tabanına yaşatma ihtimalini de aklımızda tutarak, gerçekten sessiz kalıp kalmadıklarını seçimin göstereceğini söyleyebilirdik, en azından gerçekten demokratik bir ülkede yaşasaydık...

KAYNAKLAR

[1] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/12/131222_akp_secmen.shtml

[2] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/01/140111_konya_akp_onus.shtml